2019 yılı –emekçi sınıflar kadar– Türkiye’deki egemen sınıflar ve siyasi iktidar açısından da zor bir yıl olacak. Sadece ekonomik krizden kaynaklanan ve bunun siyasal pratiklere (seçmen davranışına) yansımalarına indirgenemeyecek olan yapısal sorunların sayısı artacağı gibi bu sorunlar çeşitlenecek de. Bu durumu belirli bir akış dahilinde özetlememiz mümkündür.
*
AKP-MHP ittifakı ya da nam-ı diğer Cumhur İttifakı, 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL döneminden sonra siyasal yaşamın kritik bir döneminde iktidar ortağı oldular. Aslında bu iki parti, 1980 sonrası toplumsal hayatın her hücresine yerleştirilmeye çalışılan Türk-İslam Sentezinin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıktı demek yanlış olmaz. Siyasal İslam ve milliyetçiliğin güncel sentezi, OHAL gibi kritik bir dönemeçte iktidar bloku içerisindeki ideolojik konsolidasyonu sağladığı kadar, kamu bürokrasisinde de kadro düzeyinde bir yenilenme anlamını taşıdı. Bu noktada şu görüş ileri sürülebilir: AKP ve MHP arasındaki asimetrik birlikteliğe dayanan bu pragmatik ittifak süreci, bir bakıma da iktidar bloku içerisindeki egemen sınıfların varoluş koşullarını korumaya dönük sınıfsal reflekslerinin ürünüdür. Sorulması gereken soru ise bu ittifakın herhangi bir projesinin gerçekten mevcut olup olmadığıdır.
*
Türkiye’deki devlet biçimine dair analizlerde giderek yaygınlık kazandığı gözlenen bir yanılgı mevcut ve söz konusu yanılgı, AKP iktidarının kendinden menkul bir ‘form’a sahip olduğu tezinden kaynaklanıyor. Gerek devlet yönetiminde gerekse de sermaye fraksiyonlarıyla kurulan ilişkilerde partiye atfedilen aşırı/abartılmış ‘özgünlük’ bu yanılgıyı perçinlemektedir. AKP’nin siyasal anatomisinde yer alan ve daha önceki hükümetler dönemine ait olmayan ideolojik (siyasal İslam) ve siyasal (16 yıl ve Başkanlık sistemi) özgünlükler hiç kuşkusuz iktidar momentini biçimlendirmektedir ancak ‘form’a esas ‘özgünlüğü’ partinin temel sınıfsal karakteri kazandırmaktadır.
AKP iktidarı, 12 Eylül Darbesinden sonra yerleştirilmeye çalışılan ve ideolojik kertede Türk-İslam Sentezinin, siyasal kertede başkanlık projesinin, ekonomik kertede finansallaşmaya dayalı birikim rejimi modelinin başlıca taşıyıcısı ve yürütücüsüdür. ‘Özgünlük’ olarak görülen öğelerin tümü aslında neoliberal dönemin ilk yıllarında mayalanmıştır ve bugün artık bu maya tutmuştur. Bu öğeleri sıralayacak olursak:
a) Siyasal İslam’ın son birkaç yılda ‘siyasal din’ formunu alması, buna bağlı olarak gündelik yaşamdaki maddi ilişkileri tanzim etmesi ve Cumhur İttifakı eşliğinde milliyetçi eksene de yerleşerek Türk-İslam Sentezinin hakim şekline dönüşmesi…
b) 12 Eylül’den sonra başta cunta, ANAP/Turgut Özal ve TÜSİAD çevrelerinin üzerinde çalıştığı, yürütmede aşırı merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın planlandığı başkanlık monokrasisi projesinin bugün atipik bir modelle de olsa uygulanmaya konulması…
c) 1980’lerin sonunda başlayan finansal serbestleşmenin AKP döneminde derinleşmesi; 2001 yılında TCMB yasasının değiştirilmesi ve Bankanın ‘bağımsızlaşması’ ve ‘fiyat istikrarını sağlamak’ (enflasyonla mücadele) amacının yerleştirilmesi; bu doğrultuda AKP’nin 2005 yılında IMF programını yenilemesi…[1]
*
Gerek Anayasa yapım süreçlerinde ve Anayasa referandumlarında, gerekse de kamu mimarisinin başkanlığa entegrasyonunda AKP’nin keyfi hareket etmediğini tersine aslında belirli bir sermaye projesini kademeli biçimde uygulamakta olduğunu görmemek, bugün artık olanaklı değildir. Erkler (Yasama-yürütme-yargı) arasındaki bütünleşmenin 2010 Referandumu ile hızlandırılması, devletin zor ve güvenlik aygıtlarının birbiri ardına hazırlanan paketlerle ‘iç güvenlik’ konseptine göre dizayn edilmesi, parlamenter sistem çalışmaktayken yasama sürecinde tek sesliliği arttıran torba yasa tekniği ve kararnameler aracılığıyla, OHAL dönemi Kararnameleri (bürokratik tasfiyeler) ve TMSF aracılığıyla piyasaya müdahale mekanizmalarının arttırılmasını aynı anda yürütebilen bir strateji izlenmiştir.
Söz konusu stratejiler, Bob Jessop’ın belirttiği şekliyle söylersek, ‘devlet projesi’ etrafında somutluk kazanmaktadır. Devlet aygıtı, sürekli oluşum halinde olan, çatışmalı, melez bir yapıdır ve formel eşbiçimliliğin sağlanabildiği durumlarda bile kurumsal bütünlüğe haiz bir içsel somut birliğe sahip değildir.[2] Farklı sınıf fraksiyonlarının ve bunların siyasi temsilcilerinin birden çok sayıda çıkarı ve talebi bulunmakta, kimi zaman söz konusu sınıfların projeleri arasında rekabet yaşanmaktadır. Bu doğrultuda, aslında her sınıfın özgül bir ‘devlet projesi’ olduğu, hakim olan projenin baskın hale geldiği ve devlet iktidarı aracılığıyla somutluk kazandığı söylenebilir. Jessop’a göre, devlet projeleri, verili bir devletin dışında toplumsal güçlerle ittifak yapan aydınlar aracılığıyla oluşturulabilir, devlet aygıtları içerisinde detaylandırılabilir, başka bir projeden kopyalanabilir. Sürekli ve dayanıklı projeler ise anayasal anlaşma veya kurumsal uzlaşmaya gömülü olanlardır.
Devlet projesi kavramı, temsilden ziyade özgün bir yönetimsel rasyonaliteye işaret eden, devletin farklı alanlardaki ve farklı ölçeklerdeki çeşitli eylemlerini tek bir vektörel doğrultuda birleştirmeye çalışan bir tür siyaset etme mahareti [statecraft] ile ilişkilidir. Jessop’ın bu perspektifini takip edersek, AKP farklı tarihsel dönemlerde birbirinden hayli farklı toplumsal öznelerle işbirliği yaparak ve gerektiğinde onları tasfiye ederek, yeri geldiğinde ilgili dönemi Anayasa hazırlıkları ve referandumlarla bağıtlayarak hakim projeyi görece istikrarlı “sürekli ve dayanıklı” hale getirmiştir. Anayasa metinleri de hakim devlet projesinin normatif ifadesidir.
AKP ve MHP arasındaki asimetrik birliktelik, darbe girişimi sonrasında “milletin ve devletin bekası” odaklı bir formülasyona dayanmasına karşılık, esasen AKP’nin yürütücü pozisyonda olduğu ‘devlet projesi’nin siyasal ayağını oluşturmaktadır. Siyasal ayak, 16 Nisan Referandumundan sonra başkanlık sistemi ile nihai formuna kavuşmuş, devlet idaresi ve aygıtları buna göre yeniden düzenlenmiş, burjuva sınıf fraksiyonları (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, sanayi-ticaret odaları) başkanlık projesi etrafında konsensüse varmışlardır.
*
Türkiye egemen sınıfları açısından yeni sistem, doğrudan iş adamı ve iş kadınlarından oluşan bir kabineyle her ne kadar sermaye birikimi önündeki bürokratik sürtünmeyi azaltsa ve grev yasaklarında olduğu üzere sınıf zorunu örgütleme kolaylığı sağlasa da, üç temel gösterge burjuva sınıf konsensüsün kırılganlığının, daha doğru bir ifadeyle sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimin artacağına işaret etmektedir:
—Birinci gösterge inşaat odaklı büyüme modelinin içerisinde bulunduğu krizdir. Uzun zamandır inşaat sektörü temsilcilerinden yükselen çağrılar, konut balonunun patladığı yönündedir. Türkiye İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği’nin “Aralık 2018 Sektör Raporu”na göre iç pazarda daralma yaşanırken ihracat ivme kazanıyor; inşaat faaliyetlerini sınırlayan finansman sıkıntıları sürüyor; inşaat sektörü birkaç yönden mali sıkışıklık yaşıyor; talepteki ve satışlardaki gerileme ile birlikte nakit akışlarında önemli bir daralma yaşanıyor. Üstelik ekonomideki büyümeye karşın inşaat sektörü üçüncü çeyrekte yüzde 5.3 küçülmüş durumda ve ayrışmanın dördüncü çeyrekte de süreceği tahmin ediliyor. Rapora göre yeni banka kredilerini kullanma olanağının da hemen hemen kalmadığı görülüyor; artan inşaat maliyetleri nedeniyle işletme sermayesi ihtiyacı yükseliyor; mevcut banka kredi borçlarının geri ödenmesinde artan döviz kurları ve faizler nedeniyle sıkışıklıklar yaşanıyor. Sektör, inşaat sektörünün “2019 yılına biriken yapısal sorunları ile girdiğini”, “inşaat ve konut sektörlerinde talep ve finansman tarafında süreli ve geçici destekler yerine, kalıcı bir dengenin kurulması için yeni politikalara” ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.
—İkinci gösterge konkordato ilanlarıdır. Konkordato ilanında en önemli etken olarak TL’nin 2018 yılında dolar karşısında yüzde 30’a yakın değer kaybetmesi gösterilmektedir. Ticaret Bakanı konkordato ilan eden şirket sayısını Aralık 2018 itibariyle 979, TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Yılmaz Tunç ise geçen yılın son 8 ayında konkordato ilan eden şirket sayısını 1.401 olarak duyurdu. 2003 yılında yürürlüğe giren iflas erteleme, OHAL ile askıya alınmış ve 15 Mart 2018’te yürürlüğe giren bir torba yasa ile tamamen kaldırılmıştı. Atilla Yeşilada gibi ekonomi yazarlarına göre bu süreç “ölüm döngüsü”nün ardışık iki fazını oluşturmaktadır. Ana firma borçlarını ödemeyince, ona mal satan onlarca küçük tedarikçi darboğaza girmekte, bankaların geri dönmeyen kredileriyse döngünün ikinci fazını oluşturmaktadır. “Yeniden yapılandırma borçluları öyle cesaretlendirmiş ki, 3.2018 sonunda ödenen/tahakkuk eden kredi faizi oranı yüzde 70’in altına düşmüş. Yani bankaya nakit girmiyor. Nakit girmeyince banka da kredi veremiyor. Tarihi bir kredi daralması yaşıyoruz.” (Bazı şirketler: Karaca Giyim, Ulusoy, Pamukkale, Hotiç, Keskinoğlu Tavukçuluk, Aynes, Angora Halı, Emay İnşaat, DSG inşaat, Remoil, Makro Market, Dizayn Boru, Aker İnşaat, BETA Ayakkabı, vd.)
—Üçüncü gösterge ise istihdam yaratan ve yatırım yapan sermayenin ülkeden çıkışının hızlanmasıdır. TEPAV’ın Aralık 2018’de yayımladığı “Türkiye’ye Gelen ve Türkiye’den Giden Doğrudan Yatırımlardaki Gelişmeler”[3] araştırmasına göre ODI: Yurt dışına giden, FDI: Yurt içine gelen doğrudan yatırımlar demektir. ODI/FDI oranındaki yükseliş̧, yerleşiklerin yurt dışına yönelişinin, yabancıların yurt içine yönelişinden daha hızlı arttığını göstermektedir. ODI/FDI oranı alt dönemler itibarıyla incelendiğinde, 2002-2007 dönemindeki azalan trendin, 2008-2018 döneminde yön değiştirerek artışa geçtiği dikkat çekmektedir (Şekil 1). Söz konusu oranın bu dönemlerdeki ortalamasına bakıldığında 2002-2007 döneminde gerçekleşen yüzde 15,7’lik seviyenin, 2008-2018 döneminde yüzde 25,9’a, 2012-2018 döneminde ise yüzde 31,8’e yükseldiği görülmektedir. TEPAV’ın araştırmasına göre “son yıllarda ODI/FDI oranında gerçeklesen bu yükseliş̧, bir yandan Türkiye’nin doğrudan yatırımlar için cazibesini kaybetmeye başladığını gösterirken, bir yandan da yurt içindeki yerleşiklerin yurt dışındaki fırsatları daha yakından takip etmeye başladığına işaret etmektedir.”
New York Times’ta haberleştirilen, “Global Wealth Migration Review” araştırmasına dayanan bulgulara göre 2016 ile 2017 yılları arasında, Türkiye’nin varlıklı diliminin yüzde 12’sine denk gelen, en az 12 bin dolar milyoneri, servetlerini yurt dışına aktardı. Konkordato ilan eden şirketler ve servetlerini yabancı ülkelere transfer edenler sermaye içerisinde de bir gerilimin parçası olmaya başlamışlardır. Örneğin NG Holding Kurucu Başkanı Nafi Güral, konkordato ilan eden şirketlerin 10’da 9’unu samimi bulmadığını, Londra’daki arsasını satsa borçlarını ödeyebilecek durumda olanların dahi konkordato ilan ettiğini, yurtdışına sermaye kaçıranların “vatana ihanet eden kesim” olduğunu dile getirmişti.[4]
*
Karl Marx, siyasal örgütlenme biçiminin ekonomik örgütlenme biçimine karşılık geldiğini belirtmişti. Başkanlık sisteminin yani devlet projesinin siyasal ve yönetimsel etabı tamamlanmasına karşılık, sistemin üzerinde yükseleceği ekonomik kolonlar kriz koşulları ile birlikte artık istikrarlı bir yapıda değildir. Jessop’a dönersek, devlet projesi belirli politika alanlarındaki kararları ve bu kararlar arasındaki siyasal uyumu biçimlendiren kamu politikası oluşturma paradigmalarına eklemlenir. Bugün potansiyel bir siyasal krizi, kitle bağları, sosyal yardım rejimi, hamaset ve propaganda ile geçici olarak aşma olanağı varsa da aynı olanak ekonomik krizi aşmak için geçerli ve yeterli değildir; böyle bir kamu politikası bulunmamaktadır. İnşaat odaklı büyümenin tıkanışı, şirket iflaslarının artışı ve sermaye çıkışının hızlanması göstermektedir ki, yangın alarmı çalmakta ancak kovada su bulunmamaktadır.
AKP’nin ve asimetrik ortağı MHP’nin önündeki en büyük sorunsal, iktidar bloku içerisindeki sınıf fraksiyonlarının gerilimlerini bastırabilmek ve krizi atlatabilmek üzere yeni bir birikim rejimine kapı aralayabilme zorunluluğudur. Daha önceki bir yazımızda[5] belirttiğimiz üzere yeni birikim rejiminin asal öğelerinden birisi askeri-sınai kompleks temelli bir sanayileşme programı tercihi olsa dahi, iktidarın mevcut gidişatına bakarak eldeki kadrolarla bu programı gerçekleştirebilme olasılığı hayli düşük görünmektedir. Kriz de egemen sınıfları bu yönüyle, yine bir sermaye birikim rejimi yetmezliği üzerinden vuracaktır.
https://devletvesiniflar.blogspot.com/2019/01/cumhur-ittifak-devlet-projesi-ve-egemen.html
[1] Korkut Boratav, “Ekonomik kriz forumu: Çarkın dönmesi imkansız, yolun sonu IMF”, BirGün, 05.08.2018
[2] Bob Jessop, Devlet: Dün Bugün Gelecek, çev. Atilla Güney, Epos Yayınları, Ankara, 2018.
[3] TEPAV, Aralık 2018, https://www.tepav.org.tr/upload/mce/haberler/2018/odi_fdi/turkiyeye_gelen_ve_turkiyeden_giden_dogrudan_yatirimlardaki_gelismeler__aralik_2018.pdf
[4] “Londra’daki arsasını satsa borcunu öder”, Sabah, 1.1.2019.
[5] Kansu Yıldırım-Ebubekir Aykut, “Devlet, birikim rejiminin sancıları ve askeri-sınai kompleks”, BirGün, 12.08.2018
- Madencilik Sektörünün Dinamikleri: İlksel Birikim, İhracat ve Ekstraktivizm - 26 Eylül 2023
- “Yeni Sanayi Devrimi”: Üretken Sermayenin “Yeniden” Mekânsallaşması - 2 Eylül 2023
- Kapitalist Devlette Organize Suçun İşlevleri – Kansu Yıldırım - 23 Ağustos 2023