İlkokul ikinci ya da üçüncü sınıfta olmalıyım; 12 Mart günleri sonradan “öğrendiğim” kadarıyla. Öğretmenimiz gözü yaşlı şekilde bazı “gençlerin” idam haberlerini veriyor sınıfta, anlamlandırabildiğimizi sanmıyorum, anımsamıyorum. Evde ise amcamın bazı kitaplarını yakma telaşına düştüğünü gözlemliyorum. Üstüste binmiş anılar kalıcı bir karanlık duygusunun anımsanmasına neden oluyor yalnızca. Kitapların yok edilebileceği duygusu, sahip olduğum ve aralarında ciltli ve resimli oldukları için diğerlerinden daha değerli olduğunu düşündüğüm kitaplarımı yitirebileceğime ait korkuyu körüklüyor. (Bir tanesi hala durur: Define Adası) Somut olan korkum, kitapların dahi yok edilmesine neden olabilecek ve henüz maddeselleştiremediğim –ve aslında somutlanmasının her zaman güç olduğuna inandığım- bir güç durumuna karşı hınç oluşmasına aracılık ediyor. Yıllar yıllar sonra işkencehanede, bir taraftan devlet dersinde tabiattan sözlüye kalkmanın ne olduğunu öğrenirken devletle “yakından” tanışma fırsatını buluyordum, o gücün somutlanmış halinin yumruğunun suratıma doğru yol alışını izlerken. Ve ardından yine karanlık.
Ali İsmail’in ölümüne tekmelenirken o karanlık sokağın köşesinde, yerde çaresizce tek başına, neler hissettiğini bilmemize olanak yok; Devletle olan bu tür karşılaşmalar çoğu kez empatiyi olanaksız kılar. Ne var ki o anki rejimin adı ne olursa olsun, onun faşizmi en somut gerçek haliyle hissettiğini söylersek yanılmış olmayız.
Filmin bizdeki gösterim adı Yaralı Kuş’tu. Yetmişli yılların sonlarına doğru çekilmiş bir Sovyet filmi. 12 Eylül’ün karanlığından sıyrılmaya çalıştığımızı sandığımız günlerde gösterilmişti. O karanlıkta kapana kısılmış bir halde kalakaldığımızın, kalacağımızın henüz farkında değildik. Çaresizliğimizin ikamesini, keçiboynuzu misali sanat ürünlerinden, sansür engelini bir şekilde aşabilmiş sanat ürünlerinden empati kurgulayarak aşmaya çalıştığımız günlerdi. Alman faşizminin SSCB’ne saldırdığı günlerde bir yetimhanede kalan çocuk müdürden yediği tokata karşılık olarak ona “faşist” diye bağırır. Bu yanıtla birlikte müdürün donakalması bence filmin en unutulmaz sahnelerinden birisidir. SSCB’de faşist! Küçük çocuk hissedişini dile getirmiştir sadece. Ve bu hissedişin, mekanın duvarında hangi liderin resminin asılı olduğu ile ilgisi yoktur.
Hissedişlerin yaralayıcı ve kalıcı olduğunu söyleyerek devam edelim; kalıcılık anımsananın tarihini belirsizleştirebilir. Sanırım ondört onbeş sene öncesindeydi, adı üniversite olan bir mekanda değerli akademisyenlerle hocalarımızla yaptığımız bir sohbette yanlışlıkla olsa gerek (!), çünkü haddim olmadığını söylemişlerdi o zaman, yaşadığımız an’ın / rejimin doğrudan doğruya “islami faşizm” olarak adlandırılabileceğini söylemiştim -ve yıllar önce bir gazetede bu başlıkla bir yazı yazdığımı- . Bana biraz da üsten bakışla “bu yargımın nedenini” sormuşlardı; sokakta, iş yerinde hissettiklerimden demiştim. Kibarca dalga geçmişlerdi. (Benzer tartışmaya daha sonra da Ergenekon-Balyoz sürecinde de taraf olmuştum.) Onlara göre “faşizm” bir hissediş olamazdı; faşizminde yazılı çizili kuralları vardı, yani bir rejime faşist diyebilmek için bu şartların, siyaset bilimci / siyaset bilimcileri tarafından belirlenen bu şartların oluşması, rejim tarafından yerine getirilmesi gerekiyordu. Evet aynen böyle söylüyorlardı. Belki de söylem tarzlarıyla o günlerde sıkça sözü edilmeye başlanan teknoloji faşizmi gibi “bilim faşizmini” örnekliyor olabilirlerdi, en azından öyle duyumsamıştım! Dolayısıyla kimi o günlerde yaşadığımız halin bir tür restorasyon olduğunu, kimisi burjuva devriminin tamamlanması anlamına geldiğini kimisi de emperyalizmin yerel politikası olduğunu ileri sürüyordu. Ancak bu bol kanıtlı-literatürlü konuşmada verilen yanıtlar hissettiğim baskı ortamının / sıkışmışlık halinin niteliğini ve nedenini açıklamakta yetersiz kalıyordu. Diğer taraftan karşı çıkışlarında başvurdukları ideolojik argümanların çok güçlü olduğuna da inanmaları kendilerini bekleyen tehlikeyi fark etmemelerinin de nedeniydi sanırım. Bu sohbetin üzerinden yılllar geçti ve bu süreçte bilebildiğim kadarıyla akademisyenlerimize, hocalarımıza, teorisyenlerimize faşizm tanımını değiştirecek bir üst akıl ideolojik müdahaleside olmamıştı. Buna rağmen KHK ile akademi ile ilişkileri kesilen arkadaşlarımız, “rejimden” bekledikleri umdukları “demokratikleşmeyi” ya da bir kısmının dediği gibi burjuva devriminin tamamlanmasını sağlayacak müdahalenin gerçekleşmeyeceğini gören (!) hocalarımız, aydınlarımız şimdilerde faşizm nitelemesine başvurmaya, bu kelimeyi sıkça dillendirmeye başladılar. Son bir yıl içinde ve gittikçe artan bir biçimde “sol” yayın organlarında faşizm dosyaları açılmaya, yazılmaya başlandı. Akademinin / entelektüellerin Dimitrov-Poulantzas doğrultusu dışında faşizm tanımı arayışına girmeleri, faşizm denince akıllarına Hitler dışında da birşeylerin geliyor olması gerçekten umut verici! Siyaseten doğruculuktan kuşkusuz uzaklaşma vakti de çoktan geldi geçiyor…
Yeniden geçmişe dönersek bu ülkede uzunca bir süre “faşizm mi bonapartizm mi” şeklinde bir entelektüel tartışmanında sürdürüldüğünü anımsarız. Şimdi yirmiyedi yıl öncesine giderek devam edelim; bu sefer tarih konusunda belirsizlik yok çünkü arşiv yardımcı oluyor.
27 yıl önce, 1994 yılında yazılan yazılardan alıntılar*: “…çok kısa bir dönem dışında Bonapartist uygulamanın olmadığını söyleyebiliriz. “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” söylemiyle uyuşmayan bir şekilde yönetimin bağımsızlığı ilkesi daha başlangıçtan itibaren terk edilerek, yönetim, burjuvazinin baskı rejimlerine terk edilmiştir. 50’li yıllara dek bir Bonapartizmden bahsetmek, bu süreçte uygulanan terörün şiddetini haklı çıkarmaya yönelik olup, yöneten sınıfı değilse bile yöneticileri aklama çabası güder. Siyasi konjonktür, burjuvazinin güvenliğinin ve kapitalizmin gelişmesinin devamlılığının ancak faşist biçimle sağlanmasını zorunlu kılarken, Türkiye’nin yapısı faşizme bir süreklilik kazandırılmasını da dayatmaktaydı… Devletin çıkarlarıyla, sermayenin çıkarlarının bu kadar birbirini tamamladığı kapitalist biçimin adı ancak faşizm olabilir… Yetmiş yıllık uygulama faşizmin, kapitalist devletin ayrıksı bir biçimi değil, onun devamının olmazsa olmaz bir biçimi olduğunu ve bunun da sürekli olabileceğini göstermiştir. Bugün de bu sürekliliğin sağlanması için çaresizce yeni yollar denenmekte, ilkel milliyetçilik ve şovenizm ülkücü veya demokratik sol gibi etiketlerle piyasaya sürülürken diğer taraftan da islami faşizmin alt yapısı kontrollü bir şekilde hazırlanmaya çalışılmaktadır. Devletin özel orducu – kontrgerillacı yapılanması da bu oluşumlara destek vermek üzere yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır.”
“Hızla çökme noktasına doğru giden ve bu süreçte de uzun vadeli düşünebilme özelliğini hızla kaybeden faşist rejim artık yaşadığı günü, giderek an’ı kurtarabilmenin kaygısıyla terörünü, halklar, emekçi kitleler üzerindeki katliama dek varabilen baskılarını hergeçen gün arttırıyor… Aydın çevresine genel bir bakış bizi olumsuz yargılara sürükleyebilir. Akademik yapılanmanın içinde yer alan önemli bir kısmı, rejim için üretirken aydın/insan kimliklerini bir yana bırakabilmektedir. Geride kalanlar ise çok geniş anlamıyla yüklendikleri sorumlulukları yerine getirirken sapma gösterebilmektedir… radikal islam muhalefeti ise birkaç “marjinal” grup dışında islami faşist söylemle rejimin temel dayanaklarından biri haline getirilmekte ve bir benzetme ile uysallaştırılmaktadır.”
Bu yazılar akademik baskılara pek de prim vermeyen kişi tarafından yazılan ve bir hissedişi örnekleyen, önceleyen yazılardı sanırım!
Devam edelim:“Baskının ve devlet terörünün altında benliğinin tüm unsurlarıyla, tüm hücreleriyle hissedişinin adı olarak gördüğümü tekrarlamak isterim faşizmi. Onun hakkındaki diğer doğrulamalar benim için ancak ve ancak bu “hissediş durumundan” sonra gelir. Yıllar önce yitirdiğim bir dostu anarak, anımsayarak devam edelim. Bir başucu kitabı vardı, sanırım adı “Nazi İmparatorluğunun Yükselişi”ydi. Neredeyse yirmi yıl kitap koltuğunun kenarındaki sehpanın üzerinde durdu. Pek sık olmayan ziyaretlerimde günün anlamına göre ya da olup bitenlere göre bir bölüm okur benzerliği tartışmaya açardı. Gün be gün izler eşleştirirdik. Ancak asıl sorun bu benzerlikler dışında onların çok öncesinde ben olarak hissettiğim baskıyı öncelemekti. Evet süreç gerek bireysel, gerekse toplumsal bir paralellikte ilerliyordu. Peki, solu “hak”, “özgürlük” “yetmez” vs. retorikleri arkasında saklanarak işlevsizliğe ve doğal olarak teslimiyete iten neydi?
Kimi “sol” aydınlar 30 yıla yakın bir süredir liberalizme ve onun açtığı kapıdan (kapı=pragmatizm) faşizme savrulmuşlardır. Her ciddi sorun sürekli bir savruluşu da beraberinde getirmiş, yaptıklarının meşruluğunu demagojik argümanlarla maskeleyip yeni ve çağcıl bir sol tanımı imiş gibi sunmaya çalışmışlardır. Ayrışım toparlanamaz bir haldedir; bu kanserleşmenin yalnızca hedef organların değil neredeyse tüm bir organizmanın top yekûn imhasından başka tedavisi yok gibi gözükmektedir … İslamcı faşizm bağlamında “sol’un” aymazlıkla körlük arasındaki yalpalamasının nedenini açıklamanın öyle uzun uzun derin –ve anlaşılmaz- ve sorunun özüne değinmekten ustaca kaçınan analizlere gereksinim olmadığını düşünüyorum. Aksine her şey evet ama her şey son derece anlaşılabilir bir “gelişme” göstermiştir.”
Ancak “hissedilememiş”ve durum “klasik” kitaplara uydurulamamıştır.
*Özgür Ülke Gazetesi; 1994 nüshaları
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri – Ara Not – - 2 Temmuz 2025
- Dipnotlar (4) - 22 Haziran 2025
- Mefisto Sendromu: Sanatçı ve Toplum İlişkisi - 2 Nisan 2025