Erdoğan’dan sonrasını konuşmak

Seçim sonuçlarını kestirmek zor; “Erdoğan seçilemeyecektir.” deyip kestirip atmak da imkânsız. Kendi siyasal hülyalarını “seçim sonucu tahmini” adı altında, bilimsellik ve/ya gözlem kisvesinde kakalamaya çalışanlardan da hazzetmiyorum. Bu nedenle, yazıya koyduğum başlığımın bir seçim sonucu tahmini olarak değerlendirilmesini hiç istemem. Varsayalım ki hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan kazandı hem de HDP barajı geçemedi ve Cumhur İttifakı TBMM’de çoğunluğu sağladı. Ben her hâlükârda Türkiye’de Erdoğan sonrasının tartışmaya açıldığı düşüncesindeyim. Bu açıdan, seçimleri kazanmak bile, Erdoğan-ardı dönemin, post-Erdoğan döneminin tartışılmasını engelleyemeyecektir.

AKP’nin B planı

var mı? Sanmıyorum.  AKP bu seçimleri kaybettiğini çoktan kabul etmişti. Seçim yasasındaki değişiklikler, sandıkların taşınması, sandık kurullarının teşkili ile ilgili yeni düzenlemeler ve ittifak yasalarının tamamı, seçimleri kazanamayacağını baştan kabul eden AKP’nin, oyun oynanırken kuralları değiştirip, kazanamadığı maçı kazanmış gibi göstermeye kalkışmasından başka nedir? İşin ilginç yanı, kuralları değiştirmenin işe yaramadığı da aşikâr; AKP, MHP ile ittifak yapsa da Cumhur İttifakı’nın oyunun %50’yi geçtiğini söylemek, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin çantada keklik olduklarını iddia etmek neredeyse imkânsız. Handiyse tüm geleneksel medyayı, gazete, TV ve radyoları emrine amade ettirmek de sonucu değiştiremiyor; hâlâ, hâlâ ve hâlâ Erdoğan için tünelin ucunda net bir ışık yok.

Beğenin, beğenmeyin; bu seçimin yıldızı, tartışmasız, Muharrem İnce. Onu seçimlerin yıldızı yapan ise, oyun kurucu, gündemi belirleyici, mizahı örgütleyici gücü. İnce, arkasına aldığı toplumsal destek ile birlikte mizahı örgütleyerek ilerliyor. Bu, ona, gündemi belirleme, oyunu kurma önceliği tanıyor. Artık Erdoğan arkadan gelendir, takip edendir; izleyen, İnce’ye laf yetiştirmek zorunda kalandır.

AKP’nin varsa bir B planı, o da olası bir askerî harekatın yaratacağı milliyetçi hislerden devşireceği oylarla alakalıdır. Ancak “Kandil’e girdik, giriyoruz!” dilinin bile artık o eski tadı vermediği açık seçik ortada. Seçimlere günler kala, bir B planı stratejisi olarak geriye, AKP ve Erdoğan’ın en iyi oynadıkları rol; mağduriyet rolü kalakaldı.  “Doğu ve Güneydoğu’da, PKK terörüne karşı demokrasi mücadelesi veren AKP” sinopsisine bu ilk çekimler, Urfa, Suruç’ta yapıldı. Öğrenebildiğim kadarıyla HDP çevreleri, zaten güçlü oldukları ve seçim çalışması bile yapmalarına gerek olmayan bu bölgelerden tamamen çekilerek -ki zaten burada alacakları oy ile yapacakları seçim çalışması arasında bir mütekabiliyet yoktu- büyük şehirlerde seçim çalışmalarını yoğunlaştırma ve böylece, olası bir provokasyona malzeme olmayı engelleme düşüncesindeler. Velhasıl, PKK saldırılarına karşı direnen Ak-demokratlar efsanesi de prematüre doğacak gibi. Vatandaşlık verilen, dolayısıyla bu seçimlerde oy verme hakkına sahip olacak Suriyeli göçmenlerden gelmesini planlanan oyları da bu B planın bir parçası olarak not edelim.

Bay Muharrem Versus Bay Bay Tayyip

AKP ve Erdoğan ne muhalefeti biliyorlar, ne de yenilmeyi; oysa her ikisi de siyasetin doğası. Parti kuruluşundan aylar sonrasında iktidara geldi ve Gezi Direnişi’ne kadar, neredeyse hiçbir toplumsal muhalefet ile karşılaşmadan iktidarını sürdürdü. Parti asla bir muhalefet deneyimi yaşamadı. Bu ilk bakışta muazzam bir başarıydı. Ancak bu, aynı zamanda, bir yandan  partinin otoriterleşmesine, diğer yandan da demokratik rekabet reflekslerinin zayıflamasına, hatta tümden körelmesine de neden oldu. Demokratik rekabet refleksleri zayıfladıkça parti, kendini, kibirli bir siyasal dile ve her türlü demokratik muhalefeti kendine karşı kurulmuş birer komplo olarak algılayan siyasal bir telakkiye kaptırdı.

Gezi, bu büyüyü bozan bir direnişti. Demokratik rekabet refleksleri köreldikçe partinin onun yerine ikame ettiği kibir dili ve komplo telakkisiGezi Direnişi ile iyiden iyiye teşhir edilmişti.  Ancak AKP Gezi’den de gerekli dersi çıkaramadı; onu da kendine yönelik uluslararası komplonun –Faiz Lobisi– bir oyunu olarak kodlamakta gecikmedi. Gezi’nin başardığı tek şey, 2002’den o güne, Erdoğan’ın başı üzerine çizilen demokrasi azizi haresini silip atmak; parti ve yöneticilerinin gittikçe varislenen, damar damar şişen egolarını teşhir etmek oldu. Erdoğan ve AKP iktidarının ilk dönemindeki, askeri vesayetle hesaplaşan, Avrupa’yla entegrasyonu hedefleyen -ki iktidara geldikleri ilk aylarda kucaklarında buldukları Kıbrıs Müzakereleri ve Annan Planı çerçevesindeki referandumda izledikleri tavır da böyle bir izlenimin doğup büyümesine vesile olmuştu- büyük Ortadoğu Planı’nda oyun kuruculuğa oynayan, ekonomik kriz dönemlerini atlatmış, Cumhuriyet değerleri ile İslam’ı barıştıran bir iktidar görüntüsü Gezi ile birlikte yer ile yeksan olmaya başlamıştı. İktidarın farklı yaşam tarzlarına karşı aşağılayıcı, Cumhuriyet değerlerine anlamsız bir nefret besleyen, otoriter ve tahammülsüz bir iktidar görüntüsü de bu tarihlerden itibaren artık iyice gün yüzüne çıkmaya başladı.  Sözün özü, Gezi, İyilik Perisi Bretton-Woods’un, küresel baloya katılabilmesi için Külkedisi AKP’ye verdiği o şatafatlı arabanın balkabağına dönüşünü gonglayan bir saat işlevi gördü.  7 Haziran’dan bu yana, AKP’nin ayaklarının o eski ve muhteşem balodan arda kalan kristal ayakkabılara sığmadığını da görebiliyoruz. Önümüz haftaki seçimleri kazansa da kazanmasa da bu realite hiç değişmeyecek.

Önümüzdeki seçimlerin aynı zamanda ülkemiz için çok ciddi bir demokratikleşme potansiyeli taşıdığını da görmezden gelmeyelim. CHP, Saadet, İyi Parti, Demokrat Parti ve hatta ismi konulmasa da rahatlıkla bu blok içerisinde adını anabileceğimiz HDP’den müteşekkil bu Demokrasi Bloku’nun, ülkemizin yıllardır ihtiyacı olan toplumsal uzlaşma ve demokratikleşme  için çok ciddi bir ivme sağlayabileceği de  ayan beyan ortada.  2013’ün Gezi Bileşenleri genişleyerek 2017’nin Hayır Bloku’nuHayır Bloku genişleyerek 2018’in Millet İttifakı’nı teşkil ederken, her iki seçimlerden başarıyla çıkacak ve daha da, daha da genişleyerek Demokrasi Bloku’na doğru evrilecek bu muhalefetin 2019’dan sonra ülkenin demokratikleşmesi ve toplumsal uzlaşının yeniden tesisi için yaratacağı fırsatları hayal etmesi bile güzel.

Onun için de ilk önce, Yusuf Hayaloğlu’nun sözlerindeki gibi,  “Vakit tamam seni terkediyorum / Bütün alışkanlıklardan öteye” diyebilmek  gerekiyor.

Mete Kaan KAYNAR