Günaydın, Rojbaş, Pari luys, Sabahül Ful!

Berlin’de artık ağırlıklı olarak güneşli günlere uyanmasak da günaydın, rojbaş, բարի լոյս, صباح الفل! Diyanet İşleri Başkanı’nın, izleyeni ve ardında namaz kılanı bile sorgulanan, kendinden menkul bir lider olarak “günaydın ve tünaydın” selamlamalarını cahiliye dönemine ait olduğuna dair saptama yapması pek çok tartışmayı başlattı. Bu tartışmalar Türkiye’nin dinselleşen politikasını ve gündelik hayatını konu edinen endişelerini dillendirip 28 şubat’a selam çakarken, diğer kısmı aslında şeriat hukukuyla yönetilen bir din devletine dönüşme iddialarını gündemde tutuyor, endişelerini dile getiriyor. Daha ırkçı sosa bulanmış bir endişe ise “Araplaşma” veya literatüre daha hakim bir söylemle “Emevileşme” olarak da nitelendirenler de var. Halbuki Arapçada “günaydın”ın karşılığı, “yasemin dolu sabahlar”, “hayırlı sabahlar” veya “ışıklı sabahlar” gibi daha edebi selamlama bolca mevcut(muş).

“Günaydın” kelimesi ile selamlaşma tartışılmaya başlayınca ve bazı kesimler, birkaç senedir gündelik hayatımızdaki dinselleşmeye dair dönüşümü işaret edince aklımda iki tane anım belirdi. İlk Antep’e gidip göreve başladığımda günaydın’ımı ısrarla düzeltmeye çalışan taşra egemenleri ve bürokratlar. Benim orada yaşadığım deneyim, gündelik dil üzerinden politik pozisyon alma ve bir tahakküm kurma yarışı şeklindeydi. Rektörün kim olduğuna göre Cuma namazına gitme veya Ramazan’ın denk geldiği zaman diliminde yemekhaneye gitme kararlarının verilme veya sorulan sorunun cevabının her koşulda riskli olacağı hallerde “hayırlısı” denilerek cevap verilmemesi bana dinsellikten ziyade hep faşizanlaşmış bir gündelik hayatı anımsatır. Taşrada edindiğim en önemli deneyim, dinsel şemaları gündelik hayata en fazla dayatanların, dinsel pratikten en fazla uzak olanlardan gelmesiydi. Mütedeyyin olarak günümüzde literatürümüze sokulan hassasiyetleri bizlerin hayat tarzına burnunu sokmak için yeterli gerekçe olanların, aslında müminlikle alakasının olmadığı o kadar çok şey yaşadım ki bugün dinselleşme tartışmalarının sadece iktidarın her ölçekteki hegemonya krizini aşmak için bir baskı metodu olarak politize edildiğini söyleyebilirim.

Elbette bir sosyal bilimcinin gündelik hayata baktığı yer sadece kendisi ve karşılaştıkları olamaz. Benim taşra deneyimim Türkiye politikasına dair bana çok şey öğretti ancak, fanusumuzdan çıkmak ve şaşırmak dışında etrafa bakmak önemli. Bugün AKP’nin yönetemediği kriz, dinsel teamüllere göre kendi hayat pratiğini örgütleyen işçilerin itirazları, isyanları ve adalet arayışları, en az seküler hayat tarzını nostaljiyle özleyen ve bunu geçmişteki daha fazla hayatta kalma olasılığı sunan güzel günleri olarak belirleyenler kadar açık. Ortada olan gerçekler, borçlanma, işsizlik, yüksek kiralar, umutsuzluk karşısında bu sorunların üstüne basarak zenginleşenler ve hadsizce sözleriyle sivrilen bürokratlar.

Adaletsizlik ve demokrasinin aşınması, toplumsal barışı sokak sokak ortadan böyle kaldırırken; tam olarak aynı nedenle pudra şekerli bir zenginleşmeyi de beraberinde getirerek toplumsal çöküntüyü besliyor işte. Günaydın veya hayırlı sabahlar tartışmasını yaratmak, bugün 128 milyar’ın hesabını sormaktan veya HDP’ye açılan kapatma davası ile Demirtaş, Yüksekdağ, Kışanak gibi Kavala’nın da neden hapiste olduğu sorusunu cevaplamaktan, Sedat Peker’in iddialarının neden soruşturulmadığını sormaktan kaçınmanın en keyifli yolu olsa gerek egemenler için. Elinde kılıçla Ayasofya’da fetva veren ve 12,9 milyar TL bütçeye sahip olan bir kurumun başındaki devlet gücü olmasa arkasında kimsenin namaz kılmayacağı imam, bugün AKP içinde görevini en iyi yapanlar arasında. Her cümlesiyle tartışılması gerekenleri unutturan ve köpüklerle, iktidarın kendi gündemiyle hepimizi sersemletecek ve endişelere gark edecek tartışmaları kolayca açıyor. Bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 2022’de 3,2 milyarlık artışla 2022’de 16,1 milyar TL olacak. İki sene önce tarihin bir ironisi olarak tanımlamayacağımız, sembolik anlamlarını çok iyi bildiğimiz üzere Bomonti Bira Fabrikası olarak bilinen endüstriyel miras, Diyanet’e devredilmişti. Bugün, işçi işveren ilişkisinde ortaya dökülen insanları intihara sürükleyen çelişkileri, dinsel bir örtüyle kaplayarak öfkenin isyana dönüşmesinin en önemli engellerinden biri olarak önümüzde duruyor. Erdoğan’ın dinsel, yerli ve milli sahtekarlıklarla inşa ettiği faşizan gündelik hayat pratiği, bugün egemenlerin artık üstünü kapatamadıkları yolsuzluk, şiddet, çöküş ve talanı sürdürmek için tek çareleri.

Türkiye’de bir şeriat devleti riski üzerine konuşmak, sermaye birikim sürecinin ihtiyaçlarını ve iktidarın sıkışmışlığına rağmen ezilenlerin beraberce örgütlenmesini hala engelliyor. Erdoğan ve çetesinin hayatımıza yaptığı saldırılar, bize dinsel bir yol falan dayatmıyor; onların anlayışlarına biat etme yolunu dayatıyor. Zira 12 Eylül 1980 ve 12 Mart Muhtırası, hatta daha öncesinde sosyalist hareketlere karşı geliştirilen yeşil kuşak projesi, barış ve demokrasinin her zaman karşısında bir örgütleyici dinamik olduğunu ortaya koyuyor bu hareketin. Dolayısıyla konumuz, özgürlüklerimizi ve hayatımızı, farklılıklarımızı koruyarak savunmak: “günaydın”, “rojbaş”, “pari luys”, “Sabahül Ful!”…

Nevra AKDEMİR
Latest posts by Nevra AKDEMİR (see all)