Dönemeç ve Feraset

Bir tekrarla başlamak istiyorum; seçim “iddialarımı” dile getirdiğin son yazılarımdan birinden yapacağım “kendimden” bir alıntıyla: “umut yok, bırakında topyekûn ya da ne varsa bilebildiğimiz hep birlikte çöküşün, dibe vuruşun ve ardından gelecek yok oluşun cazibesini ve bu cazibenin hazzını yaşayalım! Fazla mı hedonist oldu, fazla mı kinik? Ve hiç kuşkusuz her kuşağa nasip olmaz bu durum!”

*

“Devletin ülkesi ve milletiyle her zamankinden çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğu bu günlerde…” diye başlayan kaç nutuk, kaç bildiri, kaç konuşma duyduğunuzu anımsıyor musunuz? Neredeyse her gün değil mi? Hadi o kadar abartmayalım ama “yüzlerce kez” desem sanırım hak verirsiniz bana. Sürdürülebilir bir paranoya hali; sürekli bir muhtaçlık dayatması… Zor’un çaresiz retoriği. Söz konusu edilen “birlik beraberlik” argümanının öteki okuması ise yoksulluğa, açlığa, yoksunluğa katlanılmasının zorunluluğu, bir tür gönüllü mahkumiyet hali. Neden? “Devletin ülkesi ve milletiyle” varlığını sürdürmesi için. “Devletin, ülkenin” öteki okuması ne o halde; yanıtı kolay bir soru: egemenler, sermaye, otorite, zorbalık, faşizm vs. vs. bir çok kez tekrarlanabilir vesaire… İktidarı hangi “zihniyetin” gasp ettiğinden tümüyle bağımsız bir söylem; özünde olumsuzlayanlara karşı her türlü baskıyı meşru kılıyor, anlaşılmaz olduğu düşünüldüğünde devletimiz “anlatma” deneyimine fazlasıyla sahip fazlasıyla mahir, süslü retoriklere bezenmiş yeni argümanlar üretilmesinde hiçbir sıkıntı çekilmediği görülüyor.

Yola gelmeyenlere, hizaya gelmeyenlere karşı her türden zorbalığa hukuki meşruiyet ise “devletin bekası” söylemi ile sağlanıyor. Ve burada, bu şekilde ve mütemadiyen zikredilen “beka” sözcüğü/kavramı kendisine sunulan aidiyete sığınmaktan –ve hatta onun için ölümü bile göze alan- başka “kırmızı çizgisi” olmayan olamayan güruh için zavallıca yeterli olabiliyor.

*

Son günlerde ritmik olarak kendini tekrarlayan başka bir söylem de en az önceki kadar duyulur oldu; kuşkusuz onun da benzer bir işlevi var. Sömürünün, baskının ve yağmanın bunca yoksulluk varken sürdürülebilmesi için egmenlerin zaman zamanda olsa başvurdukları yolu, umutlandırmayı tanımlıyor: “tarihi bir dönemeçteyiz”, burayı dönersek her şey güzel olacak, hepimiz aynı gemideyiz vs.

Dönemeç kelimesini “bir yolun yön değiştirdiği yer, viraj” olarak tanımlıyor sözlükler; mecazdaki anlamı ise “tutum ve davranıştaki aşama”. Kast edilen seçim; koca bir ünlem işareti koyup devam edelim. Seçim ile rejimin değişeceğini yoksulluğun yerini refahın, sömürünün yerini paylaşımın, baskının yerini özgürlüklerin alacağı düşünülüyor; bu bir türlü olmayan olamayan ve olmayacak  dönemeçten dönüldüğünde. (Gerçeği “öyle sanılsın” isteniyor.) En iyi olasılıkla, ben bu olasılığın çok ama çok küçük olduğunu düşünenlerdenim, bir anda zorbanın yüzüne dönecek yeni yüzler görebilecek, sömürünün sesine benzeyen yeni sesler duyacağız. Özünde hiçbir değişim yaşanmadan yaşandığı düşünülecek, böyle düşünülmesi-sanılması sağlanacak.

Dönemeç mönemeç diye bir şey yok; olmayan bir şeyin gerçekleşme olasığı da yok ve zaten mönemeç diye bir kelime de yok!

Dönemeç metaforuna dillere pelesenk olan “tünelden önce son çıkış” metaforuyla yanıt verelim: Çoktan tünelin içindeyiz; 80’den itibaren –tarih çok daha gerilere götürülebilir; örneğin 1950’ye, asıl olanla taklit olanan yer değiştirdiği taklitin asıl olana dönüştüğü yıla; belki çok çok daha geçmişe yüzlerce yıl geriye örneğin 800-900 lü yıllara!- tek yönlü, dönüşü olmayan zemini oldukça bozuk ve en koyusundan karanlık ve gittiği yer, en önemlisi de çıkışı olmayan, fay hattı üzerine inşa edilmiş bir tünelin içindeyiz; arasıra, pek sık rastlanmayan şekilde havalandırma bacalarının yardımıyla bu “yolculuk” sürüyor. Zifiri karanlık şimdilik soluk almamıza engel olmuyor, ne var ki ilerledikçe oksijenin azaldığını görüyoruz, biteceğini bilsek bile yüzleşmenin getireceği sorumluluklardan kaçmak için dile getirmiyoruz, görmezden geliyor ve bu “son aşamayı” olmaz/yok sayıyoruz. (Kim bilir belki de bu yolculuk sadece sürüyor gibi görünüyor; çoktan “son olanı” geride bıraktık…)

[Pelesenk: Farsça parseng’den: konuşurken gereksiz tekrarlanan söz…]

*

Yanlış bilmiyorsam iktisatçılar için söylenir; ben onu “siyaset bilimcilere” uyarlayacağım: “ikiye ayrılırlar: hiçbir şey bilmeyenler ve bir şey bilmediğini bilmeyenler…”

Seçim gündemi tv’leri epeyce meşgul ediyor. Her cins, yaş ve boyda yüzlerce “siyaset bilimci” yol göstericiliğe (maniplatörlük) soyunmuş durumda. Bugün yaptıkları yorum veya tahmin daha yarın olmadan geçerliliğini yitirse dahi onlar hiç bozuntuya vermeden yollarına (konuşmaya ve siyaseti yorumlamaya) aynı hızla devam ediyor. Yorumlarının, tahminlerinin değişikliğine dair bir sorumluluk duymadan “bilimlerini” yapmaya devam ediyorlar sonuç itibarıyla. Bir de onlara gazeteciler eklenmiş durumda; “yandaşların” halini biliyoruz; en azından görevlerini hakkıyla yerine getirmenin acınası gayreti içindeler. Peki kendisini “muhalif” ve “gazeteci” olarak ilan edenlere ne demeli? İsim vermeye gerek yok; karşı yandaş / cici muhalif kanalları izleyin; sabrınız varsa tabii yetecek kadar. Tüm konuştukları otuz beş kırk cümleyi aşmıyor konu ne olursa olsun, sadece özneler değişiyor. Kitap okumadıkları her hallerinden ve tümcelerinden belli oluyor, pastadan yeterince pay alamayan yandaşların tüyolarını paylaşmayı gazetecilik sanan, bir kanalda konuşurken aynı anda yükünü tutmak, dünyalığını kurtarmak için başka bir kanalla pazarlık yapacak kadar ahlak sahibi bir topluluğun adı artık gazetecilik. En “duayen” olanları bile her konuşmasının sonunda “demokrasimiz yara aldı” deyiveriyor. “Demokrasimizden” bahseden onun varlığına inanan bir muhalif; işte hal bu! Son günlerde bu cenahında sıkça tekrarladığı bir cümle var: “halkımızın sağduyusuna ve ferasetine güveniyor inanıyoruz…” Bende halkımızın sağduyusuna sonuna dek güvenenlerdenim; ferasete gelince…

[Feraset: Anlayış, zeka, seziş, sezgi, zihin uyanıklığı, kavrayış yeteneği…]

Bu cümleye istemsizce sokak jargonu ile karşı çıkabiliriz önce: “buyrun buradan yak…” hemen ardından bir soru ile, yanıtı içinde ve tarihte saklı bir soru ile bu karşı çıkışımızı düzeltiriz: hangi feraset, nerede bu feraset?

Güncel politika gerçekliği/örnekleri üzerinden sorumuzu alt maddelere ayıralım: Faşist Evren’in peşinden %93’le koşarken bu feraset neredeydi; onlarca yıl boyunca ülkeyi emperyalizme peşkeş çeken faşist Demirel’i demokrasi havarisi zannedip “kurtar bizi baba” diye onun peşinden koşarken  bu feraset neredeydi, Menderes adlı bir zavallı otokrat maşayı kurtarıcı olarak gören feraset… Onlarca yıl dinci-ırkçı faşist iktidara sadakasına fit olarak biat eden bir feraset arayışında olanları hayal kırıklığı bekliyor. Ama en önemlisi, en önemlisi yüzlerce yıldan bu yana süregiden açlığa yoksulluğa sömürüye boyun eğerken ortalıklarda hiç görünmeyen göremediğimiz herşeye boyun eğen feraset… Bu dünyada açlık sefalet yoksulluk ve feraset; öte tarafta ejder meyvesi ve feraset!

[Fit olmak: Argoda razı olmak manasında!]

*

Sıkça tekrarlıyorum ve “kibir” suçlamasını da kabul ediyorum. İnsana ait onca değeri düşman bellemiş, yüzde 85’i özünde dinci-ırkçı faşist olan ve başlıca siyasi katılım şekli –sadaka karşılığı- seçim olan bir topluluk-güruhla yaşanıyor yazılıyor tarih.Ve bu tarihin hiç ama hiçbir yerinde feraset yok. Açlığı, yoksullu, yoksunluğu meşrulaştıran kırıntılarla, sadakalarla diri tutulmaya çalışılan feraset… işte bu yalnızca “onlar” için gerekli görülen türden bir feraset; birazcık feraset! Ya da beka için vaz geçilmiş feraset!

*

Ölüm Dansı: “Herşeyi kaybettik ve huzursuzluğun batağındayız. Hiçbir kaybımızın telafisi mümkün değil; ölümlerin açtığı yaralar iyileşmeyecek.  Sürdürülen hayat ise bir uykudan ibaret, ne yaparsak yapalı gördüğümüz yaşadığımız sadece bir rüya. Bizi uykumuzdan uyandıracak ve rüyalarımıza son verecek tek şey ölümdür”  diye yazıyordu veba günlerinde yaşayan İtalyan şair Petrarcha.

“Seçim” içerikli yazılarımda sıkça başvurduğum bir metafordur veba / kara ölüm. Ölüm dansına gelince, insanlık tarihinin gördüğü en büyük salgınlardan biri olan ve yüzlerce yıl etkisini sürdüren veba günlerinde ortaya çıkan histerik bir krizin adıdır. Farklı yerlerde, farklı biçimlerde ortaya çıkan bu dansta insanlar neden, niçin sorularına yanıt vermeksizin toplu halde dans etmeye başlarlar ve dans, bitap düşene ve hatta ölene dek devam eder. Veba salgınlarının yarattığı dehşet ve yıkımla daha da kötüleşen yaşam koşullarının ve süregiden açlığın yoksulluğun ve umutsuzluğun dayanılmaz bir hal almasıyla yoğunlaşan stresin psikotik bir nöbet halinde istemsizce dışavurumu olabilir bu dans. Açlık ve yoksulluk psişik bir salgının tetikleyicisi olmuş ve insanlar dans ederek ölmüşlerdir.

(Bir öneri, konudan bağımsız; kapitalizmde ölüm dansı: Horaca McCoy’dan “Atları da Vururlar” romanı ve Sydney Pollack’ın yönettiği film… hangisine en kolay ulaşabiliniyorsa…)

*

Bir iki tahmin: Bir süredir dile getirdiğim tahmin/iddialarımda henüz bir değişiklik yok; o halde 1) Aslı varken neden taklidi tercih edilsin; beka söylemine, dayatmasına teslim olmuş, bu ve benzeri ideolojik müdahalelerle beyni iğfal edilmiş, güç/put fetişizasyonuna saplantılı, biat ve teslimiyet başlıca siyasal eylemi olan, şükür ve sadaka kültürü ile yoğrulmuş toplulukların-güruhun, %85’i özünde dinci ve ırkçı olan ve faşizm vs. ile hiçbir sorunu olmayan ve otoriteyi her koşulda seven  halkın (!) seçim tercihinin iktidardaki klik yönünde olacağnı düşünüyorum. Zifiri karanlıkta yol almaya devam! 2) Taklitlerine gelince; bırakın takliti olmayı ve hatta taklitin taklidi olmayı, neredeyse karbon kopyası olmayı bir kurtuluş yolu olarak görme eğilimine girdiler. Dinci-ırkçı faşist partilerin safralarından oluşan aday listeleri bunu örneklemez mi? Diğer taraftan vaatlerine bakın birde: açlığın yoksulluğun sömürünün birazcık olsun azalmasını sağlayacak ne vaad ediyorlar, yandaş birkaç mafya-müteahhitle uğraşmaktan başka. “Ana”muhalefet asgaride dahi sosyal-demokrat bir söylemden bile uzak duruyor, itinayla. Aynı gemideler, aynı tünelde… Ve üç) Tabanını “Kürt milliyetçilerinin” oluşturduğu partinin “yetmez ama oh yeah’çı” ilkesiz pragmatik başkanı –ki bunun ısrarlı savunucusudurlar hala ve ısrarlı bir şekilde Gezi sürecindeki tavırlarına bir açıklama getirmekten kaçınırlar!- bir tv konuşmasında %15 oy 100 milletvekilinin asgaride hedefleri olduğunu söyledi. (Listelerine ekledikleri dinci faşizm goy goycusu ikinci cumhuriyetçi gazetecilere güveniyorlar olsa gerek!) Tahminim o dur ki, imkansız; beklentilerinin çok altında kalacaklar. Kendilerini “sol” ya da “sosyalist” olarak lanse eden, sunan partilere gelince [lanse etmek: tanıtmak, överek öne çıkarmak!], hepsinin toplam oy oranı yüzde iki – ikibuçuk civarını geçmez; hadi rüzgar esiyor oy kağıtları uçuştu vs. diyelim, “şartlarda sol uyanış için harika” diyelim, popstar adaylarla bu işi kotarırlar diyelim yüzde üç olsun. Seçim sonrası ise mesnetsiz –ve duygusal- iddialarını haklı çıkaracak ve kitlesinin dağılması önleyen derin teorik açıklamalarını şimdiden hazırlamalarında fayda var. Ülkede onların deyimiyle bile “sol” ancak bu kadar çünkü ve feraset mi? O da ne?

[Mesnet: dayanağı olmayan]

Yanılıyor olmayı, yanılmış olmaktan dolayı utanmayı bilseniz ne kadar çok isterim!


PS: birkaç soru: önceki seçimde yenilginin lüks otellerin kral dairelerinde sızarak kutlandığına dair bolca Ankara dedikodusu mevcut; bu seferki yenilgilerinde ne yapacaklarına dair bilgisi duyumu olan var mı? Kaybedildiğinde/kazanılamadığında ne yapacaklarına, nasıl bir politika izleyeceklerine dair bir şey söyledilerde duymadık mı? Atı alan Üsküdarı geçtiğinde, hile hurda duygusu oluştuğunda ya da iktidardaki klik seçimi kaybettiğine inanmayıp şu ya da bu şekilde “kalma” ısrarını sürdürdüğünde izlenecek politika nedir, bilen var mı? Şimdilik son bir soru daha: “emek ve özgürlük ittifakı” NATO yanlısı mı?