Gelir Adaletsizliği Büyüyen Türkiye’nin Derinleşen Yarası

Türkiye ekonomisi 2023’te %4,4 büyüdü. Bu, kağıt üzerinde etkileyici bir oran gibi görünebilir; ancak bu büyümenin gerçekte kimlere yaradığına bakmadan bu başarıyı kutlamak yalnızca bir illüzyondan ibaret olur. TÜİK verileri, gelir dağılımındaki adaletsizliği açıkça gözler önüne seriyor. Zengin daha zenginleşirken, geniş halk kesimleri bu büyümenin meyvelerine uzaktan bakmaya devam ediyor.

Hizmet sektörü ve büyük şehirlerde yoğunlaşan sermaye, büyümenin asıl kazananları oldu. Turizm, ticaret ve finans gibi sektörlerde elde edilen yüksek gelirler, zaten üst gelir grubuna ait olanların servetine servet kattı. Buna karşılık, tarım sektörü %2,4 küçülerek kırılganlığını bir kez daha ortaya koydu. Tarımda çalışan milyonlarca insan, ekonomik büyümenin nimetlerinden faydalanamamakla kalmadı, aksine gelir kaybı yaşadı. Kırsaldaki bu yoksullaşma, “büyümenin adaletsizliği”nin en çarpıcı göstergelerinden biri.

Bölgesel eşitsizlikler de alarm veriyor. İstanbul gibi şehirlerde kişi başına gelir artarken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi bölgeler bu büyümenin dışında bırakıldı. Bu coğrafyalarda yaşayan insanların yaşam standardı giderek gerilerken, ülkenin kalkınma pastasından pay alma şansı neredeyse tamamen ellerinden alınmış durumda. Yıllardır süregelen bu eşitsizlik, yalnızca ekonomik değil, siyasi ve sosyal bir soruna da dönüşüyor.

2023’te gelir dağılımındaki bozulmanın en somut göstergesi, Gini katsayısının 0,41’e yükselmesi oldu. En zengin %20’nin gelirden aldığı pay, %48’e çıkarken en yoksul %20’nin payı %5,7’ye düştü. Bu, toplumsal servetin yarıya yakınının bir avuç insanın elinde toplandığını kanıtlıyor. Türkiye, bu tabloyla yalnızca ekonomik olarak değil, ahlaki olarak da sorgulanmayı hak ediyor. Zengin ile yoksul arasındaki bu derin uçurum, sadece ekonomik politikaların değil, toplumsal düzenin de köklü bir eleştiriyi hak ettiğini gösteriyor.

Halkın büyük kesimi borç içinde yüzüyor, temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor, eğitimden sağlığa birçok alanda ciddi hizmet eksiklikleriyle karşı karşıya. Buna karşılık, bütçeden yapılan harcamaların önemli bir kısmı sosyal transferlere değil, belirli sermaye gruplarını desteklemeye gidiyor. Eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda bile kaynakların sınırlı kalması, “halk için ekonomi” anlayışının sistemden tamamen silindiğini gözler önüne seriyor.

Bir toplumun gelişmişliğini büyüme oranları değil, bu büyümenin nasıl paylaşıldığı belirler. Türkiye ekonomisi büyürken, milyonların bu büyümeden dışlanması kabul edilemez. Gelir dağılımındaki bu adaletsizlik, yalnızca ekonomik bir sorun değildir; bu, toplumun temel değerlerine bir saldırıdır. Gerçek kalkınma, toplumun tamamının refahını hedefleyen bir anlayışla mümkündür. Bunu başarmak, siyasi ve ekonomik bir tercih meselesidir. Ancak şu anki düzen, bu tercihi halktan yana yapmaktan uzak görünüyor.

Ekonomik büyüme hikayeleri, eşitsizliği görmezden geldiğinde anlamını yitirir. Türkiye, sadece rakamlarda değil, toplumsal adalette de büyümenin yollarını aramalıdır. Adil bir paylaşım olmadan kalkınmadan bahsetmek mümkün değildir.