Hegel’de “Nesnel, Tanıtlanmış Bilim” Olarak Felsefe Kavramına Giriş

Christian Wolff’ta Matematikten Ontolojiye

Hegel (1972), yukarıda aktardığım pasajlarda felsefenin sistematik yapısına dair ileri sürmüş olduğu iddiada felsefe kuramının, felsefenin mümkün tek bilimsel yapılandırılması olabileceğini düşünmektedir. Klasik Alman Felsefesi’nin iki temel kavramı olan ‘anlama yetisi’ (Verstand) ve ‘akıl’ (Vernunft) kavramlarının da birbiriyle olan sistematik ilişkisini açıkladığı bir bağlamda felsefenin söz konusu bilimsel yapılandırılmasının ancak “kendi kendini tasarlayıp kuran yol” (s. 17) olarak mümkün olabileceğini ileri sürmektedir. Hegel’in ulaşmış olduğu bu sonuç, modern felsefede zamanla oluşan yeni bir teori anlayışının vardığı üst uğraktır.

John Locke (2007), Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’de asıl amacının insanın “anlama yetisinin doğasına” (s. 34) dair bir inceleme yapmak olduğunu söylüyor. Zira insan neyi bilebilir sorusuna ancak onun kapasiteleri belirlendiği ve incelendiği oranda tam olarak yanıt verilebilir. Locke’un bu söylediğini Kant (1988) kendisine temel edinir ve Saf Aklın Eleştirisi’nin ilk baskısına yazdığı “Önsöz”de “saf aklın eleştirisi” ile kuramların veya sistemlerin değil, bizzat “akıl kapasitesinin” (Vernunftvermögen) (s. 8) kendisinin eleştirisini amaçladığını söyler. İnsan nedir? sorusu, Kant’ın felsefi külliyatına yön veren ünlü dört sorunun ancak sonucu olarak formüle edilmiştir. İlk üç soru insanın kapasitelerini belirlemeyi amaçlamaktadır. Ancak söz konusu yetilerin belirlenmesi üzerinden insanın neliği belirlenmek istenmektedir. Bu, modernlerin, Hegel’e de temel oluşturan teoriye dair yeni bir anlayış geliştirmeye çalıştığına işaret ediyor. Bundan böyle teori yalnızca, birtakım inançların veya ileri sürülen görüşlerin eleştirisi sonucu elde edilmeyecektir. Bu yeni yaklaşıma göre, insanın bilinç ve özbilinç kapasitesi olan anlama ve akıl yetisinin bizzat kendisi dünyayı sanki aynada yansıtır gibi yansıtan bir yeti olarak ele alınmaktadır. Bu durumda teori dünyanın bir tasarımı olarak sorgulanacaktır ve aynı zamanda kuramın doğruluğunun veya yanlışlığının ölçüsü bizzat dünyanın kendisi olacaktır. Yazının girişinde Hegel’den (1972) aktardığım ifade ile işaret ettiğim felsefenin “nesnel, tanıtlanmış bilim” (17) olarak kurulması bir talep olarak en geç Leibniz’ten beri Alman felsefesinin gündemindedir. Christian Wolff’un açıkça başlattığı, felsefeyi teolojinin, matematiğin ve geometrinin hâkimiyetinden kurtarıp, fakat onların tarihsel kazanımlarından da öğrenebilen kendi başına duran ve kendi başına olan, onu matematik ve geometri de dâhil olmak üzere diğer tüm bilimlere temel oluşturan genel-tikel bir bilim olarak kurma çabasını sürdürdüğünü göstermektedir. Kant (1977) mantık üzerine derslerinde “yeni bilgelerden genel mantığı ilerletenler – Leibniz ve Wolff’tur” derken bu sürece işaret etmektedir ve hemen eklemektedir: “Wolff’un genel mantığı sahip olunanın en iyisidir” (s. 443). Leibniz (1996), Locke’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’sinin eleştirisi olarak kaleme aldığı İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Yeni Denemeler’inde bilim ve felsefeyi eş anlamda kullanıyor ve felsefeyi “sentetik ve teorik, analitik ve pratik” (s. 671) olana ayırıyor ve bunlara bir de mantığı ekliyor. Leibniz (1996), “bilim veya felsefe” diyor, “teorik, pratik ve diskursif olana veya fizik, ahlak ve mantıka ayrılır” (s. 675). Burada mantık ile eş anlamda alınan “diskursif” kavramı dolayımsal-süreçsel-sonuçsal akıl yürütme anlamında alınmaktadır –ki, bu, Hegel’in “tanıtlanmış” felsefe kavramına temel oluşturmaktadır ve Tinin Fenomenolojisi ve Mantık Bilimi’nde bunun mümkün ve zorunlu olduğunun kanıtını getirmek istemektedir.

Leibniz (1996), orijinali Fransızca olan eserinde “tanıtlamalı” (demonstrativement) (s. 672) kavramını bu bağlamda eleştirel anlamda, söz konusu olan her ne ise, kökeninin ve oluşumunun açıklanması anlamında kullanmaktadır. Öklit “bilim olarak geometriyi sentetik olarak ortaya koyduğu için, bazıları tarafından bir sanat olarak ele alınmıştır ve bu biçimiyle” yani “oluşumunun görülmesini de sağlayacağı için, tanıtlamalı olarak ele alınabilir” (s. 673). Bu bağlamda somut olarak “oluşumunun görülmesini” sağlamak ne anlama gelmektedir? Bunu Leibniz (1996) somut olarak şöyle betimliyor: Diyelim ki “birisi tüm düz şekilleri ölçmeyi ve düz çizgililer ile başlayarak üçgenlerin bölünebileceğini, her üçgenin bir paralelkenarın yarısı olduğunu ve paralelkenarların ölçülmesi kolay olan dikdörtgene dayandırılabileceğini belirtmiştir” (s. 673).

Leibniz’in bu bağlamda mantık ve tanıtlamalı bilime dair söylediklerinin, felsefeyi tanıtlamalı bir bilim olarak kurma işine girişen Wolff’un çıkış noktası olarak alınmasını öneriyorum. Wolff (2005) İlk Felsefe veya Ontoloji (Philosophia prima, sive Ontologia) adlı eserinde Leibniz’in ilk felsefenin yeterince açık olmadığından yakındığını ve fakat ontolojinin içinde bulunduğu “karanlık” durumun nasıl aşılacağını onun da göstermediğini açıkça belirtmektedir (s. 113). Bu nedenle felsefeyi bir bütün olarak bir “bilim” (Wissenschaft) olarak yeniden kurmaya girişir. Wolff 1739 yılın yayınladığı bu eserinde, 17. ve 18. yüzyılda yaygın olan, felsefeyi matematiğe veya daha çok Leibniz’in de yaptığı gibi geometriye dayandırma anlayışını gözden geçirmekle işe başladığını belirtmektedir. Fakat Juan I. G. Tutor’un (2018) ortaya koyduğu gibi Wolff’un kendisi de işe önce matematikçilerin yöntemini ölçü alarak başlar (s. 81-84). 1728 yılından önce kaleme aldığı eserlerinde, örneğin 1709 yılında kaleme aldığı Aërometriae Elementa adlı eserinde felsefe için de “matematiksel yöntem”i (Methodum Mathematicam) önermektedir. Aynı şekilde 1713-15 yıllarında kaleme aldığı Tüm Matematik Bilimlerinin Temelleri (Elementa matheseos universae) adlı eserinde bilimsel tanıtlamalı yöntemin yalnızca matematiğe özgü olduğunu söylüyor ve bunu bazen “methodus Geometrarum” (geometrik yöntem) olarak da adlandırıyor. 1716 yılında kaleme aldığı Matematik Sözlüğü’nde (Mathematisches Lexicon) matematiksel yöntem ile geometrik yöntemi artık tam olarak eş anlamda kullanıyor. Fakat 1728 yılında yayınladığı Felsefeye Genel Giriş Denemesi (Discursus praeliminaris de philosophia in genere) ile Wolff’un yönteme dair görüşünde köklü bir değişim başlıyor. Bu eserinde Wolff artık felsefe de dâhil tüm bilimlere temel oluşturacak genel yöntem için matematiği veya geometriyi örnek almıyor. Tersine, bu eserinde artık “felsefi yöntem” (methodus philosophica) kavramını kullanıyor ve bu örneğin tikel bir bilim olan matematikten kazanılan yöntemden “daha kapsamlı” olduğu için, aynı yıl aynı cilt içinde yayınlanan Rasyonel Felsefe veya Mantık (Philosophia rationalis sive logica) adlı eserinde önermiş olduğu yeni felsefi yöntemi “bilimsel yöntem” (methodus scientifica) olarak tanımlamaktadır (Tutor, 2018, s. 81-84). Wolff ’ta 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yönteme dair gözlenen bu değişim onun 1730 yılında yayınladığı İlk Felsefe veya Ontoloji adlı eserinde sergilediği yaklaşımı ile doruğa ulaşmıştır. Bu değişimin neden ve nasıl başladığını ve bunun hangi sonuçlara ulaştığını şöyle anlatıyor:

“Felsefeyi hem kesin hem de insan cinsine yararlı hale getirmeyi kendime görev ettikten sonra ve

bu amaçla Öklitçi kanıtların temellerini araştırdıktan sonra (…), onun ontolojik kavramlara bağlı olduğunu anladım. Öklit tarafından kullanılan ilkeler, bir taraftan nominal tanımlardır –ki bunlar gerçeği içermezler-, diğer taraftan bunların çoğu ontolojik önermeler olan aksiyomlardır. Ve böylelikle Matematik’in kesinliğini, ilk ilkelerini edindiği İlk Felsefe’ye borçlu olduğuna kanaat getirdim. Bunun üzerine Felsefe’de teoremleri, yüklemi öznenin belirlenimlerinden uygun çıkarımlarla elde etmekle kanıtlamaya çalışarak ve ilkeleri yeniden kanıtlara başvurarak kanıtlanmaz olana dayandırmaya çalışırken; bu çalışmada, Matematik de dâhil her tür gerçeğin sonunda İlk Felsefe’nin ilkelerine vardığını keşfettim. Bu nedenle ancak İlk Felsefe bu şekilde tasarlanırsa, Felsefe’nin ve özellikle söz konusu yüksek fakültelerin kesin ve yararlı olabilmeleri için, bilimsel yönteme göre ele alınabilecekleri konusunda şüphem kalmamıştı” (Wolff, 2005, s.

113).

Görüldüğü gibi, Wolff, ontolojiyi veya “İlk Felsefe”yi, kendi başına olan ve kendi başına duran bir bilim olarak kurmak istediğini, araştırmalarının bunun bir gereklilik ve mümkün olduğunu gösterdiğini belirtiyor. Böylelikle ontoloji tüm bilimlere temel bilim olarak öneriliyor. Hegel kuramsal felsefesini 19. yüzyılın başlarında “bilim sistemi” adı altında ortaya koymaya giriştiğinde Saf Aklın Eleştirisi’ne öngelen gelişme budur ve bu, modern felsefede yöntemsel olarak büyük bir değişim talebi olarak karşısında durmaktadır.

Wolff, “İlk Felsefe” ile Aristoteles’ten beri metafizik çerçevesinde teoloji ile bir arada duran ve artık teolojiden ayrılıp kendisini dünya bilgeliği olarak yeniden kuran ontolojiyi kastetmektedir. Wolff (2005), ortaya koymuş olduğu ve “İlk Felsefe” adı altında duyurduğu “yeni ontoloji” kuramını kendinde “tamamıyla yeni şekli de barındıran” (s. 11) olarak tanımlıyor. Yeni ontoloji kuramının en temel özelliklerinden birisi, Wolff’a göre, Skolâstikçilerin ihmal ettiği veya yeterince verimli bir şekilde araştırmadığı “tanıtlamalı yöntem”dir (demonstrative methode) (s. 11). Eğer ontoloji, boş, kılı kırk yaran, verimsiz kurgulara boğulmayacaksa, tanıtlamalı yöntemi verimli bir şekilde uygulaması gerekmektedir. Wolff’a göre bu yeni yöntem aynı zamanda ontolojiyi de bilimsel kılacak ve dolayısıyla onu temel bir bilim yapacaktır. Ontoloji ancak tanıtlamalı yöntem ile bir bilim olma kıstasını yerine getirecektir. Yukarıda Hegel’den aktardığımız “tanıtlanmış” kavramı, Klasik Alman Felsefesi’nde oluşmuş olan, felsefeyi tanıtlamalı yani kendi kanıtını yine kendisi getiren bir bilim olarak kurma çabasına işaret etmektedir.

Bununla tam olarak neyin kastedildiğini açıklamak için, Hegel’in yukarıdaki iddiasının ilk bölümündeki “kendini tasarlayıp kuran yol” kavramına yakından bakmamız gerekmektedir. Zira Hegel’e göre felsefe tam da bu kavramın tutarlı bir şekilde uygulanması sonucu ancak “nesnel” yani “tanıtlanmış bilim olabilir”. Hegel, “kendini tasarlayıp kuran yol” ile neyi kastediyor? Felsefenin kendisini tasarlayıp kuran bir yol üzerinden bilimselleşmesi ne anlama gelmektedir? Bu sorunun yanıtını vermek için tekrar Wolff’a dönüp, tanıtlamalı yöntem ile elde edilmek istenenin ne olduğuna yakından bakalım. Wolff, tanıtlamalı yöntem üzerinden ontolojiye sinmiş olan ve Leibniz’in de eleştirdiği kavramların “karanlık” oluşunu aşmak istemektedir. Felsefenin yeniden kuruluş dönemlerinde doğal olarak hep karşılaştığımız bir durumdur bu. Kavramların yeterince açık olmayışı, onların “nominal tanımlar” yoluyla basit bir şekilde kurgusal olarak kazanılmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Wolff nominal tanımlar yerine “real tanımların” temel alınmasını önermektedir ve bunu İlk Felsefe veya Ontoloji adlı eserinde bir pasajda şöyle tanımlıyor: “Açık kavramlarımızı biz eşyaların kendilerinden yarattık; benim kanaatime göre, tüm felsefede, kendini başkalarının düşüncelerine göre yönlendirmek yerine bu kavramlara uygun çalışılmalıdır” (Wolff, 2005, s. 13).

O halde, Wolff’a göre, kavramların açıklığı, birtakım düşünsel ön kabullerle, basit, kendi içinde döngüsel akıl yürütmeler üzerinden ulaşılan tanımlarla değil, bizzat nesnelerin kendilerinden kazanıldığı oranda sağlanır yani, diğer bir deyişle, kavramlar hakikati bir aynada yansıtır gibi yansıtarak apaçık olurlar.

Wolff’un yöntem bakımından matematikten ontolojiye dönüşü mantık teorisi bakımından elbette sonuçsuz kalamazdı. Hâlihazırda Leibniz’in Monadoloji’si içeriksel mantık kuramına yönelmiştir. Bu nedenle Otfried Höffe’nin (1983) Kant’ın kuramı için yapmış olduğu belirlemeyi yani Kant’ın mantık kuramının sadece formel bir mantık kuramı olmadığı, tersine, hakikati edinmeyi amaçlayan bir mantık kuramı olduğu belirlemesinin Wolff’un 1730’dan itibaren geliştirdiği mantık kuramı için de geçerli olduğunu ileri sürebiliriz (s. 88). Yukarıda alıntıladığım yazısında Tutor (2018), “Wolff ’un yönteminin çekirdeğini kanıtlar ve tanıtlamalar oluşturmaktadır” (s. 74) diyor. Onun felsefeyi bilim olarak kurma çabasında felsefesine nitelik kazandıran öncelikle üç kavrama dikkat çekiyor. Bunlar; birincisi, bir nevi “basiret” veya “beceri” (habitus, Fertigkeit) olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit bilimsel çalışma yeteneğidir. Bu yeteneğin sürekli bir şekilde yeniden elde edilmesi gerekmektedir. Bu ancak bilimsel çalışma yeteneği kendisini sürekli yenilerse mümkün olabilecektir. Öyleyse, felsefenin, Wittgenstein’dan esinlenerek söyleyecek olursak, başkaları için felsefe yapmak yerine onlara kendileri için felsefe yapmasını öğretmesi gerekmektedir. Tutor, bunu Wolff’un felsefesinin “dinamik boyutu” olarak tanımlıyor. İkincisi, mantık çerçevesinde iş gören “ilişkilendirme” (connexio, Verknüpfung) kavramıdır. Buna göre öncül ile sonuç arasında sıkı bir mantıksal ilişki oluşturulmak zorundadır. Bu ilişki dolayısıyla kanıtlar ve tanıtlamalar oluşturulmaktadır. Tutor, connexio kavramı için Wolff’un ortaya koyduğu “tüm sistemi bir arada tutuyor” diyor. Bundan da anlaşılacağı gibi Wolff bir sistem teorisyenidir. İlişkiselliği temel edinmiştir. Üçüncüsü, bu sürecin sonunda yani bilimsel çalışma becerisinin bilgi edinmek amacıyla işletilmesi ve yöntemin uygulanması sonucu en yüce erek ve sonuç olarak “kesinlik” (certitudo, Gewissheit) ortaya çıkar. (Tutor, 2018, s. 74) Bu kavramlar felsefeye anlamlı bir gözle bakmayı mümkün kılmaktadır. Nedir öyleyse felsefe ve bu tanım Hegel’in tanıtlanmış bilim olarak felsefe kuramı için neden önemlidir? Her şeyden önce Wolff’a göre, “felsefe bilimdir”. Fakat felsefe “bilimlerin genel kavramı”dır (generalem scientiarum). Felsefe bir bilimdir, fakat “evrensel niteliğe” sahiptir. Bu nedenle felsefe “evrensel bilim”dir ve tanımı gereği “tüm gerçekleri” kapsamaktadır. Buraya kadar aktardıklarımız Wolff’tan önce örneğin Descartes’ta, Leibniz’te ve başka filozoflarda farklı biçimlerde felsefeye dair yaygın olan bakış açısıdır. Fakat Wolff’un felsefe tanımı yaygın olanı tekrarlamakla sınırlı değildir. Onun felsefe tanımında yeni olan, onun, felsefeyi “tüm mümkün şeylerin bilimi” olarak tanımlıyor olmasında yatmaktadır. Felsefe, diğer adıyla “dünya-bilgeliği tüm mümkün şeylerin, nasıl ve neden mümkün olduklarının bir bilimidir” (Tutor, 2018, s. 75). Wolff felsefeyi “tüm mümkün şeylerin” bilimi olarak tanımlarken, felsefenin evrenselliğine gönderme yapıyor. Bu bakımdan felsefe tekil bilimlerden farklıdır. Farklı bir soyutlama düzeyinde, geneli kavrayabileceği bir bakış ile çalışır. Fakat onun tanımının ikinci kısmı bu kapsayıcılıkta açıklamayı, eş deyişle mümkün (möglich) olanların “nasıl ve neden mümkün” olduğunun açıklanmasını talep etmektedir. Öyleyse felsefe Wolff’a göre betimlemekle yetinemez. Zira “var olan her şeyin bir nedeni vardır” ve bundan dolayı “hiçbir şey olan hakkında hiçbir şey düşünülemeyeceği için, var olabilecek her şeyin, var olmamak yerine daha çok neden var olduğunun bir yeter-nedeni olmak zorundadır” (Tutor, 2018, s. 80; vurgular benim). Öyleyse felsefenin, varlığın varlık nedenini ortaya koyması, eş deyişle varlığı varlık olarak temellendirmesi, varolanların neden ve nasıl var olduğunu açıklaması gerekmektedir. Wolff ’un bu tanımında felsefede süreçsel düşünmeye dair bir talep vardır. Tutor bunu “felsefe, mümkün olanın gerçekleşmesi koşuluyla, mümkün olanın bilimidir. Felsefe, mümkün olanın gerçekleşme süreci ile uğraşan bilimdir” (Tutor, 2018, s. 76; vurgular benim). Bu belirlemenin ardından Tutor (2018), Wolff’tan şu önemli cümleyi aktarıyor: Felsefe “mümkün olanın gerçek (wirklich) oluşunun” bilimidir (s. 76). Wolff’a göre hakikat “mümkün olanın hakikat olmasıdır” (wirklich werden des Möglichen) (s. 78), çünkü, diyor Tutor (2018), “mümkünlükten aktüelliğe geçip gitmek için mümkün olanın gerçekleşmesine (Verwirklichung) ihtiyaç duyulmaktadır” (s. 78).

Şimdi Wolff’un connexio kavramına yani öncülü sonuç ile mantıksal olarak ilişkilendirme talebine bu son söylediklerimizin ışığında geri dönelim. Wolff’un öncül ile sonuç arasında mantıksal tutarlılık talebi “mümkün olanın hakikat olması” ile ilişkilendirerek düşünülmezse, sanki Aristoteles’ten beri bildiğimiz formel mantıksal bir talebi yeniliyormuş gibi algılanabilir. Fakat Wolff connexio talebini Aristoteles’in dinamis (δύναμις) ve energeia (ἐνέργεια) yani sıkı mantıksal ilişkiyi potansiyel olan ile aktüel olan arasında kurmayı talep etmektedir. Wolff bu talebiyle formel mantığın sınırını çoktan aşıp içeriksel mantık çerçevesinde varlıkta varolanların (Dasein) neden ve nasıl var olduğunun bir süreç olarak ortaya konmasını (demonstrieren, tanıtlama) ve açıklanıp kavramsallaştırılmasını talep etmektedir. Bunu yapabildiğimiz oranda varolanın oluşumunun tam bilgisine ulaşmış oluruz ki, buna artık certitudo koşulunu yerine getiren kesin bilgi olarak bakabiliriz. Felsefe bunu yapabildiği oranda kendi etkinlik alanının koşulları çerçevesinde bir bilimdir ve genelleştirerek ortaya koyduğuna bilimseldir denebilir. Wolff’un potansiyel olanın aktüel hale gelmesinin bir bilimi olarak felsefeye dair kavrayışında, Hegel’in ontolojiyi, epistemolojiyi ve yöntem bilimini diyalektik bir kurgu çerçevesinde bir araya getiren mantık kuramının nüvesi neredeyse her bakımdan hazır olarak bulunmaktadır.

Hegel Mantık Bilimi’nde, işi sanki Wolff’un bıraktığı yerden devam ettirmek istediğini belirtir: “Eğer felsefe bilim olacak ise, yöntemini, başka bir yerde hatırlattığım gibi, matematik gibi alt bir bilimden ödünç alamaz” ve aynı zamanda bir Kant eleştirisi olarak da alınabilecek bir pasajda şöyle devam ediyor:

…içe bakışsal kategorik teminatlarla yetinemez veya dışsal yansısal düşünme nedeniyle akıl yürütmeden yararlanamaz. Tersine, bilimsel bilgi ediniminde kendi kendisini hareket ettirmesi gereken sadece içeriğin doğası olabilir –ki kendi belirlenimini önce kendisi koyup başlatan ve yaratan içeriğin bu kendi yansımasıdır. (Hegel, 1972, s. 16)

Hegel, Mantık Bilimi’nin birinci baskısına yazdığı “Önsöz”de yaptığı bu belirlemesini eserinin “Nice” üzerine olan bölümünde şöyle açıklıyor. Bu bağlamda Hegel felsefenin Wolff’un talep ettiği gibi matematik ve geometri de dâhil olmak üzere neden tüm bilimlere temel oluşturduğu sorusuna da açıklık getirmektedir:

Fakat matematik, fiziğin büyüklük belirlenimlerini, eğer onlar uğrakların nitel doğasını temel edinen yasalarsa hiçbir şekilde kanıtlayamaz; şu basit nedenden dolayı, çünkü bu bilim felsefe değildir, kavramdan hareket etmez ve bu nedenle nitel olan, eğer basit bir şekilde deneyimden elde edilmezse, onun alanı dışında yatmaktadır. (Hegel, 1972, s. 321)

Hegel, Mantık Bilimi’nden aktardığım bu pasajda hem matematiğin konusu itibarıyla genel veya temellendirici bir bilim olamayacağını ileri sürüyor ve hem de felsefeyi tüm bilimleri temellendiren bir bilim olarak tanımlıyor. Elbette Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi de benzer bir amaçla kaleme alınmıştır. Felsefenin genel temellendirici bir bilim olabilmesi için tanıtlanmış olması koşulu vardır ve bunun için “kendi kendisini hareket ettirmesi gereken sadece içeriğin doğası” olması gerekmektedir. Hegel’in bu belirlemesi doğrudan kavram teorisine gönderme yapmaktadır. Aristoteles örneğin Fizik kitabında modernlere temel oluşturan bir bakış ile bir şeyin bilgisinin edinilmesi sonucu oluşan kavramın ancak onun varoluş sürecinin tamamının kavramı olabileceğini belirtmiştir. Fakat Hegel’in burada vurguladığı içkinlik ilkesi aynı zamanda hem Spinoza’ya ve hem de Wolff’a karşı da yapılmıştır, çünkü “dışsal yansısal düşünme”, nesnesini kapsayıp kavrayamadığı için, ‘şeklî düşünme’ olmanın ötesine gidemez. Bu durumda Hegel’den hareketle onların da geometrinin ve matematiğin etkisinden tam olarak kurtulup, genel-tikel bilim olarak felsefeye felsefenin ihtiyaç duyduğu kendi yöntem ve araçlarıyla bakamadıklarını ileri sürebiliriz. Bu bağlamda Kant’ın (1964) Metafizik Üzerine Dersler’inde nesnel mantık yani varlık ve öz mantığı üzerine yapmış olduğu çözümlemeleri devreye girer (s. 29-42) ve Hegel işe oradan başlanması gerektiğini düşünmektedir. Zira Hegel’e göre mantık alanında Kant’tan sonra gözlenen gelişmeler, Kant’ın nesnel mantık üzerine ortaya koyduklarının gerisine düşmüştür.

Doğan GÖÇMEN