Bundan tam 350 yıl önce, Nisan ve Mayıs 1655’te ünlü gezgin Evliya Çelebi Diyarbekir’deydi. Bakın ne diyordu:
“Önce söylenmesi gereken, Kara Amid’in dünyada sağlam kalesi ve dayanıklı surlarıyla tanındığıdır. Dicle kıyısında doruğu gökyüzüne ulaşmış, yeryüzünde yüksekliğiyle meşhur olan Fis Kayası üzerinde kara taştan yapılmış, ters işli dünyada yüce, sağlam bir kaledir. Kalenin doğu ve kuzey tarafına eğimli semti göğe baş kaldırmış kayalar üstünde olup Fis Mağaraları bu yüksek yerin altındadır. Yunus Peygamberin makamı da oradadır. O kaleden insan aşağıya bakmaya cesaret edemez. Aşağıda akmakta olan büyük nehrin (Dicle) iki yanı güllük gülistanlık, bağ bostan ve reyhanlıktır. Burası yeryüzündeki dinlenme yerleri içinde tanınmış olan ve her yıl beş altı ay Diyarbekir halkının Şattu’l Arab Faslını ettikleri bir gezinti ve eğlence yeridir.”
Ve devamla der ki Evliya Çelebi:
“Tamamı 2008 adet dükkân, bayındır çarşıyı, o güzellik pazarını meydana getirir. Hepsinden önde gelen Hasan Paşa Pazarı (Hanı), sonra Sipahi Pazarı (Çarşısı), Attarlar Pazarı (gelen gidenin genizlerini kokuyla doldurur), Kuyumcular Pazarı. Bu anılan çarşıların hepsinde taş kemerler yapılmıştır. Demirciler Çarşısı, Çilingirler Çarşısı, Altın ve Mücevherciler Pazarı, Çizmeciler Pazarı, Palancılar Pazarı, Gazzazlar (İpek dokumacıları) Çarşısı ve Bezciler Pazarı. Sipahi Pazarındaki bedesten gayet bakımlı, süslü ve iki tarafı demir kapılı, sağlam taş yapıdır. Zengin tüccarlarla dopdolu olup bütün ülkelerin değerli ve kaliteli malları, az bulunan pahalı mücevherleri burada bulunur. Öte yandan bu bölgede işlenen kılıç, gaddâre, külünk, balta, ok, hançer, mızrak yalmanı ve ok peykânı başka yerde işlenemez. Ancak dünyanın yarısı olan İsfahan demircileri işleyebilirler.
Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar. Ahenkli bir şekilde Kâr ve Nakş, Zecel ve Doğu şarkıları çalarken hem iş yaparlar hem de şarkı okurlar. Çekiç vururken yirmi dört tür usul ile ‘tırlaka tırlâk tırtırlâk’ diyerek ‘çifte dûyek’ usulünde çekiç vururlar. Körüklerini yine sofyân usül ile çekerler.
Hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden Segâh Makamı, kimilerinden ise Dügâh ve Yekgâh (Yegâh) makamı duyulur. Ve usulü Yay Çemberi veya Sakîl usulüdür. Kazancılar da örs üzerine kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘Tân tâne tân tâne’ diye Sofyân usulüyle çekiç vurdukları zaman, Hüseynî sesini duyan ve usullerini gören maarif sahipleri hayran kalır.
Kuyumcular gümüş kap kacak yapmada ve altıncıları altın taç ve saf altından mücevher kap kacak yapmada benzersiz ustalardır. Kalemkârları renkli nakış işlemede sanki nakkaş Mânî, Behzad ve Erjeng’dir. Özcesi sanat sahipleri her yönden bu derece yetkin ustalardır.
Amid halkının yüz rengi, su ve havasının tatlılığı ve Hamravat suyunu içmelerinin etkisiyle kızıldır. Çoğunlukla orta boylu, sağlam bünyeli, güzel yüzlü ve iri adam olurlar. En az yaşayanları yetmiş seksene ulaşmışken bile çalışmak ve kazanmaktan geri durmazlar. Kalplerde arzu uyandıran güzel çocukları vardır. Mütevazı, yumuşak, güzel görünüşlü, peri yüzlü, ay parçası gençleri vardır. Şark diyarı olduğundan (Amid Halkı) bölgesel şive ile belagat üzere konuştuklarında, gönlü yaralı âşıklar hayat bulur. Her cümbüş ve hareketleri, yürüyüş ve duruşları insanı şaşkın eder. Hepsi zarif ve nükteci çocuklardır.”
İçine kendimden de nağmeler kattığım bu uzun ve ayrıntılı anlatımın izleri, gören gözlerce görülebildiği kadarıyla Evliya Çelebi’ce sayfalarca anlatılır durur.
Ekmek ve şarap
Bir başka ünlü gezgin Nasır-ı Hüsrev -ki kendisi Nasrü’d-Devle’nin oğludur- Sefername adlı eserinde; “Ben; dünyanın dört bucağından Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok şehirler ve kaleler gördüm. Fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid şehrinin kalesine benzer bir kale ne gördüm, ne de başka bir yerde bunun gibi bir kale gördüm diyeni duydum” der.
Polonyalı Simeon Evliya Çelebi’den yaklaşık 40 yıl önce, 1600’lü yılların başında geldiği Diyarbekir’de bakın bir sofrayı nasıl anlatıyor: “Birgün Surp Giragos Kilisesi’ne gittiğim vakit, kilisenin beş horanının önünde ayrı ayrı ayin yapıldığını gördüm. Orada Vartabet, keşiş ve piskoposlardan başka 25 papaz saydım. Gördüğüm iyi adetlerden biri de şu idi ki, ayin yaptıranlar, bütün ruhanilere kendi rütbelerine göre bolca hediyeler dağıtır ve ayin bittikten sonra onları kendi evlerine yemeğe davet ederler. Yemek hususunda da cömert olan bu insanlar, Lehistan hariç, İstanbul ve Halep’te dahi görmediğim bir surette mükellef sofralar kurar ve çok lezzetli yemekler ikram ederler. Çeşitli kebaplar, börekler ve diğer pahalı yemeklerle beraber ikrâm edilen koyu ve tatlı Ergani şarabından bir bardaktan fazla içemezsiniz.”
Yine bir başka gezgin Jean Baptiste Tavernier:
“Diyarbekir’de çok iyi ekmek ve şarap üretiliyor. Hiçbir yerde oradaki etler kadar güzel et yemedik. Ama orada özellikle güvercin yeniliyor. Bu güvercinler büyüklük ve lezzet açısından bütün Avrupa’dakileri geçiyor.”
Bir Amerikalı New York’tan Horatio Southgate Ulu Camiyi anlatıyor: “Diyarbekir’in en önemli camisi eskiden bir Hıristiyan Kilisesi imiş. Adına Ulu Camii deniliyor. Ve bu yerdeki geriye kalan en güzel sanat eseri. Şimdilerde minare olarak kullanılan kare şeklinde bir kulesi var. Çatısı eğimli, pencereler en tepede ve yuvarlak. Her şey bir araya gelince müstesna bir görünüşe sahip. Stil olarak doğudan çok, Avrupalı. Bir kenarında taşla kaplı ve ortasında geniş bir fıskiye olan çok geniş bir alanı var. Bu avlunun yüksek duvarları boyunca birçok çeşit güzel mermerden yapılmış sütun sıraları var. Ve avlunun dört tarafında Sünnilerin dört mezhebini bir araya getiren ayrı (ibadet) yerleri var. Kilisenin dış kapısında Kûfî veya eski Arapça yazıtlar var.”
Şimdi 1778’de Diyarbekir ziyaret eden gezgin Carslten Niebuhr’a kulak vermenin zamanıdır:
“Üç tuğlu şapkaya sahip Paşa İçkalede ikâmet ediyor. Şehrin geçmiş zamanlardaki emirleri bu tepede (Virantepe-Hemadek) bulunan bir sarayda otururlardı. Şimdilerde (1778) bu saraydan temel duvarı haricinde tek bir kalıntı bile gözükmüyor. Tepe, üzerinde barındırdığı kanyonlarla bir batarya işlevi görüyor. Buradan bütün şehri temaşa etmek mümkün. Birkaçı dört köşeli, çoğu diğer şehirlerdeki gibi yuvarlak olmak üzere toplam 16 minare sayıyorum. Hıristiyanlar, bu dört köşeli minareleri şehri zapt eden Müslümanların kiliseden çevirdikleri yapılara yoruyor. Bu çok da ihtimal dışı olmayan bir tahmin.”
Kültürlerin buluşma yeri
Belki de en etkileyici, edebi geçmişin izinden yürüyen İtalyan gezgin Sestini’dir. Bakın 1781-82 yıllarına ait ifadeleri şöyle:
“Dağlar geride kalmıştı ve iki ayrı yön takip ediyordu. Şehrin çevresi yedi bin metre ediyor. Ve şekli de sandalı andırıyordu. Dicle Nehri Diyarbekir’in aşağısında yakın bir yerden geçmekteydi. Kale; şehrin surlarına eklenmişti. Volkan oluşumundan kaynaklanan büyük bir uçurumun üzerinde bulunuyordu. Eskiden bu şehre Amid Kalesi dendiği de söyleniyor. Rivayetler göre bu ismin kökeninde onu inşa eden bir prensesin adı bulunmaktadır. Ama sanırım Diyarbekir onun antik adıdır. İncil’de geçiyor; Pline, Dicle’nin alt kısmı Carcathiocerta. Ve üst kısmı da Tigranocerta, adını taşıdığını söyler. Diyarbekir’de Türkler, Ermeniler, Yakubiler, Suriyeliler, Yunanlılar ve Kürtler yaşıyor. Orada Türkçe, Arapça, Kürtçe, Ermenice ve Keldanice konuşuluyor.
Diyarbekir’de insanlar iyi karşılanıyor. Ekmek ve et lezzetli ve çok ucuz. Meyveler, bitkiler bol miktarda bulunuyor ve nehirden (Dicle) bol balık avlanıyor. Çok şarap ve alkol içiyorlar. Misafir olduğumuz yerlerde dilediğimiz kadar bize bu içkilerden ikram ettiler.
Diyarbekir kenti kervanların buluştukları yerdir. Kervanlar, İzmir’den, Halep’ten, Tokat’tan, Erzurum’dan, Şam’dan, Bağdat’tan, İran’dan, İstanbul’dan, Trabzon’dan, Musul’dan, Adana ve Cizre’den geliyorlar buraya. Buradaki imalathaneler, beyaz ya da boyalı, çeşitli pamuk kumaşlar üzerinde çalışmaktadırlar. Bu şehirde çok sayıda dokumacı bulunmaktadır. Yunanistan’a, Halep’e ve Karadeniz’e bol miktarda çizgili ipek ve pamuktan kumaşlar ihraç edilmektedir. Ergani kalayının ticareti de yapılmaktadır. Kırmızı maroken bütün batıyı kalite açısından geçmektedir. Buranın suları marokenlere çok güzel bir parlaklık vermektedir.
Bu şehir (Amid) Kürdistan dağlarından getirilen kocaman bir mazı ambarıdır. Diyarbekir toprakları çok iyi işleniyor ve buralarda çok iyi, arpa, mercimek, bakla yetişiyor. Pamuk, susam ve keneotu toplanıyor. Bu şehirde padişahın parasının yanında Venedik sekeni, florin, İmparatorluğun Gümüş Parası da kullanılmaktadır.”
İşte, sayılamayacak kadar çok bu ortaçağ gezginlerinin Diyarbakır’a dair, sosyal, kültürel yaşama ve şehir hayatına dair izlenimlerini uzatarak anlatmak elbette mümkün. Ama burada şehirde 1869 yılında yapılan bir sayımın sonuçlarını görmek galiba şehirde hayatın zenginliğini anlatmada önemli tamamlayıcı öğe olabilir.
1860’lı yılların Diyarbekir’inde yapılan bir sayım; hem şehrin etnik mozaiğinin varsıllığını hem de şehrin diğer tüm varlık göstergelerinin büyüklüğünü gözler önüne sermede önemli bir belge. Belge aynen şöyle:
“Tarih Hicri 1286, ya da Miladi 1869 ; Diyarbekir merkezinde yapılan sayım sonuçlanmış olup, aşağıda açıklanmıştır. Tahrir müdürlüğünden açıklanan cetvele göre Diyarbekir’in merkezinde mevcutlar.
Bir vilayet konağı ve harem dairesi, bir Liva hükümet konağı, dört bin iki yüz yirmi dokuz (4229) hane, 1840 dükkân, 31 mağaza, 76 kereste ambarı, 8 han, 12 hamam, 34 kahvahane, 28 değirmen, 6 pirinç dingi, 24 bulgur dingi, 36 fırın, 159 ahır, 288 arasa, 2 bekçi odası, 2 samanlık, 1 balıklı gusulhanesi, 12 bezirhane, 4 meyhane, 2 salahane, 1 kireçhane, 1 midmanhane (kefalet sandığı), 2 sabunhane, 2 direkhane, 1 menzilhane, 1 postahane, 1 cashane (alçıhane), 7 karakol, 29 dabakhane, 4 dabakhane odaları, 1 haşırhane, 1 bardak atölyesi, 2 patrikhane, 1 tımarhane, 1 damgahane, 21 boyahane, 1 ıslahhane, 6 iplikhane, 1 tahmishane, 1 muvakkithane, 1 su terazüsi, 1 su hayrathanesi, 15 Hanefi camii şerifi, 4 Şafii camii şerifi, 2 cami arsası, 30 mescidi şerif, 11 türbe-i şerife, 1 Dar-ül kurra, 5 Tekke, 6 Medrese, 1 Rüştiye mektebi, 11 İslam mektebi, 3 Ermeni mektebi, 1 Protestan mektebi, 1 Rum mektebi, 1 Rum Katolik mektebi, 1 Keldani mektebi, 1 Süryani mektebi, 1 Yahudi mektebi, 1 Zaptiye merkezi, 1 Polis ve 1 Redif deposu, 8 Kale kapısı, 167 Kale mağzenleri (Burç odaları), 13 Kilise, 1 Yahudi Havrası, 9 Böceklik, 11 Kasr, 149 Tarla, 308 Bahçe, 22 Kavaklık, 85 Buz gölü, 17 Buzhane, 24 Bostan, 7 Bağ, 1 Bakır atölyesi, 1 Gümrük hanı, 8 İslam kabristanı, 4 Hıristiyan mezarlığı, 1 Yahudi mezarlığı, Dicle kenarında iki odun iskelesi olup, toplam olarak 8099 muskalat ve arazi mevcut olduğu gösterilmiştir.
Bunun yanında mevcut nüfus cetvelinde;
4781 erkek, 5033 kadın Müslüman
3577 erkek, 3276 kadın Ermeni
428 erkek, 403 kadın Ermeni Katoliği
747 erkek, 687 kadın Süryani
94 erkek, 80 kadın Süryani Katoliği
508 erkek, 468 kadın Keldani
179 erkek, 126 kadın Rum
25 erkek, 30 kadın Rum Katoliği
318 erkek, 332 kadın Protestan
143 erkek, 137 kadın Yahudi
ki, toplam 21.372 erkek ve kadın olduğu tespit edilmiştir.”
Amida, Amed, Amid, Dikranagerd, Diyarbekir
Ve son örneğimiz hemen Cumhuriyet sonrasına 1927 yılına denk düşüyor:
“1927 yılında gerçekleştirilen Türkiye Sanayi Sayımı Envanteri’ne göre Diyarbakır, 772 sanayi işletmesi ile dokumada özellikle de ipekli dokumada İstanbul’dan sonra Türkiye’nin ikinci önemli şehri konumunda. Dikkatlerden kaçmamalı. Bugün ipekli dokumanın merkezi şehri olan Bursa o günlerde Diyarbakır’dan sonra ve ancak üçüncü sırada.”
Cumhuriyet rejimin zaman içinde giderek güç kazandığı yıllar geçtikçe Diyarbakır’da sosyal ve kültürel hayata baktığımızda geçmişin o çok zengin ve debdebeli günlerini şehir olarak arıyor olsak bile yine de Anadolu ve Mezopotamya şehir kültürü içinde Diyarbakır’ın çok farklı bir yerinin olduğunu ifade etmek yanıltıcı olmaz. Yetişmiş insan unsuruyla, hizmet sektörüyle, sinema- tiyatro gibi eğlence mekânlarıyla, tarih ve kültür geçmişini her yönüyle hissettiren camileri, kiliseleri, medreseleri, kapıları, surları, evleri, köprüleriyle içinde her yönüyle hayatın olanca canlılığıyla sürdüğü antik bir şehir Diyarbakır.
Diyarbakır’a dışarıdan bakanlar, yani şehre “yabancı olanlar” açısından da bu böyledir.
Ve değil mi ki; kendisiyle yaşıt olan binlerce yıllık ve doğuda kalan Babil, Ninova ile batı yakadaki Efes, Fasilis ve Truva bugün tarih sahnesinden silinmiş. Ve birer arkeolojik kalıntı şehirdirler. Ama Amida, Amed, Amid, Dikranagerd, Diyarbekir ya da Diyarbakır dimdik ayakta.
İlçesi Ergani yakınlarındaki Bajargeran tepesinde, “kot ê ber çem”de ya da çok bilinen adıyla Çayönü, Hilar’da onbir bin yıl öncesinin ilk toplu yerleşim yerinin ve yine ilk yabani buğday ve yabani hayvan çeşitlerinin ehlileştirilip evcilleştirilmesi şehrin hinterlandının da önemini ortaya koyar. Yine Lice yakınlarındaki Bırkleyn mağaralarındaki Asurlara ait kral 1. Tıglatpiliser ve Salmanazar’a ait figürler ve steller. Ayrıca Lice yakınlarındaki tarihi Dakyanus şehri, Eğil ve Bismil’deki kazılarda ortaya çıkan önemli arkeolojik buluntular şehrin çevresinin de ne denli tarihsel mirasla dolu olduğunun canlı tanıklarıdır.
Diyarbakır kent merkezinin tarihine baktığımızda Milattan önce 3000 yıllarında kente Huri-Mitani’lerin egemen olduklarını görüyoruz. Zaten kentin şehir yerleşimi olarak bilinen en eski ve 5000 yıllık geçmiş tarihi de Huri-Mitani’lerle başlar. Milattan Önce 1260 yılına kadar süren Huri-Mitani egemenliği anılan tarihte (MÖ1260) Asur egemenliğine dönüşür. Kronolojik bir sıralama yaparsak, günümüze kadar kentten gelip geçerek iz bırakan 30’dan fazla kavimi sıralamak mümkün.
Milattan Önce 3000 ve devamı : Hurri-Mitani
Milattan Önce 1260 – 653 : Asurlular ve Urartular
Milattan Önce 653 – 625 : İskitler
Milattan Önce 625 – 550 : Medler
Milattan Önce 550 – 331 : Persler
Milattan Önce 331 – 323 : Makedonyalı İskender
Milattan Önce 323 – 140 : Selevkoslar
Milattan Önce 140 – 85 : Partlar
Milattan Önce 85 – 69 : Armenia Kralı Büyük Tigran Hakimiyeti
M. Ö. 69 M. S. 53 : Romalılar
Milattan Sonra 53 – 220 : Partlar ve Romalılar
Milattan Sonra 220 – 395 : Sasaniler ve Romalılar
Milattan Sonra 395 – 639 : Bizanslar
Milattan Sonra 661 – 750 : Şam Emevileri
Milattan Sonra 750 – 869 : Abbasiler
Milattan Sonra 869 – 899 : Şeyhoğulları
Milattan Sonra 899-930/978 : Hamdaniler
Milattan Sonra 978 – 984 : Büveyhoğulları
Milattan Sonra 984 – 1085 : Mervaniler
Milattan Sonra 1085 – 1093 : Büyük Selçuklular
Milattan Sonra 1093 – 1097 : Şam Selçukluları
Milattan Sonra 1097 – 1042 : İnaloğulları
Milattan Sonra 1142 – 1183 : Nisanoğulları
Milattan Sonra 1183 – 1232 : Hasankeyf Artukluları
Milattan Sonra 1232 – 1240 : Mısır ve Şam Eyyubileri
Milattan Sonra 1240 – 1302 : Anadolu Selçukluları
Milattan Sonra 1302 – 1394 : Mardin Artukluları
Milattan Sonra 1394 – 1401 : Moğollar (Timur Hakimiyeti)
Milattan Sonra 1401 – 1507 : Akkoyunlular
Milattan Sonra 1507 – 1515 : Safeviler
Milattan Sonra 15 Eylül 1515 : Osmanlılar (Yavuz Sultan Selim egemenliği)
Ve 1923 Türkiye Cumhuriyeti…
Hiçbir muktedire ait değil
Bu sayılan kavimler arasında Diyarbakır’da en fazla tarihi eser yapıp da bugünlere bırakanlar, Romalılar, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar olmuştur. Diyarbakır sadece Roma-Bizans Hıristiyan izlerini değil, aynı zamanda Müslüman, Pers, Arap, Türk ve Kürt’lerin de zengin tarihi ve kültürel değerlerini taşıyarak ortak bir kültürel miras şeklinde günümüze kadar taşıyagelmiştir.
Diyarbakır şehir merkezi de öyle…
Tarihten bugünlere süzülerek gelen 5.5 kilometre uzunluğundaki surların tarihinin neredeyse 5000 yıllık olduğunu ve bugün hâlâ dimdik ayakta duran dünyadaki tek örnek olduğunu bilmem söylemeye, anlatmaya gerek var mı? Hemen yanı başından geçen Dicle (kadim Tigris) nehrinin Kutsal Kitaplarda adı geçen dört nehirden (Dicle, Fırat, Aras ve Kura) biri olduğu ve bu nehrin adeta Diyarbakır’la anılmaya kadir olduğunu mutlaka ve mutlaka vurgulamak gerekir. Ve kente anlam katan eski Diyarbekir evleri, camiler, medreseler, kiliseler, su yolları, surlardaki burçlar, kitabeler ve de henüz envanteri bile yeterince çıkarılamamış daha nice bir dolu tarihsel kültürel miras örnekleri…
Diyarbakır elbette ki bir kültür şehridir de. Bunun en önemli göstergesi yüz yıl öncesine kadarki zengin etnik ve entelektüel harcıdır. Kürt, Türk, Ermeni, Süryani, Keldani, Yahudi’nin hep beraber yaşadığı tarihin kavşak noktasında odaklanmış bir şehir. Belki de Osmanlı’nın son dönemlerinde nüfusuna göre en çok edebiyat insanı yetiştiren şehir unvanını bu zengin mozaiğe de bağlamak gerek.
Kültüre ve kültürel gelişmeye katkıda, önemli bir işlevi olduğuna inanılan gazetelerin de neredeyse 150 yıl önce hemen hemen İstanbul’la aynı tarihlerde Diyarbakır’da hayatiyet bulduğu bir başka önemli konudur. 1860 yılında İstanbul’da çıkarılan Tercuman-ı Ahval’den dokuz yıl sonra 1869’da Anadolu’da çıkan ilk gazete olarak Diyarbakır’da “Diyarbekir” gazetesi çıkmıştır.
Türkiye’nin edebi ve kültürel gelişmesine Diyarbakırlı şair, yazar, edebiyat, kültür ve sanat insanlarının katkısı da çok önemlidir. Kütüphaneciliğin babası olarak kabul edilen Ali Emiri Efendi, İshak Sukûti, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmed Arif ile günümüzün yaşayan bir dolu fikir ve sanat insanları bunlara örnektir.
Diyarbakır’da kültür ve sanat, belki zaman zaman ülkenin genelindeki siyasi keşmekeşe kurban gitmiş, kesintiye uğramış olsa da; her defasında kökleri çok derinlerde olan yeni sürgünler olarak yeniden capcanlı sıçrayışlar yapmış ve varlık bulmuştur.
İşte şiddetle iç içe yaşanmışlıklara karşın, son yılların kültür ve sanat panoramasına Diyarbakır ışığında bakarsak, neredeyse her hafta kendi kitlesini etrafında şekillendiren kültürel etkinlikler varlık bulmakta idi! Hiç değilse yılda birkaç kez bütün kenti kucaklayan ve ses getiren önemli kültürel sanatsal hareketlilikler ve festivaller yaşanmaktaydı! Bu da kentin eski asli kimliğine yeniden dönüşünün göstergesiydi…
İşte şehir yerleşkesi olarak milattan önce üçbinli yıllarda Hurri-Mittani şehir devletleri geleneğinden bugünlere kadar bugün adı artık resmi olarak Diyarbakır olan şehir bir tarih ve kültür şehridir. Hikâyesini de bir süredir yasaklı hali ile kendini dünyaya anlatan Sur Beldesidir. O Surlar ve Sırlar şehri ki; Diyarbakır dediğinizde Sur’dur asli hikâye, Sur dediğinizde de Diyarbakır’dır bütün hikâye…34 kavim geçmiştir şeceresinden tarih boyunca… Tümü tarihin sayfalarında kentle birlikte ad olmuştur geçmiş ve gelecek yazılı tarihinde…
Garip ve tuhaf ruh halidir bugün Diyarbakır’ın kaderine yazılan. Hiçbir muktedire ait olmayan, olmamakta direnen şehir; bugün yüz küsur günlük sokağa çıkma yasaklı hâl ile müsemma yıkım, yakım, sürgün, ölüm ve tahribattan sonra devletin topyekûn kamulaştırma kararıyla “devlete ait” mi olmuş oluyor sizce!
Her şey bu kadar kolay mı? Ben yaptım ve oldu, demek mi…
26 Mart 2016
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024