Pek çok alanda amorfluğun hâkim olduğu burjuva faşizm literatüründe, büyük ölçüde mutabakat sağlanan ve adeta tartışma dışı sayılacak kadar bir netlik hali gördüğümüz başlıklar da mevcut. Faşizmin kapitalizmle ve emperyalizmle ilgisi yoktur; her ne kadar faşizmin iktidar olmasında liberallerin ve özellikle de muhafazakarların önemli bir rolü olsa da bu iki akımın faşizme, faşizmin de onlara karşıtlığı söz konusudur; hatta güçlü bir liberalizm ve muhafazakarlık tam aksine faşizmin başarılı olmasının önündeki en önemli engeldir; faşizmi, büyük sermaye hatta küçük burjuvazi ve alt orta sınıfla ilişkilendiren sınıf eksenli yaklaşımlar yanlıştır, bu görüşlerin aksine faşizmin bütün ulusa ve sınıflara seslenen ve onlardan destek bulan bir kitle hareketidir.
Faşizmi yerleşik devlet ve yerleşik yönetici elitlerle ilişkilendirmemek çabası
Bu mutabakata bu başlıkta ele alacağımız konuyu da rahatlıkla ekleyebiliriz, faşizmle verili devlet ve yerleşik yönetici seçkinler arasında birbirini besleyen bir ilişki yoktur; aksine verili devletler ve onların yerleşik yönetici elitleri de faşizmin düşman tanımı içinde yer almaktadır ve faşizmin iktidarı sırasında da aralarında görünür düzeyde çelişki ve çatışma söz konusu olmuştur. Literatürün neredeyse tamamen ağız birliği içinde olduğu saptamaya göre faşizm, verili devlete ve sisteme musallat olan dışsal bir güçtür. Verili devleti ve sistemi feshetmeye ya da fethetmeye çalışır. Griffin’in ifadesiyle bir kör kuyuyu andıran burjuva faşizm literatürü bu başlıklarda o kadar berraktır ki; bu savları temellendirmek için fazlaca satır harcamaya bile gerek görmez; herkesçe apaçık ve tartışmasız bir gerçeği dillendirir edasında söyler ve geçer.[1] Bu bölümde literatüre egemen olan bu saptamayı yine bizzat aynı literatürde yer alan veri ve saptamalara dayanarak sorgulayacağız. Zira bu literatür kendi temel iddialarını yanlışlayacak bolca veri ve argümanı kendi içinde barındırmaktadır. Ama önce bizim bu konudaki fikrimizi kısaca özetleyelim.
Olağanüstü devlet biçimi faşizmin istisna hal; faşist parti iktidarı ve çatışma teorisi
Tekelci kapitalizme has olağanüstü devlet biçimi olarak faşizm kural olarak büyük sermayenin belirli fraksiyonları ve yerleşik siyasi elitler (en azından bir bölümü) iş birliğiyle yürürlüğe konulur. Yani küçük burjuva reaksiyonerliği olarak ortaya çıkan ve zamanla faşistleşen hareketlerden birinin olağanüstü devlet biçimi olarak faşizmin doğrudan uygulayıcısı olması kural değil istisnadır. Bu partiler ancak sistemin ekonomik, siyasi ve ideolojik krizinin yerleşik siyasal ve kurumsal aktörlerin temsiliyet, güvenilirlik ve inandırıcılık kriziyle birleşerek daha da kuvvetlendiği, yani sistemin krizi yönetme ve seçenek üretme kapasitesinin iyiden iyiye daraldığı bir dönemde bir seçenek olarak gündeme dahil olabilecektir. Kurumlar enflasyonu, yetki çatışmaları vb. argümanları ele alırken akılda utulması gereken bir durumdur bu. Zira böyle bir seçenekte iktidara gelen partinin kendi tabanını ve özellikle kadro ve militanlarını tutabilmesi ve konsolide edebilmesi için devlet içinde kadrolaşma önemli bir araçtır. Hele de faşist iktidar döneminde kitle temelini oluşturan toplumsal kesimlere ekonomik anlamda verebileceği pek bir şey olmadığı düşünülürse. Bu teori bu anlamda doğruluk payı taşır ama sadece bu anlamda, temel konularda faşist parti ile yerleşik iktisadi ve siyasi elitler arasında bir çatışma ve anlaşmazlık yoktur, bilakis uyum hakimdir. Aksi halde ikili bir iktidarın birbiriyle çatışma ve rekabeti nedeniyle faşizm daha en baştan başarısızlığa ve çözülmeye meyyal zayıf bir rejim haline dönüşürdü, Gerçekleşenin tam aksi olduğunu biliyoruz.
Faşizm literatüründeki bu iddiayı önemsememizin nedeni, faşizmin verili devleti ve onun elitlerini tasfiyeye yönelen devrimci bir hareket dolaysıyla da kapitalizme, liberalizme, muhafazakarlığa, sermaye kesimine karşıtlığın bir ifadesi ve yine dolayısıyla komünizm ile aynı familyaya ait bir olgu olarak gösterme çabalarının bir kanıtı olarak sunulmasıdır. Dolayısıyla faşizmi tekelci kapitalizmin bir olağanüstü devlet biçimi olarak değil de yeni bir rejim ve devlet biçimi olarak tanımlanmasıdır. Eğer faşizm bir olağanüstü devlet biçimi olarak görülseydi, faşizmin bazı uygulamaları faşizm ve verili devletin kurumları arasındaki uzlaşmaz çelişkinin dışa vurduğu ciddi muharebeler gibi değil de olağanüstü devletin tabiatı gereği bazı kurum ve elitleri bypass etmesi olarak anlaşılabilirdi.
Olağanüstü devlet-yerleşik devlet ve çatışma teorisi
Önce faşizmin olağanüstü devlet olması anlamında yerleşik siyasi elitlerle -en azından belli bir bölümüyle- gerilimli bir ilişki olmasının şaşırtıcı olmayacağını hatırlatarak başlayalım. Olağanüstü devlet kavramı zaten olağan devlet kurumlarının belli bir bölümünün devre dışı bırakılmasını, geriye kalanların da işleyiş biçimlerinin değiştirilmesini anlatır. Olağanüstü devlette hukuk fiilen ortadan kaldırılmıştır. Bu devlet formunda karar ve inisiyatif süreçleri içinde eski yönetici elitlerden bazı aktörlerin de yer aldığı fakat dışarıdan devşirme kadroların da özel bir rol ve yetkiyle önemli bir inisiyatife sahip olduğu bir “çekirdek kadro”nun tekelindedir. Demek oluyor ki, eski devlet kurumlarının ve yerleşik yöneticilerin etki ve yetki anlamında irtifa kaybettiği bir devlet biçimidir bu. Faşizm ya da değil, eğer bir olağanüstü devletten söz ediyorsak eğer zaten eski devlet kurumları ve yerleşik yönetici elitler açısından da olağanüstü koşullardan söz ediyoruz demektir. Olağanüstü devlet formunda geçmişten devralınan kurumlarda yeni oluşturulan kurumlarda istisnai hal mantığı ile çalışır. İşler kanunlara, kurumsal geleneklere, geçmişten gelen oturmuş bir prosedürler dizgesine göre değil, kararnamelere, istisnai devleti ilan edenlerin gündelik karar ve emirnamelerine göre yürütülür. Bütün bunlar faşist ya da değil, bütün olağanüstü rejim ve devletlerin ortak özelliğidir. Ve bu form içinde yetkileri her an daraltabilen ve yeniden tanımlayabilen çekirdek güçle, yetki ve inisiyatif alanları her an daraltılabilir olanlar arasında bazen de gizli-açık çatışmalara varan gerilimli bir ilişkinin varlığı gayet normaldir.
Faşizmi küçültme enstrümanı olarak “çatışma teorisi”
Ek olarak burjuva faşizm literatüründe faşizmin yerleşik devlet ve sınıflarla çatışmalı ilişkisi İtalya ve özelikle de Almanya üzerinden yürütülür. Daha da ötesi İtalya faşizminde bu tür bir çatışma olmağı ya da uyumun çatışmaya göre çok daha baskın karakter taşıdığı aynı literatürün genel kabul gören bir başka savıdır. Bu durumda bu tezin tek dayanağı olarak Nazi deneyimi kalıyor. Çatışma teorisi böylece ve en nihayetinde faşizmi daraltmanın bir aracına da dönüşür.
“Faşizm alttan kitle aktivasyonuna dayanan ve verili devlet kurumları ve yönetici seçkinlerle çatışmalı olan diktatörlüktür.” Burjuva faşizm literatüründeki gizli mutabakatlardan biri de budur. Faşizmin alttan ve dıştan geldiği, bu nedenle de verili devlet ve yerleşik yönetici seçkinlerle çatışmalı bir ilişkiye sahip olduğu konusundaki bu mutabakat burjuva literatürünün “faşist minimum”unun da “kapsayıcı faşizm”inin de özü ve özeti durumundadır. Literatürde genel bir eğilim olarak verili sistem ve verili devletten kaynaklandığı aşikâr olan diktatörlükler “muhafazakâr otoriter diktatörlükler” olarak etiketlenip tümden faşizm alanının dışına çıkarılmaktadır. Ne var ki bu ayrım da ikna edici olamamaktadır zira yukarıda sayılan kriterler üzerinden bakıldığında amorf görüntüler taşıyan, sistemin dışından geldiği de alttan bir kitle aktivasyonuna dayalı olduğu da söylenemeyecek ama aynı zamanda verili devlet kurumlarının ve yerleşik yönetici elitlerin tümüyle ya da en azından bir bölümüyle çatışmalı bir görüntüye sahip bir dizi diktatörlük daha var. Japonya, İspanya, Yunanistan, bazı Güney ve Latin Amerika ülkeleri, bazı Doğu ve orta Avrupa ülkeleri gibi. Ve yine ultra milliyetçiliğini Mosse’nin ifadesiyle verili devlete bağlılıkla birleştiren bir dizi faşizan parti ve hareket olduğu da aşikâr. Faşizmi, “kitle mobilizasyonu üzerinde yükselen ve verili devletler ve onların yönetici elitleri ile çatışmalı bir ilişkiye sahip parti ve hareketler” ile sınırlamak, tüm diğerlerinin faşizm olmadığını söylemek demektir ki, bu faşizmin küçültülmesinden başka bir şey değildir. Literatürün kendine koyduğu sınıfsal kırmızı çizgiler bu başlık altında da kendini ortaya koyuyor. Ve doğal olarak geriye “faşizm muamması”, “faşizm karmaşası” gibi biçare serzenişler kalıyor. Faşizmi buradan tanımlamaya kalkınca, ister istemez tartışmalar, İtalya ve Almanya üzerinden yürütülmek ve faşizmi İtalya ve Almanya, hatta sadece Almanya’ya özgü bir olgu derekesine indirgemek konumuna geri çekiliyorlar. Ama gelin görün ki ağırlıkla bu iki örnek üzerinden tahlil çabaları bile dikiş tutmuyor. Literatürün bu konudaki ayrıksı ismi Mosse çıkıyor, yüksek sesle itiraz ediyor ve burjuva faşizm literatürünün bu en temel kabulünü dinamitliyor. Mosse’ye göre, faşizmin verili devlet ve yerleşik iktidar seçkinleriyle gerilimli ve çatışmalı bir ilişki yaşaması diye bir kural ve zorunluluk yoktur. Ne monarşiye başkaldırmamış Mussolini İtalya’sında ne de milliyetçiliklerini verili devlete bağlılıkla pekiştiren İngiltere, Hollanda. Belçika faşizmlerinde böyle bir çatışmacı ilişki yoktur; Doğu ve Orta Avrupa’da ise durum tersidir. Mosse’ye göre faşizmlerdeki bu farklı pozisyonlar bizzat faşizmlerin bakış açılarının farklılığıyla ilgili bir sonuçtur. Volk uğruna var olan tüm siyasi kurumları tasfiye etmeyi hedefleyen faşizmlerle, milleti var olan devletle birlikte tanımlayan faşizmlerin yaklaşım farkından kaynaklanan özgül durumlardır bunlar[2].
Nazi deneyiminde parti devlet ilişkisi: Çatışma ve uyum
Peki burjuva faşizm literatürüne hâkim olan faşizmin verili devlet ve yerleşik yönetici elitlerle çatışmalı bir rejim olduğu biçimindeki iddiasının nesnel verisel dayanakları neler? Aynı noktaya geri dönüyoruz Nazi deneyimi: İlk ciddi argüman Nazilerin var olan kurumların yanı sıra ve aynı alana yönelik bazı paralel kurumlaşmalara gitmiş olmasıdır.[3] Böylece Kershaw’ın “kurumsal anarşi”, Williamson’un “rakip hiyerarşiler tımarhanesi”, Brossat’ın “Polikrasi” diye tanımladığı bir manzara ortaya çıkmıştır. Griffin’e göreyse “Üçüncü Reich, siyasal erkin Hitler, yükselen ve düşen Nazi liderleri, parti, devlet, eski Weimar ve yeni Nazi kurumları, merkezi, bölgesel ve yerel yetkililer, polis, SS, ordu arasında eşitsiz dağıldığı, indirgenemez bir polikratik yapı”dır.[4] vb. İkinci önemli veri paralel kurumlaşmaların dışında kalan kurumlarda da faşist partiden gelen kadrolar ile yerleşik yönetici elitlerden gelen kadroların bir arada bulunması ve bu platformlarda yerleşik yönetici kesimlerle faşist kadrolar arasında zaman zaman krize dönüşen sorunların oluşmasıdır. Öne sürülen üçüncü veri ise iktidarı ele geçiren faşist hareketin kamu kurumlarını yığınsal biçimde kendi kadro ve militanlarıyla doldurmasıdır. Bu birikimsiz ve hotzotçu faşist kadrolaşma kamu kurumların koridorlarında ve odalarında yerleşik yönetici elitleri adeta kuşatma altına almıştır. Bütün bu verilerin gerçek olduğu ve yerleşik yönetici elitlerin canını sıkan gelişmeler olduğu konusunda kuşku yok. Ne var ki, bir yanında faşizm ve kadrolarının diğer yanında verili devlet ve onun yerleşik devlet seçkinlerinin yer aldığı, gizli açık süreğen bir muharebenin egemen olduğu kurum ve kadrolardan oluşan bir devlet tablosu resmetmek için yeterli veriler değil bunlar. İlk önce sadece Nazi deneyimine has uygulamaları genel faşizm uygulaması olarak lanse ettiği için ve ikincisi Nazi iktidarı döneminde bile işlerin paralel kurumlardan çok daha fazlasıyla devralınan kurumlar ve yönetici seçkinler eliyle yürütüldüğü gerçeği nedeniyle. Naziler elbette en başta gücü kendilerinde merkezileştirmek ve yanı sıra kendilerini güvence altına almak için bazıları da paralel kurumlarda olmak üzere kadrolaşmak ihtiyacı duymuşlardır. Yani Nazi iktidarının mevcut kurumların yanı sıra sadece faşist kadrolardan oluşan yeni ve paralel kurumlar oluşturduğu doğrudur, ama devralınan kurumları tasfiye etmediği ve faşist iktidar döneminde de işlerin belirleyici biçimde devralınan bu kurumlar üzerinden yürütüldüğü de bir başka doğrudur. Michel, “Hitler normal yönetime paralel biçimde gelişen uzmanlaşmış kurumlar – “gauleiterler”, “çalışma cephesi” bayındırlık işleri için Told örgütü, dört yıllık plan, Ribbentrop’un çalışma bürosu…. Rosenberg Kurulu ve tabi ki SS’ler- oluşturdu. Böylece yetkili kişilere başvurmadan önemli kararlar -ötenazi, Yahudi katliamı- alabiliyordu” diyor. Ama Michel’in söylediklerinin de ötesinde bu tercihin Hitler’in bir dönem kendisini hapse gönderen fakat daha sonra iktidara çağıran yerleşik devlet seçkinlerine ve egemen sınıf temsilcilerine karşı hala aşamadığı bir güvensizliği ile ilgili olması daha muhtemel görünüyor. Bu anlamda özellikle SS’lerin polis ve ordu örgütlenmesine kadar uzanan ayrı bir özel parelel varlık olarak yapısını koruması son derece anlamlı görünüyor. Fakat bu durum birbiriyle çatışan bir ikili devlet yapısının mevcudiyetine hiçbir biçimde işaret etmez. Böyle olması için devralınan ve inşa edilen kurumlar arasında bir yetki ve inisiyatif çatışmasının ötesine taşan politika ve perspektif farklılıklarına ilişkin emareler gerekirdi. Var olan yetki tartışmalarının az çok süreğen ciddi bir çatışmaya neden olduğuna ilişkin de öne sürülebilen hiçbir veri bulunmamaktadır. Michel’in aktardığı bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla işlerin bazı istisnai haller dışında esas olarak devralınan kurumlar eliyle yürütülüyor olması nedeniyle yetki tartışmaları da işleyişi etkileyecek düzeyde büyümemiş görünüyor.
Faşist kadrolarla egemen sınıf ve yerleşik yönetici elitlerin temsilcilerin birlikte var olduğu kurumlara bu iddia açısından baktığımızda, örneğin, ekonomi ve çalışma hayatı gibi alanlardaki kurumlarda büyük sermayenin, askeri alanlardaki kurumlarda yerleşik ordu elitlerinden gelen kadroların, eğitim ve kültür alanlardaki kurumlarda ise faşist kadroların daha öne çıktığı söylenebilir. Bu kurumlarda da zaman zaman iki kaynaktan gelen kadrolar arasında sürtüşmeler olmuşsa da bu sürtüşmeler bu kurumların belirli bir ortak program ve hedef doğrultusunda çalışmaları gerçeğine helal getirecek bir boyut kazanmamıştır. M. Brossat gibi kimi yazarlar rejimi, devletçi, yarı devletçi ya da partizan yetkilere sahip kurumların birbirine rakip olduğu ve iç içe geçtiği devlet, parti ve toplum arsındaki sınırların sık sık değiştiği ‘polikrasi’ olarak tanımlarke[5] tümüyle haksız olmasa da buradan süreğen bir faşistler ve verili devlet elitleri çatışması sonucu çıkarmak yanıltıcı olacaktır. Örneğin devletçi ya da yarı devletçi faşist kurumların varlığını faşistlere, serbest piyasacı ekonomiyi savunmanın yerleşik iktisadi ve siyasi elitlere atfedilebileceği türden bir yarılma yoktur ortada. Yanı sıra yürütmeyi güçlendirip diğer liberal devlet kurumlarını zayıflatan bir faşist kadro ile parlamentonun ve güçler ayrılığının savunucusu yerleşik elitler gibi bir ayrılık da söz konusu değildir. İçe kapanma, devlet ve büyük sermayenin iç içe geçtiği bir büyük sanayileşme siyaseti ve silah sanayinin bu çerçevede geliştirilmesi konusunda büyük sermaye, yerleşik siyasi elitler ve faşist parti arasında bir çatışma değil mutabakat vardır[6]Yine daha faşizmin iktidarından önce Brünning iktidarında yerleşik iktisadi ve siyasi elitler arasında, parlamenter sistemden başkancı tek adam rejimine geçilmesi doğrultusunda bir mutabakat vardı ve bu doğrultuda ciddi adımlar da atılmış bulunmaktaydı. Bu alanlarda faşizm döneminde atılan adımlar tüm bu kesimler açısından memnuniyet vericidir. Yine çalışma ilişkileri alanında uygulanan korporatist kurumlaşma sınıf mücadelesini dizginlemek, komünist tehdidin gücünü kırmak gibi belirleyici bir nedene dayanmakla birlikte yukarıda belirttiğimiz ekonomik ve siyasi hedeflerle tümüyle uyumludur ve bu alanda da devlet elitleri, büyük sermaye ve faşist parti arasında bir oydaşma vardır. Korporatist kurumlaşmada büyük sermaye temsilcileri sürecin yürütümünde başat bir konuma sahiptir vb. Bu alanda da kısa sürede elde edilen başarılar tüm taraflar açısından memnuniyet vericidir. Ortaya çıkan bu sonuçların, faşizmin hedeflerinde elde edilen böyle bir başarı tablosunun, birbiriyle ilişkisi esas olarak çatışmaya dayanan taraflar ve kurumlar tablosu içinde ortaya çıkması imkansızdı. Kurumlar ve taraflar arası çatışma açısından ileri sürülen üçüncü etken ise bu iddiaların zaten en zayıf yanıdır. Kamuya doldurulan vasıfsız ve çoğu lümpen bir kültürün temsilcisi faşist kadro ve militanların yerleşik yönetici elitlerin keyfini kaçırdığını, onlar için ciddi bir rahatsızlık kaynağı olduğunu tahmin etmek zor değil. Ne var ki bu uygulamanın yerleşik yönetici elitlere iktidarın kimde olduğunu anımsatma gibi bir boyutu da vardı ama en önemli amaç bizzat parti ve rejim için çok daha ciddi rahatsızlık kaynağı olma potansiyeli olan bir kesimin etkisizleştirilmesi, pasifize edilmesiydi. İktidarın alınmasından sonra ne bir faşist olarak ne de bir ara sınıf mensubu olarak beklentilerinin karşılanmadığını gören parti kadro ve militanlarını teskin edebilmenin, kontrol altında tutabilmenin ve pasifize edebilmenin bir yöntemiydi bu sonuncu uygulama. Bu kesimin zaten görevlendirildikleri kamu kurumlarının karar süreçlerinde yer alması söz konusu değildi. Zaten pek çoğu böyle bir kapasiteye de sahip değildir.
Yani ortada bir partinin mutlak iktidarı koşullarında yerleşik bürokrasi ile yaşanması muhtemel sürtüşme ve gerginlikleri aşan bir çatışma durumu tablosu yoktur. Alınan kararları uygulama hızı karar ve uygulama süreçleri açısından bir hantallığın mevcut olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak dışardaki bir düşman güç tarafından feshedilen ya da fethedilen bir devlet ve bu fetih ve fesih çabasına direnen yerleşik iktisadi ve siyasi elitler gibi bir smanzara yoktur ortada. Ortada olan Hitler ve yakın kadroları + yerleşik yönetici elitler+ büyük tekellerin temsilcilerinin dümeninde olduğu bir olağanüstü devlet formudur. Bu bileşimin karar verici çekirdeği içinde süreğen bir gerilim ve çatışma olduğuna dair hiçbir emare yoktur. Eğer böyle olsaydı bunun pratiğe yansıyan çok ciddi sonuçları olurdu zaten. Anlatılanlar bu merkezi çekirdeğin alt kurumsal ve kadrosal uzantılarıyla ilgilidir ama oralarda da bu çelişki ve gerilimlerin ciddi bir krize dönüşmesi nadir rastlanan bir durumdur. Elbette bu “ikili yapı”nın yarattığı huzursuzluklar, neden olduğu baş ağrıları olmuştur. Ama bu iki farklı program ve politikaya dayalı bir ikili yapı, yani kelimenin gerçek anlamında bir ikili yapı olmadığı için politika belirleme ve uygulama süreçleri üzerinde belirleyici bir etkisi olmamıştır. Dolayısıyla çoklu, uyumsuz ve rekabetleri sıklıkla çatışma haline dönüşen iktidar odaklarının varlığını çağrıştıran “kurumsal anarşi”, “rakip hiyerarşiler tımarhanesi” gibi tanımlamaların gerçeğe göre oldukça abartılı tasvirler olduğunu söylememiz gerekir. Böyle bir kurumsal yapıyla her biri önemli bir merkezi disiplin ve hızlı hareket kabiliyeti gerektiren üretim ve sanayileşme, tabana yönelik sosyal-kültürel ve ideolojik kurumsal organizasyonlar ve elbette ki savaş seferberliği hayata geçirilemezdi. Faşist 3. Reich’ın çöküş sürecinde bile bu tür kurumsal anarşi ve çatışmalarıh herhangi bir rol oynadığına dair ortada ne bir veri vardır ne de böyle bir iddia. Başlarken söylediğimiz gibi bizatihi burjuva faşizm literatürü dairesi içinden bunun böyle olmadığını gösteren bir dizi veri ve yaklaşım aktararak bu başlığın Almanya bölümünü tamamlayacağız. Örneğin Pasomore “Nazi olmayan kurumların, özellikle de ordu, kamu hizmetleri ve akademinin yardımı olmadan Nazi ırk politikaları yürürlüğe konulamazdı… Alman ordusu, kamu hizmetleri ve profesörleri faşist mesaja İtalyan muadillerinden daha açık olduklarından Führer’in geniş çaplı gündemini gerçekleştirme çabalarında rejimin çeşitli unsurları birbirleriyle yarıştılar”[7] diyor. Nazi Almanya’sında “partinin ve Devlet’in yüksek kademelerine alelade insanların geldiği ve yeni bir siyasal sınıfın ortaya çıktığı doğrudur” diyen Michel, Heinz Höhne’ye atıfta bulunarak “Hitler, ordu, kilise, yönetim, kordiplomatik, sınai yapılar gibi güçlü geleneksel kurumların varlığını korumuştur” saptamasını paylaşıyor.[8] Savaş kararını ve savaş sürecini Nazizm’in yerleşik devleti ve yerleşik yönetici elitleri bastırmasının ürünü olarak gören yaklaşımlara itiraz eden Paxton, “Bu son aşamada faşist rejimlerdeki güç kullanımını değerlendirmek için, kabadayıların devleti dağa kaldırdığı yönündeki itibarını kaybetmiş fikre dayanan son derece kişiselleştirilmiş bakış açısına dönmenin cazibesine kapılmamak gerekir. Nazi rejimi, yalnızca devlet hizmetleriyle ve toplumsal olarak güçlü geniş sektörlerle iş birliği yaparak, gitgide artan yoğunlukta savaşı sürdürebiliyordu” diyor.[9]
Muhafazakâr otoriter rejimler, Faşizm ve “çatışma teorisi”
Muhafazakarlık, liberalizm ve faşizm ilişkisini ittifak ve rekabet ekseniyle bir başka başlık altına ayrıntısıyla ele alacağımız için, burada konunun bu başlıkla doğrudan ilgili kısmını ve kısaca belirtmekle yetineceğiz. Literatürün çatışma teorisi açısından bir başka argümanı Hitler’in 1934 yılana kadar muhafazakarla sürdürülen iktidar ortaklığını bu tarihten sonra bozmaya başlaması ve 1938’e kadar geçen dört yıllık sürede iktidardaki muhafazakâr unsurları tek tek tasfiye etmesidir.[10] Kallis, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Avusturya ve Macaristan’da faşistlerle, muhafazakarların koalisyonu olan ve fakat muhafazakarların başat konumunu sürekli koruduğu diktatörlüklerde de iç çatışmalar ve sürekli gerginlikler olduğunu yazmakta, özellikle İspanya ve Portekiz’de eski devlet örgütlenmesinin diktatoryal doğrultuda değiştirildiğine de işaret etmektedir. Bu iddiasıyla literatürde yaygın “çatışmacı ve çok merkezli faşizm” ve “eski devlet kurumlarıyla uyumlu muhafazakâr otoriterlik” kategorik ayrımını da en azından tartışmalı hale getirmiştir.[11]
[1] Literatürde bu yaklaşımın herhalde tek istisnası Kallis’tir, Kallis, faşizmin iktidara geldiği ya da koalisyon ortağı olduğu olarak iktidarı paylaştığı Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan, Avusturya ve Macaristan örnekleri üzerinden yerleşik devlet ve yerleşik yönetici elitler ile faşizm arasındaki ilişkiyi analiz etmeye girişmiştir. Kallis, Aristotle.T, “‘’Faşizmin Rejim Modeli’ Bir Tipoloji”, Ioadachi, Constantin (der.), “Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları” içinde, S. 349-383
[2]Mosse, L. Geoge, “Giriş: Faşizmin Doğuşu”, Ayrıntı Dergi, sayı 21, s: 22. Mosse, faşizmin Doğu ve orta Avrupa örneklerini somutlaştırmıyor. Kıtada faşizm rüzgarlarının kuvvetle estiği bir dönemde Avrupa’nın bu bölgelerinde de hem Nazi ve İtalyan faşizminin işbirlikçisi faşist hareketler oluştu hem de imparatorluktan ulus devlet inşasına yönelen bir dizi bağımsız ulus devlet yandaşı harekette gelişti, Ne var ki bu ikinciler bile ulus devlet inşa mücadelelerinde ırkçılığa varan ve anti semit özellikler de taşıyan milliyetçi söylemler kullandılar. Tüm siyasi kurumları tasfiyeye yönelen hareketler de genellikle bunlardı. Ama biz bu söylemlere rağmen bu hareketlere faşist diyemeyiz. Bu hareketlerin faşizmi çağrıştıran söylemler kullanmasının biri konjonktürel ikincisi daha kalıcı iki nedeni vardır. Konjontürel olanı tüm kıtada esen faşizm rüzgarlarıdır- daha kalıcı olan neden ise daha sonraki dönemin de net biçimde göstereceği gibi- geç dönemi ulus devlet peşinde koşan hareketlerinin, ilk dönemin ulus devletçi hareketlerine göre daha gerici bir karaktere sahip olmalarıdır.
[3] ‘Michel, Henri, “Faşizmler”, s: 58
5 Aktaran Michel, s: 58
[6].
[7] Passomore, Kevin, “Faşizm”, Dost Yay, 2014, s:94
[8] Michel Henri, a.g.e, s: 59-60
[9]Paxton, Robert. O, “Faşizmin Anatomisi”, s: 284-285
[10] Kallis, Ariztote. A., “Faşizmin ‘Rejim Modeli’ Bir Tipoloji”, s.362 Iordachi, Constantin (der) “karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları” içinde, İmitişim Yayınları, 2015
[11] Kallis, Aristotle, A, a.g.m, s: 364
- Faşizm Üzerine Notlar (7) - 25 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (6) - 9 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (5) - 1 Ocak 2025