Faşist Diktatörlüklerin Sınıfsal Karakteri Üzerine

Georgi Dimitrov, 1935 yılında Komintern’e sunduğu raporda “faşizmin iktidara gelmesinin” “bir burjuva hükümetin diğerini takip ettiği sıradan bir intikal” olmadığına, “burjuvazinin sınıfsal tahakkümüne ait bir devlet biçiminin –burjuva demokrasisinin– başka bir biçim”le yani –“açık terörist diktatörlükle”– yer değiştirdiğine dikkat çekmiştir.

Hakim liberal söylemi paylaşanlar için faşizmin “kötülüğü”, “gaddarlığı” sabit olmasına karşı devletin momentindeki ve biçimindeki değişim sadece baskı aygıtlarıyla sınırlıdır; polisiye tedbirlerin, istihbarat faaliyetlerinin artması devleti “demokratik” düzlemden sıyıran faktörlerdir. Salt fenomenlere odaklanan liberaller için faşizm, sadece, anayasayı askıya alan, temel insan haklarını yok sayan, parlamenter burjuva demokrasisinin asgari özelliklerini buharlaştıran bir rejim tipidir.

Ne var ki, Dimitrov’un da üzerinde haklı bir biçimde ısrarla durduğu gibi, faşizme üzerinde yükseldiği sınıfsal taban rengini verir. Toplumun farklı sınıflarına farklı kanallardan hücum eden faşist ideolojinin somutluğu, esasen faşizmin sermaye kompozisyonundan ve özgün devlet biçiminden kaynaklıdır. Anayasal hakları ortadan kaldırırken de, grevleri yasaklarken de, etnik-politik şiddet uygularken de, faşizmin odağında sınıf iktidarını korumak dürtüsü bulunmaktadır. Bütün polisiye tedbirler, bütün jurnalcilik faaliyetleri, yasal kısıtlamalar, yasaklar, söz konusu sınıf egemenliğinin siyasal sürekliliğini garantiye almak için belirginleşir.

Faşist ideolojinin ve faşist devletin emek-karşıtı sınıfsal içeriğini iki ana düzlemde incelemek mümkündür. Bu düzlemlerden ilki, faşizmin anti-kapitalist demagojisi yani söylemsel boyutudur. İkinci düzlemde ise, işçi sınıfının çalışma ve örgütlenme koşullarına yönelik hukuki ve idari baskılar ve zorlamalar yer alır. Bu aşamada Margit Köves ve Shaswati Mazumdar tarafından derlenen “Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş” kitabında yer alan Dimitrov ve Guérin’in metinleri incelenebilir.[1]

Anti-Kapitalist Demagoji

Faşizmin kriz koşullarında cazibe merkezi haline gelmesinin nedenlerinden birisi ve en önemlisi, halk sınıflarının en acil ihtiyaç ve taleplerine demagojik bir şekilde seslenmeyi başarabilmesidir. Dimitrov, faşizmin kitlelerde yerleşik önyargıları kışkırttığından, onların duygularıyla, adalet anlayışlarıyla, hatta bazen devrimci gelenekleriyle oynadığından bahseder: Alman faşistlerinin, Alman toplumundaki sınıfsal eşitsizliklere karşı sentetik bir büyük burjuva düşmanlığı vaaz etmeleri, yaşayan sosyalizmin karşısında kendilerini “nasyonal sosyalist” olarak adlandırmaları ve iktidara gelişlerini “devrim” olarak nitelendirmeleri örneklerinde olduğu üzere.[2]

Anti-kapitalist demagoji faşizmin iktidara gelişini ivmelendirir ve yoluna çıkabilecek pürüzlerin temizlenmesine hizmet eder. Alman faşizminin “Versailles Antlaşması’na hayır!” sloganı ya da İtalya’da faşist sendika lideri Rossini’nin “sınıflar arasındaki mücadele pek çok yönüyle devam edebilir” şeklindeki demagojisi işçi sınıfının ölçüsüzce sömürülmesini amaçlar. Faşizm, iktidara gelirken ve iktidara yerleştikten sonra sadece tahakkümü değil, belirli bir ölçekte kitlelerin rızasını da hedef alır.

Yüksek enflasyon, işsizlik, geçim sıkıntısı, savaş iklimi, siyasal çalkantılar karşısında moralsizleşen, geleceğe dair umutlarını yitiren emekçi kitlelerin “korsan burjuvaziye”, bankalara, tröstlere ve finans devlerine duyduğu nefret, faşizmin anti-kapitalist demagojisinde ustalıkla öğütülür ve yeni gibi görünen bir talepler dizisi ortaya çıkar. Burjuva-demokrat hükümetlerin yolsuzluklara dayalı yozlaşmış sistemine karşı faşist parti, yeni bir iktidar perspektifiyle ortaya çıkmış gibi yapar; yerleşik hükümetlere sert eleştiriler getirir ve parlamento çatısındaki partilerle arasına mesafe koyarak kendisini “düzenle uzlaşmaz” bir halde takdim eder. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Almanya’daki Barmat ve Sklarek rüşvet ve yolsuzluk skandallarıdır. Barmat ortaklığı, üst düzey siyasetçilere rüşvet vermiş, karşılığında milyonlarca mark kredi çekmiştir, Sklarek’e ise teslim edilmeyen üniformalar için milyonlarca mark rüşvet dağıtılmıştır. Naziler, 1929-30 yıllarında bu yolsuzluklar için açılan davaları propaganda malzemesi yapmış, davalardan hareketle Weimar Cumhuriyeti’ni “Yahudilerin” ve “karaborsacıların cumhuriyeti” olarak nitelendirebilmiştir.

Ülkelerin ve halkların özgünlüklerini gözeterek demagojisini bu özgünlükle uyumlu hale getirebilmesi/dönüştürebilmesi faşizmin dikkat çekici bir diğer özelliğidir. Faşist partiler, nostaljik tarihsel figürlerden ve olaylardan “umut” üretirken işçi sınıfı karşıtlığını mistifiye etmek için de tarihsel mitoslara başvururlar. Örneğin Hitler için “Üçüncü Reich”, ya da Mussolini için “İkinci Risorgimento”, “yarım kalmış davayı” tamamlamak anlamında etkili birer propaganda aracı olmuşlardır. Mussolini’nin Roma, Pilsudski’nin Varşova Yürüyüşü örneklerinde olduğu gibi faşizmin eylemlerine “devrimci” özellikler atfedilir ve “tüm ulus adına”, “ulusun kurtuluşu için” demagojisiyle irredantizm boyutu gizlenir.

Anti-kapitalist demagojinin etki alanı genişledikçe faşist partilerin enformasyon ve mikro iktidar kanalları da büyür; işçi sınıfını içerinden ve dışarıdan kuşatacak aygıtlara erişimleri kolaylaşır. Demagojiye sıklıkla faşizm iktidara gelirken ve iktidarının ilk anlarında başvurulur. Yerleşikleşmeye başladığı andan itibaren faşist iktidarların emek karşıtı sınıfsal karakterleri tüm çıplaklığıyla açığa çıkar.

İşçi Sınıfına Karşı Faşizm

Daniel Guérin İtalya’da ve Almanya’da faşist devletin işçi sınıfına ve sınıf sendikacılığına karşı siyasi ve idari uygulamalarını çarpıcı şekilde ortaya koymuştur.[3] Faşist iktidarlar döneminde önceki burjuva-kapitalist hükümetlerin başvurduğu emek karşıtı strateji ve uygulamaların ağırlaşarak devam ettiği görülmüştür. Faşist devlet, sınıfa saldırısını ya işçi sınıfı örgütlülüğünü doğrudan tasfiye ederek ya da sınıf örgütlerini iktidara eklemleyerek dönüştürmek suretiyle gerçekleştirir.

“(…)Bu faşist sendikacılık nasıl doğdu? Doğum yılı: 1921. Doğum Yeri: Po Vadisi. Şartlar: Devrimci kalelerin fethi ve yerle bir edilmesi.”

Bu sözleriyle Mussolini faşist sendikaların da rolünü tarif etmiştir. Faşist sendikalar emek örgütü olmaktan ziyade birer siyasal disiplin aygıtıdır. “Kızıl Birliklerin” ve tarım emekçilerinin kurduğu kooperatiflerin örgütlülüğünü parçalayarak ilerleyen faşizm, İtalya’da, büyük toprak sahiplerinin kurduğu faşist sendikalar eşliğinde iktidar alanını tahkim etmeyi amaçlamıştır.

Faşizm, İtalya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından işçi sınıfı sendikalarına topyekun saldırmış ve Roma yürüyüşü sonrasında yerel “fasci” üye listelerini ele geçirerek bağımsız işçi sendikaları üzerinde baskı kurmuştur. Faşist sendikaların nasıl birer siyasal disiplin aygıtı olduğunun en önemli kanıtı, işçinin işe başvururken “faşist sendika kartı”nı göstermesi zorunluluğudur. Patronlar ve iş bulma kurumları faşist sendikanın kartını taşıyanları işe kabul ederken sanayiciler de üyelik aidatını ücretlerden peşin peşin keserek işçileri faşist sendikalara katılmaya mecbur bırakmaktaydı. İlk olarak 1923 yılının Aralık ayında imzalanan “Chigi Sarayı” anlaşması ile birlikte faşist sendikalar patronlar tarafından yetkili kılındı.

Ardından 1925 yılının Ekim ayında imzalanan “Vidoni Sarayı” anlaşması ile faşist sendikalar çalışma yaşamında sendikal tekel haline getirildi ve yalnızca faşist sendikalara toplu sözleşme bağıtlama hakkı tanındı. Bu dönemde grev hakkı da kaldırıldı ve “fabrika üretim komiteleri” dağıtıldı. Faşist sendikaların birer siyasal disiplin aygıtı olma özellikleri öne çıktıkça faşist sendikacıların hareket alanı da daraltıldı; işyeri temsilcileri yerine hükümet komiserleri atanmaya başladı, kısacası sendikaların faşist devletin idare organlarına evrilmesi anlamına gelen korporatist dönüşümü adım adım gerçekleştirilmiş oldu.

Alman faşizmi söz konusu olduğunda faşist devletin disiplin aygıtı işlevini İtalya’dakinin bir benzeri olan “Emek Cephesi” yüklenmiştir. Polisle yakın işbirliği içinde çalışan Emek Cephesi’nin asli rolü, işçi sınıfının direnişini etkisizleştirmek, işçi sınıfını mümkünse felç etmekti. Himmler, Emek Cephesi merkezini ziyaret ettiğinde açıkça şu sözleri söyledi: “SS ve polis, ancak insanlar Nasyonal Sosyalizm fikrine ikna edilirse iç güvenliği sağlayabilirler ve Emek Cephesi’nin görevi de tam olarak budur.”.

İşçi sınıfı üzerinde tam anlamıyla denetim kurabilmek adına işsizler de siyasal disiplin aygıtının hegemonya alanına çekildiler. Faşist sendika üyelik kartı bulunmayanlar iş bulma kurumlarından yardım alamıyordu. İtalya’da grev hakkı, devlete karşı, hatta demagojik biçimde “toplumsal kolektiviteye karşı işlenen suç” kategorisinde değerlendirildi; grev çağrısı yapanlar için bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngörüldü. Bilhassa da, savaş sanayisi ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgisi bulunan fabrikalarda çalışanlar için kışla kuralları getirildi -örneğin beş günden fazla fabrikaya gelmeyenler kaçak olarak değerlendirildi- ve disiplin hükümlerini ihlal edenler için de hapis cezası verilmesi kararlaştırıldı. Almanya’da ise, “çalışanlar arasında provokasyon” yapanlar ve “toplumsal barışı bozanlar” “Haysiyet Divanları”nın önüne çıkartılarak “toplumsal haysiyeti ihlalden” yargılandı; grev girişimleri, “topluluğa karşı suç” biçiminde değerlendirildi.

İşçi sınıfı üzerindeki tahakkümü arttırmak adına patronlar ve devlet görevlileri tarafından işçilere ait notların alındığı fişleme kartları (“iş kartları”) hazırlandı. Bu kartlara işçilerle ilgili ulusal güvenlik, çalışma performansı ve disiplin notları alındı. 1934 yılında çıkartılan bir kararnameye göre 11-32 yaşları arasındaki her vatandaşın faaliyetlerini kayıt altına alan, işe başvurmada zorunlu tutulan yeni bir kart uygulamasına geçildi. Almanya’da da 1935 yılında çıkan bir yasa ile benzer nitelikte bir kart uygulaması getirildi ve işçi işten ayrılırken hakkındaki değerlendirme yine İtalya’dakine benzer şekilde bu kartlara not edildi.

İşçi-patron ilişkisini yeniden düzenleyen faşist hukuk alanı disiplini ve denetimi yoğunlaştıran önemli bir alan oldu. Faşist devlet, emek-sermaye çatışmasını kapitalist sınıfların lehine çevirmek amacıyla kendi “arabuluculuğunu” zorunlu hale getirdi. Emek Mahkemeleri’nde hukuk önündeki eşitlik ve tarafsızlık mizanseni faşist devletin arabuluculuk mekanizmasındaki müzakerelerinde sürdürülebildiği kadar sürdürüldü. Demagoji gereksinimi ortadan kalktığı zaman Mussolini, Sanayi Konfederasyonu başkanına hitaben “Bay Benni’ye söz veriyorum ki, ben iktidar olduğum sürece işverenlerin Emek Mahkemesi’nden korkmaları için hiçbir sebebi olmayacaktır” demiştir. Öte yandan Mahkeme kararlarına uymayı reddeden işçiler için ise bir yıla kadar hapis ve 5 bin lirete kadar hapis cezası getirilmiştir.

Alman faşizminde de zorunlu “arabuluculuk” uygulamasına başvuruldu. Olası ihtilaflar Emek Cephesi “fabrika topluluğu”nun, yerel “emek komitesi”nin, bölge “emek komisyonunun” önüne geldikten sonra, devletin resmi temsilcileri olan “emek amirleri” tarafından “uzmanlar konseyinin” yardımıyla “arabuluculuk” sistemine taşınıyordu. Bu mizansene itiraz eden kim varsa “devlet düşmanı” olarak değerlendirildi ve cezalandırıldı.

İtalya ve Almanya’daki faşist iktidarlar işçi sınıfının ücretlerini düşürmüş ve çalışma koşullarını ağırlaştırmıştır, öyle ki İtalya’da patronun belirlediği ücretleri kabul etmemek “devlet düşmanlığı” olarak kabul ediliyordu. Faşist devletin güvencesi altında işçilere dayatılan “toplu sözleşmeler” ise aslında ulusal sözleşmeler değildi çünkü kalan maddeler ulusal ölçekte uygulansa dahi ücretlerle ilgili maddeler patronların kararına bırakılmıştır. Faşist sözleşmelerde ücretler bölgeden bölgeye, işletmeden işletmeye değişmektedir. Öte yandan faşist sözleşmelerde olası ücret düzenlemelerinin ucu açık bırakılmıştır; yasaya göre “eğer koşul koyma anındaki durumda fark edilebilir bir değişiklik varsa, belirlenmiş dönem sona ermeden önce yeni çalışma koşulları oluşturmak için harekete geçilebilir.”

Sonuç

Dimitrov ve Guérin’in aktarımlarından da anlaşılacağı üzere farklı türdeki faşizmler, sermaye yanlısı ve emek-karşıtı olmaları ortak ekseninde kesişmektedirler. Antonio Gramsci de faşizmi, 1926 yılının Ocak ayındaki bir yazısında “işçi sınıfını hareketsiz kılmak için onu parçalayıp dağıtmayı kendisine görev bilmiş, silahlı tepki” statüsünde değerlendirmiştir; “faşist reaksiyon”, dönemin İtalya ve Almanya’sında egemen sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere işçi sınıfına karşı yürütülen mücadelenin bir yansımasıdır. Bu nedenle faşizme ilişkin tahlillerde ve faşizme karşı mücadele gündeminde işçi sınıfı boyutunun asla gözardı edilmemesi gerekmektedir. Faşizm tarihsel olarak doğrudan doğruya işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğüne hücum etmektedir, hal böyle iken faşizmi geriletebilecek –ve yenecek olan– potansiyel güç de işçi sınıfının mücadelesinde saklıdır.


Bu yazı ilk kez Devlet ve Sınıflar sayfasında yayınlanmıştır.

[1] Margit Köves ve Shaswati Mazumdar, Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş, çev. Ezgi Kaya, Yordam Kitap, 2016.

[2] “Anti-Kapitalist Demagoji” başlığındaki tarihsel akış için Georgi Dimitrov, “Faşizme Karşı İşçi Sınıfı”, Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş içinde, sf. 288-295.

[3] “İşçi Sınıfına Karşı Faşizm” başlığı altındaki İtalya ve Almanya’daki devlet politikalarının tarihsel akışı için Daniel Guérin, “İşçi Sınıfına Karşı Faşizm”, Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş içinde, (haz.) Margit Köves ve Shaswati Mazumdar; sf. 295-335.

Kansu YILDIRIM