Çöküşe Rıza (s)10

çöküş yazılarına dair birkaç not

Tamamlandıktan sonra bu süreç şu ünlü kelebek rüyası metaforunda olduğu gibi acaba rıza gösterenler “mutlu bir rüyamıydı gördüklerimiz yoksa kâbusa mı uyandık” diye soracaklar: “Hayır” yanıtını verecek birkaç kişi kaldıysa ortalıkta… “Evet, keyifle izlediniz bu süreci her anından büyük bir haz aldınız, hepinizin başlıca derdi batan gemiden payınıza düşme olasılığı olan mallara ne zaman, nasıl ve hangi yolla konacağınızdı…” Yanıt bekleyen kimse kaldıysa eğer onların jargonuyla olmalı bu yanıt! Çünkü on yılları alan tüm algoritmaları hassas cetvellerle belirlenmiş gibi duran, tüm aşamaları kitlelerden onay alan bu süreç boyunca onlarca milyon insanın güruh ruh haliyle yalnızca bu sürecin birer paydaşı olabilmek uğruna özgürlük, eşitlik, adalet, etik vs. tüm insan için olan kavramlara sırt çevirdiğinin şahidi değil miyiz?  

Öznel koşulların toplamı herkesin çöküşün bir şekilde farkında olduğunu örneklemez mi; bilindiği halde, açık bir şekilde görüldüğü halde “bilmiyorum, görmüyorum ya da bildiğim halde bilmiyorum ve görmezden geliyorum” durumunu da göstermiyor mu; aslında oldukça iyimser bir soru bu; tartıştığımız kitle adına! 

Öncekilerde olduğu gibi bu satırlarda kimi –eğer- okurlar tarafından kibir olarak algılanabilir. Kibir eğer kendini “bir yerde” konumlandırmak ve bu yerin gerekliliklerine göre görüş paylaşmaksa “evet”. 

*

Acaba ben ya da benim gibi olanların da bir çöküşe rıza hali söz konusu olabilir mi? Sessizce geleni karşılamak, artık kaçınılmaz olanı… Öncesinde ve ardından “demokrasi” oyunu ile faşizmin sürdürülebilirliği sağlandığından beri altta olanlar, her zaman “altta” olanlar, ben ya da benim gibi olanlar değil miydi? O halde diyemez miyiz coşkulu bir heyecanla sevinçli bir telaş içinde “gelsin tufan, topyekûn yıkım, kıyamet…”

Tekrarla; umut yok, bırakında topyekûn ya da ne varsa bilebildiğimiz hep birlikte çöküşün, dibe vuruşun ve ardından gelecek yok oluşun cazibesini ve bu cazibenin hazzını yaşayalım! Fazla mı hedonist oldu, fazla mı kinik? Ve hiç kuşkusuz her kuşağa nasip olmaz bu durum!

bir imparatorluğun çöküşü üzerine (Neil Faulkner’den) birkaç not birkaç alıntı…

“Dünyada benim dışında kimsenin parası olmamalı.” MS 211-217 yıllarında Roma İmparatoru olan Caracalla böyle diyordu…  

Çöküşün simge isimlerinden biri olmakla beraber birçok tarihçinin imparatorluğun çöküşünü Sezar’ın ölümünün ardından gelen, imparatorluğun hukukundan, fiili uygulamalarından ve geleneklerinden beslenerek güçlerini idame ettirmeye çalışan yöneticilerle –imparator- anlatmayı tercih ederler. Bu süreci belirleyen temel unsurlar diktatoryal yönetim, yöneticilerdeki çapsızlık-yeteneksizlik-cahillik ve hatta hastalık hali, nepotizm ile her geçen gün artan vergilendirme ve “savaş” giderleriyle birlikte büyüyen yoksulluğun yanında bir avuç zümrenin aşırı zenginleşmesi ve ahlaki çöküş… 

Çöküş sürecinin başlangıcı için birçok tarihçi Sezar’dan seksen yıl sonra “iktidarı alan” Caligula’yı işaret eder…

Çöküşte “Devlet terörü yeni bir yoğunluk kazandı. Yaşlı, paranoyak ve yalnız Tiberius kolaylıkla şüphelilerin suçlu olduğuna ikna edildi. Kullanılan iktidar mekanizması ihanet davalarıydı. Muhbirler öne çıkmaya… çağrıldı. Caligula iktidarın zirvesiyle kendini güvende hissetmeme hali arasındaki çelişki nedeniyle aklını oynattı… Hakim sınıf hızla yabancılaştı…”

“Aslına bakılırsa çürüme, imparatorun aile ve arkadaşlarından oluşan dar bir çevreye kadar yayılmıştı…”

Roma İmparatorluğunun çöküş sürecinde görünen odur ki meclis gücü saraya aktarıldıkça yozlaşma derinleşiyor, süreç hızlanıyordu. 

Servet ve iktidar yurttaşlardan devlete, orduya ve aristokrasiye geçti… Gözdelerin terfi ettirilmesiyle liyakatin değeri azaldı… Senato yasa teklifinde bulunma yetkisini kaybetti…  Hukuk imparatorların söylemine dönüştürüldü. İktidarın hâkim zirvelerinin kökleri toplumda yatmıyordu, hesap verme sorumluluğu kalmamıştı… Birçok vergi iki katına çıkarılırken vergilendirme alanı genişletildi… Teokratik oluşumlar –teokratik diktatörlük- pragmatik ve ideolojik kaygılarla desteklendi… Hazine boşaldı, paranın değer kaybı süreklilik kazandı… Devrim yapmaya imparatorluğun bu düzenini yıkmaya muktedir bir devrimci sınıf olsaydı devrim yaşanabilirdi, ancak böyle bir sınıf yoktu…  Askeri-bürokratik kompleks sosyoekonomik sermayesini tüketerek genişlerken çöküş-çürüme semptomları devlet iktidarı tarafından baskılanıyordu… Zenginlerle fakirlerden aynı oranlarda vergi alınıyordu ve hatta zengin potansiyel vergi mükellefleri vergi vermiyorlardı… İktidarı destekleyen zenginlere hizmet ve destek karşılığı vergi muafiyeti tanınıyordu…  Roma memurları yozlaşmıştı, iş adamları dolandırıcılık, askerler yağmacılık yapıyorlardı. Devlet iktisadi temelleri hortumlayarak, kemirerek ayakta duruyor güçleniyor gözüküyordu; ne var ki bu güçlülük hali sömürünün etkili olmasına bağlıydı ve sömürü etkili oldukça çürüme hızlanmaktaydı… Kırsalda eşkıyalık yaygınlaşmıştı ve bu çeteler kendi cemaat örgütlenmelerine, kolektif ritüellerine ve ayrıksı kıyafetlerine sahipti… Maddi durum kötüleştikçe iktidar kamu hazinelerine el attı, halka ait tüm kaynak ve birikimlere el kondu, şehirlerin paraya dönüştürülecek tüm güzellikleri harcanırken iktidara ait mülkler zenginleşti… Kilise yükseldikçe piskoposlar aristokrasinin bir parçası haline geldi… Kilise, saray himayesindeki bağış, lütuf ve ihsanlarla nüfuzunu arttırdı… İktidar ordu gücünü arttırmak amacıyla başka “halkların” göçüne onay verdi…

Vesaire, vesaire, vesaire…

çöküş ve otoriteye tapınma üzerine birkaç not

Önce on yıllar boyunca, farkına varılmadan belki de, yoksunluk içinde yaşandı. En insanal kavramlar unutturuldu, unutuldu, unutulması umursanmaz oldu. Ardından yoksunluk yoksulluk tarafından hızlıca kovuldu; öyle bir yoksulluktu ki bu, insan olmak ve yaşamak sadece hayatta kalma, kalabilme pratiğine indirgendi. Yaşama paniği, yitip gitme korkusu otoritenin daha da güçlenmesini sağladı. Faşizm bu şekilde bir aidiyet duygusu uyandırarak sıradanlaştı!

Yoksunluk sürecinin iktidar açısından en büyük başarısı bunun tek gerçeklik olarak güruha kabul ettirilmesiydi ki neredeyse herkes bu biat haline razı idi. Kitle sadece ve sadece iktidar için var olma fikrine razı edildi; kuşkusuz sürecin en büyük kolaylaştırıcı unsuru dinci-ırkçı ideolojilerdi. Bu ideolojilerin aracılığı ile de “kutsallık” hali yaratılabilir ve bu duruma var olan devlet hali mas edilebilirdi; ya da tam tersi… Bu dilemma halinin sürdürülebilirliği ideolojisinin otorite tarafından söylemde hiçleştirilmesi için yapılan manüplasyonlarla sağlanabilir. İdeolojilerinin sorgulanmasının herhangi bir şekilde ötelenmesi otoritenin mutlaklığının ve kutsallığının korumasını sağlar. Demokrasi oyununun küçük yalanları –seçim gibi- onun kutsallığının, mutlaklığının –ve değişmezliğinin- meşruiyetinin destekçileri ve aracılarıdır. 

Kutsalın otoriterleşmesi ya da otoritenin kutsallaşması onun –devletin- şiddetini vahiye dönüştürüp olağanlaştırır… Biat edilmeli, boyun eğilmelidir; gönüllülük hali devlet şiddetinin kutsallık örtüsü altında meşrulaştırılmasıdır. En büyük devlet ve onun ideolojisinin şiddeti çöküşün bir an öncesinde yaşanandır ve paradoksal olarak bu bağlamda güruh bu şiddetin hiç de farkında olmayacaktır.