Hegel’de “Nesnel, Tanıtlanmış Bilim” Olarak Felsefe Kavramına Giriş

Tanıtlanmış Bilim Olarak Felsefeye Dair Öndüşünümler

Felsefenin, örneğin Wolff ’un önerdiği ve Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde halihazırda uygulamaya çalıştığı gibi salt formel düşünmenin sınırlarını aşacak ve hakikati içeriksel olarak kavrayacak bir praksis felsefesi olacak şekilde yeniden kurulması, diğer bir deyişle gerçek anlamda sağlam ontolojik temellere dayanan içeriksel bir felsefenin kurulması, her şeyden önce felsefenin kendisinin kendi içinde yaratmış olduğu ikilemlerin aşılmasını şart koşar. Felsefenin bütün bir sistem olarak ontolojiden ahlak felsefesine kadar bir dünya tasarımı olarak kurgulanması talebi, Thales’ten beri tüm felsefenin ve Descartes ve Hobbes’tan beri de modern felsefenin gündeminde bulunmaktadır. Bu talep felsefenin kendisini yeniden kurma sorunuyla karşı karşıya olduğu her dönemde yenilenir. Bu nedenle Hegel’in, tüm felsefe tarihini, felsefenin bütünlüklü bir sistem olarak oluşma tarihi olarak almasından daha doğal bir şey olamaz. Felsefeyi yeniden kurmak sorunuyla karşı karşıya olunduğu her yeni döneminde çağın sorunlarının ve bakış açısının ışığında tüm felsefe tarihinin de yeniden kurgulanması kaçınılmaz olur. Fakat felsefenin dünyayı yansıtan bütünlüklü bir sistem olarak kurulabilmesi için kendi içinde oluşmuş olan ikilemleri veya düalizmleri aşması gerekmektedir. Bu, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nden beri açıkça formüle edilen bir talep olmuştur. Bilindiği üzere Hume’un şüpheciliği, mutlak teklikleri ikiliklere dönüştürmek ile ilgilidir. Bu nedenle Hume her şeyin karşısına kendi zıddını koyar. Bu, diyalektik bakışın hazırlayıcısıdır. Fakat Hume “töz” kavramını reddettiği için onların arasındaki bütünlüğü ve kapsayıcı dolayımı sergileyemez, akışkanlığın nasıl mümkün olabileceğini gösteremez. Bu, Kant’ın “Antinomiler” kuramının çıkış noktasıdır ve Saf Aklın Eleştirisi’nde “Antinomiler” bölümünde formüle edilen ve modern felsefenin çözmesi için gündeme taşınan çelişkiler, aynı zamanda felsefenin bütünlüklü bir sistem olarak kurulması talebini içermektedir. Peki, söz konusu düalizmler nasıl aşılacaktır? Bu ancak ikilemi oluşturan zıtların birliği rasyonel bir çerçevede düşünülebildiği oranda mümkündür. Hegel, farklı ve özdeş olanın ilişkisel birliği anlamına gelen diyalektik felsefeyi bunun için geliştirmiştir. Bu nedenle Joachim Ritter (1969) haklı olarak Hegel’in felsefesinin “zamanın tarihsel oluşum ilkesi olarak çatallaşmadan” (Entzweiung) (s. 216) hareket ettiğini ileri sürmektedir. O halde, Hegelci felsefenin amacı, tüm ikilemlerin aşılabileceğini gösteren bir temel oluşturmak, bir perspektif sunmak ve bütünlüğün nasıl sağlanacağını gösteren bir süreç önermektir. Şimdi, yukarıda bu felsefenin tanıtlanmış bir bilim olmasına dair talebin modern felsefedeki kökenine baktıktan ve Hegel’e kadar olan gelişimini ve oluşumunu Wolff ve Kant bağlamında çok ayrıntılı olmamak koşuluyla sergiledikten sonra, Hegel açısından felsefenin nasıl tanıtlamalı bilim olabileceği sorusuna dönebiliriz.

Hegel, Mantık Bilimi’nin ilk baskısına yazdığı önsözde Kant’ın (1998) “düşünme tarzının devrimi” (s. 25) olarak tanımladığı Yeni ve Modern Çağa has düşünme tarzını hatırlatırcasına bilim ve bilimsel yaklaşımda bir devrim olduğuna işaret ediyor ve “bilimsel ele alışın” yani yöntemin “yeni bir kavramı” ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor (Hegel, 1972, s. 16). Hegel, ister yöntemsel olsun, ister biçimsel olsun, isterse içerik bakımından olsun, Kant ile arasındaki tüm fark ve ayrılığa karşın Kant’ın başlatmış olduğu felsefede devrim yapma çabasını devam ettirdiğini Mantık Bilimi’nde bir dipnotta hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıkça ifade ediyor. Şöyle diyor Hegel söz konusu dipnotta:

Bu eserde Kantçı felsefeyi sıkça göz önünde bulundurduğumu hatırlatıyorum (bazılarına bu gereksiz görünebilir), çünkü o (yakından belirlenmesi ve uygulamanın teker teker bölümleri başka yerlerde ve bu eserde de nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin), yeni Alman felsefesinin temelini ve çıkış noktasını oluşturmaktadır ve onun bu kazanımı, ona yönelik eleştiri ne olursa olsun azalmadan onundur. (Hegel, 1972, 59)

Fakat Hegel (1972) modern çağda “tinin özbilincinin” yani insanlığın kendi haline dair bilinç durumunda ulaşmış olduğu yeni aşamanın “mantığın şekline” (s. 13) henüz yansımadığını gözlemliyor. Böylelikle Hegel (1970), Hukuk Felsefesi’nde dile getirdiği “felsefe kendi çağını düşüncede kavramış olmaktır” (s. 26) ilkesine göre amacının yeni ve modern çağın özelliklerini yansıtacak bir şekilde bütün bir felsefeyi yeniden kurgulamak istediğini belirtmiş oluyor. Peki, Hegel’e göre felsefenin çağını düşüncede kavraması ne anlama gelmektedir? Hegel Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’inde felsefeye dair önerdiği bu tanıma şimdiye kadar çok dikkate alınmayan ayrıntılı bir sunuşta açıklık getirmiştir.

Hegel (1972), Mantık Bilimi’nin ilk baskısına yazdığı “Önsöz”de ortaya koyduğu yeni mantık kuramını doğrudan kendi çağıyla ilişkilendiriyor. Son çeyrek yüzyılda, diyor, “felsefi düşünme tarzının yaşadığı tam değişim” yani “bu dönemde tinin özbilincinin ulaştığı daha yüksek duruş noktası mantığın şekli üzerinde henüz çok az etkili olmuştur” (s. 13). Hegel’in, nihayet güneşin altında yeryüzünde yeni şeyler oluyor, diye kutladığı feodaliteden modern topluma geçiş artık ilkesel olarak tamamlanmıştır; “yeni bir var olma tarzının başladığı mayalanma zamanı geçmiştir” ve bu nedenle:

bilimde olduğu gibi hakikatte de doğmuş olan yeni tin kendisini bilimde henüz hissettirmemiştir. Fakat eğer tinin tözsel formu yeniden şekillendiyse, daha önceki oluşumların formlarını tutmak istemek her daim boşunadır; onlar solmuş yapraklardır, onların köklerinde oluşmuş olan yeni tomurcuklar tarafından itilip atılmışlardır.” (Hegel, 1972, 15)

Tarihte olduğu gibi düşüncede ve dolayısıyla felsefede de ilerlemeyi engelleme çabası boşunadır. Hegel’e göre her çağ kendisini kendi felsefi sistemlerinin çokluğunda bir bütün olarak yansıtır. Burada felsefenin kendisini her çağda yeniden kurması yani felsefenin çağını düşüncede kavraması, felsefe tarihinde süreklilik ve (yukarıda işaret ettiğim) felsefedeki düalizmlerin aşılması açısından ne anlama gelmektedir?

Her şeyden önce Hegel’e (1971) göre, felsefe bir kanaat, sanı ve inanç yığını değildir. Felsefede “kanaat” (Meinung) bulunmamaktadır ve “felsefi kanaat” (philosophische Meinung) (s. 30) diye bir şey de yoktur. Bu nedenle “felsefe tarihi” basit bir “kanaatler galerisi” (s. 30) veya “deposu” (s. 29) değildir. Nedir öyleyse felsefe? “Felsefe”, diyor Hegel Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’inde, “gerçeğin nesnel bilimidir.” (s. 30) Bununla Hegel tüm Alman felsefesinin, örneğin Wolff’un ve Kant’ın yukarıda sergilediğim çabalarını sürdürmektedir. Felsefeyi gerçeğe dair nesnel geçerlilik talebi olan bir bilim olarak tanımlamak, onu, Hegel’in yaptığı gibi, tarihselleştirmek ile çelişmez mi? Hegel’e göre çelişmez, çünkü felsefi düşüncenin nesnel geçerliliği ancak kendi tarihselliği içinde mümkündür. Fakat bu durum felsefenin kendisini yeniden kurma göreviyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Şöyle ki, Hegel burada felsefe “kanaatler galerisi” (s. 30) veya “deposu” değildir derken, Platon döneminde oluşan dóxa (δóξα) ve epistêmê (ἐπιστήμη) karşıtlığından hareketle kendi çağında oluşmuş olan kanaat ve gerçek (Meinung ve Wahrheit) karşıtlığına dikkat çekmektedir. Bu karşıtlık Eskçağda Atina’da ve Roma’da çöküş dönemlerinde görüldüğü gibi Ortaçağın çöküş döneminde de gözlenmiştir ve bugün de ve her tarafta gözlenmektedir. Bu gelişme sonucudur ki, “akıl kendisini geçerli kılmıştır, inancı otoritesinden etmiş, Hıristiyanlığı akıllı kılmış, böylelikle bir şeyi tanımak için kendi kavrayışımın, kendi kanımın (Überzeugung) elbette yalnızca benim için bağlayıcılığı olmalıdır” (s. 31) koşulu oluşmuştur. Diğer bir deyişle birey birey olarak kendi duygu, düşünce, değer ve arzularıyla ciddiye alınmalıdır.

Hegel, akıl “inancı otoritesinden etmiştir” derken, genel anlamda kesin bilgiye değil, sadece tahmine ve inanca dayanan düşünme tarzının Yeniçağ ile birlikte karşı karşıya kaldığı ilkesel eleştiriye dikkat çekmektedir. Zira gerçek bilgiye dayanmayan düşünme ne bilinç ne de özbilinç olma koşuluna yetebilir. Bu nedenle Hegel “akıl kendisini geçerli kılmıştır” derken kendi çağında etkin olan düşüncenin gerçeğe uygun kılınmış haline işaret etmektedir. Aynı şekilde Hegel, akıl yani gerçeğe uygun olan düşünme tarzı “Hıristiyanlığı akıllı kılmıştır” derken, Almanya’da özellikle Philipp Melanchton, Martin Luther ve Thomas Münzer gibi isimlerle ilişkilendirilen Reformasyon hareketi ile başlayan inancı dünyevileştirme ve akla dayandırma hareketine dikkat çekmektedir. Dieter Henrich (2010), Reformasyon ile başlayan din eleştirisinin Hegel’in sisteminin tarihsel koşullarından birisi olduğuna dikkat çekmektedir (s. 53). Hegel’in Jena öncesi metinleri Wilhelm Dilthey ve Herman Nohl tarafından (1907) “teolojik gençlik yazıları” olarak sunulsa da ve bu, İngilizce baskısında T. M. Knox (1975) tarafından üstlenilmiş de olsa aslında bunlar dönemin kurumlaşmış pozitif dinine, felsefesine ve politikasına dair eleştiri geliştirmeyi amaçlayan metinlerdir. Almanya’da bu din eleştirisi Ludwig Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü adlı eserinde doruğuna ulaşır. Öyle ki, genç Marx Yahudi Sorunu Üzerine gibi erken dönem metinlerinde Almanya’da din eleştirisinin artık hâlihazırda tamamlandığından ve artık politik eleştiri döneminin başladığından hareket edebilmektedir. Hegel öğrencilik yıllarında Rousseau ve Kant’ın etkisiyle “Aydınlanmış din” anlayışını temel edinmiştir ve arkadaşı Schelling ile beraber kurumlaşmış din anlayışına karşı “eleştirel teoloji” anlayışından hareketle ilk Hıristiyanlık öğretisi ile Kantçı saf akıl kavramının birbiriyle özdeş olduğunu kanıtlamaya girişmiştir.

Hegel’in burada “gerçek” kavramı ile “akıl” kavramı arasında kurmuş olduğu ilişki, son derece ilginçtir ve felsefenin ilkesel olarak kendi içinde birliği olan zorunlu çoğul yapısına işaret etmektedir. Hegel’in bu belirlemesi aynı zamanda gerçeğin ve aklın doğasına ilişkin şimdiye kadar yeterince algılanamayan derin belirlemeler içermektedir. Gerçek elbette tektir. Gerçeği örneğin postmodernist filozofların önerdiği anlamda yalnızca tekliklerin çokluğu olarak kavramak, gerçeğe dair tartışmayı baştan anlamsızlaştırmaktadır. Zira gerçek üzerine olan tartışma gerçeğe dair kavrayışları ortaklaştırma çabasından kaynaklanmaktadır ki, bu, gerçek arayışının aynı zamanda onu ortaklaştırma çabasını içerdiğini gösterir. Bu ise, gerçeğe dair tartışmada ta başından itibaren gerçeğin tek olduğu ön kabulünden hareket edildiğini göstermektedir, çünkü eğer gerçek tek olmasaydı, ona ilişkin kavrayışları ortaklaştırma çabası anlamına gelen tartışmaların bir anlamı olmazdı. Fakat gerçek rastgele, herhangi bir düşünme tarzı veya yöntemiyle bilinemez. Gerçeğin bilgisinin, düşüncenin yöntemle tutarlı olma, gerçeklik ile uyumlu olma, geçerli olma ve öznelerarası pratik eylemliliği mümkün kılma şartı bakımından sistematik olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Her şey gibi, gerçeğin kendisi gibi gerçeğe dair düşünce de oluşur, gelişir ve sonunda tarihsel olarak geçerliliğini yitirir. Fakat bu nedenle Hegel’e (1971) göre felsefe tarihini ne “bedensel olarak ölü, geçmiş bireylerin” ne de “her birinin diğerlerini öldürdüğü, gömdüğü çürütülmüş düşünsel sistemler” (s. 35) yığını olarak almak gerekmektedir. Felsefi düşüncelerin tarihsel olarak geçerliliğini yitirmesi, onların “tarihin çöplüğüne” atılabileceği anlamına gelmemektedir. Felsefe tarihi canlıdır ve sürekli yeniden oluşmaktadır. Felsefi düşüncelerin çokluğu felsefenin özünde vardır. Düşünce ancak bu koşulları yerine getirebildiği oranda yani kendisinde logosu barındırdığı oranda gerçeği bilebilme talebiyle ortaya çıkabilir. Kendisine ‘akıl’ dediğimiz düşünme tarzını aramamızın nedeni budur ve bu nedenle gerçek ancak akılla bilinebilmektedir. Eş deyişle akıl ile düşünmek belli bir düşünme tarzıdır ve düşünme tarzı ancak gerçeğe uygun olabildiği, kendisini gerçeğe uyarlayabildiği oranda, düşünme tarzı gidişinde kendisine gerçeği rehber edinebildiği oranda akıllı olabilmektedir. Ve tam da bu, aklın kendisini tek olan gerçeğe uyarlaması, aklın ve gerçeğe dair kavrayışın, ilk bakışta bir paradoks gibi gözükse de, çokluğunu mümkün kılmaktadır. Çokluğu bir arada tutan gerçektir, çünkü çokluğu oluşturan düşünceler gerçeğe dair düşüncelerdir. Hegel (1971) düşünce ve felsefe tarihine bu açıdan gerçeğin ve aklın canlı ve dinamik bir oluşum tarihi olarak bakmaktadır. “Bu kadar çok felsefelerin çokluğu felsefenin kendisine –felsefenin mümkünlüğüne- zarar vermez, tersine, felsefe biliminin varlığı için zorunludur ve zorunlu olmuştur; -bu onun özünde vardır” (37). Öyleyse hemen her şeyde olduğu gibi çokluk felsefenin de belirleyici özelliğidir. Felsefenin iç birliğini ve bütünlüğünü felsefede verilen yanıtlardan çok her yeni dönemde ortak olarak sorulan sorular oluşturur. Bu nedenle felsefede birlik ve bütünlük talebi hiçbir zaman kendi içinde çokluğun ortadan kaldırılmasını amaçlamaz, tersine, daha çok çokluğu canlı ve işlevli ve felsefeyi bir bütün olarak dinamik kılmayı amaçlar.

Doğan GÖÇMEN