Dez-Enfermasyon Savaşları: Medya ve Akademi

Dezenfermasyon gündelik siyasetin her alanında rastlayabileceğimiz bir olgu, ama hiç kuşkusuz dış politika konularında ve özellikle de savaş dönemlerinde doğru bilgiye ulaşmak neredeyse imkânsızlaşır ve ortalığı kaplayan yanlış ve çarpıtılmış bilgi kirliliği beyin ve vicdan hastalıklarını bir salgına dönüştürür. Medyanın ana haber kaynağı istihbarat örgütleri tarafından servis edilen manipülatif raporlar ve üretilmiş görsel malzemeler haline gelir. Hatta medyanın kendisi de bir istihbarat örgütü mantığıyla aynı türden haber üretimine yönelir. Her devlet bu yönteme başvursa da doğrusu, bu işi tüm dünyayı etkileyebilecek ekinlikte yapabilen tek ülke ABD”dir.

Chomsky’nin “Yeni Dünya Düzeni ve Gerçekler”, “Medya Bizi Nasıl…” isimli kitapları ABD tarafından üretilen bu tür dezenformasyonların ve manipülatif haberlerin pek çok somut örneğini çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Romanya’da Çavuşevsku tarafından katledilenleri gösterdiği iddia edilen bir meydan dolusu ceset fotoğrafının arka planında nasıl hastane morglarından toplanarak sözkonusu meydana getirildiği ve fotoğraflanarak dünyaya servis edildiği, Saddam’ın nükleer silahları, 11 Eylül sonrası bu yöntemle üretilmiş haberlerle abartılan İslami terör tehdidi ile Taliban ve El Kaide bağlantısı ciddi biçimde sorgulanmadan Afganistan’ın işgalinin meşrulaştırılması vb….

Medya, kuşkusuz bu tür savaş hallerinde bilgi çarpıtma odaklı enformasyon savaşlarının en başta gelen aracıdır. “Vatan hainliği” damgası ya da daha açık baskılarla farklı görüşlerin bastırıldığı ya da duyulamaz hale getirildiği bu dönemlerde, tek merkezli ve aynı hedefe yönelik dezenformatik “bilgi” bombardımanları, savaşların bir başka kirli yüzüdür. Rusya gibi otoriter karakteri net olan ülkelerde zaten bu alandaki yasaklamaları ve baskıları özel biçimde ifşa etmeye gerek yok ama savaş sadece baskıcı rejimlerde değil kural olarak her yerde, demokrasinin askıya alınması, en azından minimize edilmesi demektir. O tarihlerde “Demokrasinin beşiği” olarak anılan İngiltere 2. Dünya Savaşını Churcill’in duraksamaksızın ilan ettiği sıkıyönetim koşulları altında yaşamıştı. Yalnızca savaşın sıcağı değil soğuk olanı da aynı etkiyi yaratır; ABD’deki Mc Carty dönemini ya da 11 Eylül sonrası ABD’sinde güvenlik devletinin nasıl demokratik hakları askıya aldığını hatırlayalım.

Dışarıda savaşın meşrulaştırılmasını içeride ise demokratik hakların baskılanmasını hedefleyen bu dezenformasyon sürecinde medyanın oynadığı kritik rol apaçıktır ama elbette sadece medya değildir bu sürecin parçası olan. Savaş hali topyekün seferberliktir; partilerinden, sivil örgütlere esas duruşa geçilmesi bir kuraldır. Peki ya “özgür ve eleştirel düşüncenin” temsilcisi akademi(syenler)… Türkiye’de daha çok yakın zaman önce elinde çubukla askeri aparatın uzvu güvenlik uzmanı edasıyla savaş goygoyculuğu yapan akademisyenlerin ne çok somut örneğini gördük…

Sözkonusu olan emperyalist güçlerin açıktan ya da dolaylı yöntemlerle yer aldığı savaşlarsa, enformasyon savaşları da dünya sathında sürdürülen bir dezenformasyon kampanyasına dönüşür. Diğer ülkelerin içinde de, tabi ki “güzel ve yalnız” ülkemizde de, bu enformasyon savaşlarının aparatı olan gazetecilere ve akademisyenlere –üstelik de bu kadar çok olmaları yüzümüzde acı bir gülümseme bırakarak- karşılaşırız. Konuştukları ve yazdıkları ile emperyalist ülke enformasyon bültenleri arasındaki fark aslı ile fotokopisi arasındaki fark kadardır. Bir,i Rusya’nın Ukrayna işgalini “antiemperyalist ve antifaşist bir hamle” ilan ederek meşrulaştırırken, diğeri, çok bariz gerçekleri yok sayarak ya da önemsizleştirerek “ne faşizmi kardeşim, Zelensky Yahudi bir kere, siz faşist görmek istiyorsanız Büyük Rus milliyetçiğinin bayraktarı Putin’e, faşist milis görmek istiyorsanız Wagner timlerine bakın, niye adı Wagner bu timlerin biliyor musunuz?” karşı argümanıyla bu hamleyi karşılar. Diğeri, “Rusya’nın eski egemenlik alanlarını yeniden ele geçirmeye çalışan saldırgan ve despotik bir güç olduğunu; Rusya’nın durdurulamaması halinde dünyanın hem otoriterliğin yaygınlaşması hem de dünya savaşı tehdidiyle karşı karşıya kalacağını” söylerken beriki, “ABD’nin Ortadoğu, Güney Amerika, Pasifik, Kosova vb. savaş suçlarını ve yayılmacı çabalarını hatırlatarak asıl saldırgan ve yayılmacı olanın ABD olduğu, Rusya’nın burnunun ucuna kadar gelmesinin tüm dünyayı kendi egemenlik alanı olarak görmesinin bir kanıtı olduğu ve bunun Rusya başta tüm dünya için bir tehdit oluşturduğu, Rusya’nın hem kendi varlığını hem de ABD ‘ye boyun eğemeyen diğer ülkelerin varlığını koruma mücadelesi verdiği” argümanlarıyla buna karşı çıkar vb. vb. Sonuçta olan aslında yine fillerin tepişmesi ve çimenlerin ezilmesidir ve bu kesimlerin asıl derdi çimenlerin ezilmesine karşı çıkmak değil, efendisi filin kazanması için kendi mevzi çukurundan diğer filin askerlerine kurşun sıkmaktır.

Bu neden böyledir: Bazıları bu enformasyon savaşlarının etkisinde kalıyor olabilir. Malum bu alanda Rusya’nın imkânları ABD’ye göre çok daha sınırlıdır. Ama yine de bu küçük bir ihtimal… Asıl vurgulamamız gereken biri doğrudan diğeri dolaylı iki önemli unsur var: Kimileri bu konuyu hafifsese de, aslında bağımsız ve eleştirel analizin ağır biçimde sakatlanmasında fonlanmanın çok önemli bir rolü vardır. Ne yazık ki medyanın yanı sıra akademi alanı da doğrudan ve dolaylı fonlanmanın ciddi bozucu etkileriyle yüz yüzedir. Doğrudan fonlanmanın ne olduğu belli, dolaylı fonlanma ise uluslararası dergilerde yazı yayınlatmanın, akademide önemsenmenin ve kariyer yapmanın yolunun belli bir kavram setiyle konuşmayı ve analiz yapmayı adeta zorunlu hale getirmesidir. Bu kavram seti kullanıldığında artık nereden yürürseniz yürüyün sizi yolun sonunda piyasa ekonomisi ve liberal demokrasinin kutsama töreni beklemektedir.

Kısmen dolaylı fonlanma sayılacak, kısmen de yaşamsal bir güvence olarak görülecek bir diğer önemli etkeni ise, Bauman’ın şu sözlerinden çıkarabiliriz:

“Aslında, ortaya çıkmakta olan hareketlilik hiyerarşinin en tepesinde ve en altında, yani iki kutupta toplanmış dünyalariçin birbirinden son derece farklıdırlar ve aralarında ki iletişim gittikçe kopmaktadır… Birinci dünyanın –küresel işadamlarının, küresel kültür yöneticilerinin ya da küresel akademisyenlerin giderek daha fazla kozmopolit hale gelen yersiz yurtsuz dünyasının– sakinleri için, devlet sınırları yerle bir olmuştur; çünkü bu sınırlar dünya malları, sermayesi ve finansı için kaldırılmıştır. İkinci dünya sakinleri için ise göç kontrolü, oturma izni yasaları, ‘temiz sokaklar’ ve ‘sıfır hoşgörü’ politikaları ile örülmüş duvarlar giderek yükselmektedir…” (Zygmunt Bauman, “Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları”)

Küresel gelişmelerin daha netleştirdiği “kozmopolit elitler” olgusu akademik alanın özel ve katmansal çıkarları ile piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi arasında önemli bir bağ oluşmasına neden olmuştur. Onlar açısından artık ulusal mekânları ile bireysel-katmansal refah ve özgürlükleri arasındaki nedensel ilişki belirleyici olmaktan çıkmıştır. Batı’nın refah ve özgürlük ortamı mekânsal olarak eskiye göre çok daha ulaşılır hale gelmiştir; başları otoriter ulusal devletleri ile derde girdiğinde kolaylıkla sığınabilecekleri ve yaşam ve mesleklerini idame edebilecekleri alternatif bir mekâna dönüşmüştür. Batı’nın yenilgisi ya da zor duruma düşmesi, bu anlamda akademisyenler çok önemli bir kayıp olacaktır. Ama bu yolun da sonuna gelinmekte gibi… Zira bizzat liberal demokrasinin küçük cennetlerinde otoriterlik ve faşizm rüzgârları esiyor epeydir. Uluslararası ilişkiler profesörü Evren Balta, katıldığı bir canlı yayında bu durumu çok güzel ifade etmişti. (Programı hatırlayamadığım için sözleri aynen değil mealen aktaracağım) “ Eskiden kişisel ya da akademik güvenliğimiz ve özgürlüğümüz açısından ciddi sorunlarla karşılaştığımızda Batı ülkelerine gidebilme olasılığı rahatlatıcıydı. Ama şimdi oralarda buralara benzemeye başladı… Gidilecek yerin olmaması bizi kendi yerelliğimize karşı daha duyarlı ve sorumlu hale getiriyor.” Ama Batı da demokrasiyi görüp de emperyalizmi göremedikleri gibi bu gerçeği göremeyecek ya da nedenlerini Batı dışı faktörlere bağlayacak kadar kör “demokrasi âşıkları” da az değil… Onlar Batı ülkelerinde yaşanan otoriter ve faşizan gelişmeleri liberal demokrasinin, mevcut küreselleşme anlayışının ve serbest piyasa mitinin yarattığı sorunlarla değil ——–inanması zor ama- Putin gibi otoriter liderlerin varlığı ve etkisiyle açıklıyorlar. Diyorlar ki “Batı da ne kadar otoriter, faşist varsa, bilin ki arkalarında Putin’in desteği var ve yükselmelerinde de bu çok önemli bir etken…” Öyleyse yine dönüp geldik Putin’in devrilmesi, Rusya’nın yenilmesi ve ABD önderliğindeki “Hür Dünya Bloku”nun başarısı için hep beraber dua etme zorunluluğuna!

Dizi yazımızın bu bölümünde kirli emperaylist savaşın en kirli veçhelerinden biri olan dez-enformasyon savaşlarına ve bu kirli savaşta medyanın ama özel olarak akademi(syenler)in rolleri üzerine bazı saptamalar da bulunmaya çalıştık. Ama akademi boyutu sözkonusu olduğunda konunun üzerinde durulmayı hak eden özel ama son derece önemli bir başka unsuru daha var: Bizzat akademinin bu alanla ilgili Uluslararası İlişkiler disiplininin bir emperyalist dezenformasyon aracı olması… Bu konuyu da gelecek yazımızda ele alacağız.

Mahmut ÜSTÜN