Feodal gurur ve onun ahlâkı izin verdi, az az yaşadım. Ömrüm çabuk bitmesin diye değil; aslında ortada birikmiş, bitecek bir şey yok. Sonra dayanamadım, sordum: nedir bu anlamsız gurur ve ahlâk. İşbYaşairliği dediğin de doğru temelde kurulmalı, değil mi? Bir kez gelmiş bulunduğumuz yaşam denen süreç, daha önce yürümediğimiz bir yoldan başka ne ki. Üstelik yol ruhsatsız, biz ise ehliyetsiz sürücü…
Yaşamla problemim, bize verilen ömür denen süre karşılığında istediği bedel. Ahlâk ve gelenek olarak kendini ortaya koyan kültür kurumlarına uymak yaşamın ana temasını oluşturur. Ancak bu şartlarda yaşama kabul ediliriz içinde yaşadığımız toplum tarafından. Aksi takdirde bedeli ağır olur.
Yaşama alışmak lazım mı, tam bilemiyorum. Alışmasak olmaz mı mesela. Yaşama alışmak, diğerlerine benzemek, faklılıklarını törpülemek, parmak izinin gösterdiği yolu terk etmek, böyle gelmiş, böyle gitsin demek. Tabii burada asıl soru/sorun, biz mi hâlihazırda cereyan eden hayata alışmalıyız, yoksa hayat mı kendimize araştırmalı. Reel yaşama alıştıkça borçlanır insan kendine. Zira, yaşam sürekli alışkanlıklara davet eder insanı.
Nasıl oluyor tam bilemiyorum, insan yaşama alışınca, kendine bakmaya o kadar odaklanıyor ki, uzaklara bakma ve görme konusunda körlük yaşıyor. Son yıllarda “selfi” denilen fiil bunun açık göstergesi değil mi? Sanırım patoloji dilindeki ismi de narsistik olmalı bu durumun.
İşte bu yüzden kalemimi sivriltip bu feodal yaşamın ahlâk balonunu patlatmak istiyorum.
Güzel bir yaşam hikâyesini beyninin kıvrımlarında beslemeyi kim istemez. Ama onun da bir bedeli olmalı, değil mi? Kimine bir ders, kimine bir hediye olarak verilen yaşama gerçek bir sahiplik, onu insan hatası bir süreç olmaktan kurtaracaktır. Bu nedenle yaşam ciddi iştir; bir seyir oyunu değildir. Ancak – ne yazık- izlenimim odur ki, yaşam bizsiz de akan bir süreç ve bir seyir konusu halkın gözünde. Böyle bakanlara kendisini, pazar yerini basan izinsiz yağmur gösterisi gibi hatırlatır “asıl” yaşam.
Bu türden izinsiz gösterilerine sayısız kere maruz kalmışızdır yaşamın. Bir duruma maruz kalmaktan söz ediliyorsa aynı zamanda bir başarısızlıktan da söz ediliyor demektir. Şahsım adına konuşacak olursam, gücüm başarısızlık denizinde ancak kafamı su üstünde tutmaya yetiyor. Daha iyi anlaşılması için şöyle tarif edeyim resmi: Kartal’da bir çay bahçesinde oturan adam ve karşısında batık bir gemi gibi duran yaşam… Dibe saplanıp kalmış, ne ileri ne geri gidebiliyor. Üstelik, geminin tüm odaları, koridorları, salonları işgal altında. Bu adam böylesi bir yaşama alışmalı mı? Az az yaşamayı sürdürmeli mi?
“Şu ufacık ömründe oturmuş koca bir yaşamı sorguluyorsun; yaşam balonunu patlatmaktan dem vuruyorsun; patlat da gör bak, koca kâinat nasıl da üzerine boşalıyor” diyen feodal gururu duyar gibiyim. Özellikle alışılan yaşamın sağladığı o kısacık orgazm anı nasıl da esir almış ruhları.
İşte içimde, dışarıdaki yaşama hoyrat bakışımın ilk temeli: Hemen hemen yaşamı cinselliğe indirgemiş bir kültür ve ahlâk anlayışıyla karşı karşıyayız. En azından üzerinde yaşadığımız coğrafyada ( başka diyarlarda nasıldır bilmem), insanların ana kumanda merkezleri cinsellikleri. Aslında bugüne kadar asla kabul etmek istemedikleri teoriyi doğrulamış oluyorlar farkında olmadan. Neden mi? İnsanın diğer bütün özelliklerini göz önüne almadan, kumandayı bacak arasına vermesi hayvanı çağrıştırıyor da ondan. Hayvanlar da böyle değil mi? İnsan yaşamda kendini tatmin edecek başka niteliklerini de keşfetmeli. Bu anlamda kendini yeniden doğurmalı. İnsanın en seksi organının, görünen tarafları değil, göz önünde olmayan beyni olduğunu anlamalı. Bunu anladığında hayatında o kadar çok şey değişecek ki. Halihazırda, onun hayatından cinselliği çıkardığınızda geride tuhaf bir boşluk kalacak. Bu kadar basit bir canlı olamaz insan.
İşte içimde, dışarıdaki yaşama hoyrat bakışın ikinci temeli: Benim yaşım ben doğmadan dünyayla birlikte oluştu; ben ölünce bitecek tabii. Öyle büyük iddialar kovalayan biri de değilim. Sadece bana görünür olanı kendi dilime, dilimi doğanın diline, dini mi doğanın dinine benzetmek istiyorum. Ancak böyle göksel ve yersel, uhrevi ve dünyevi tüm değerlerin anlamı ve yaşamda işgal ettiği yer değişebilir.
İşte içimde, dışarıdaki yaşama hoyrat bakışımın üçüncü temeli: Elbette yaşama alışmamalı; bunun nedenleri, niçinleri çeşit çeşit. “Emperyal bir tiyatro sahnesinde, bir oyuncular var bir de oynanan oyundan bihaber figüranlar. Bir yandan barış düşünen genç bayraklar var, diğer yanda, güce tapan emekçiler, işçiler, emekliler, memurlar. Parası olmayanlar için dinler var, parası olanlar için hanlar hamamlar. Diktatör fabrikalar, katil şantiyeler var. Karşılıksız alın teri sömürülen emek, az tatil, düşük maaş var. İş kazası var sonra, alınmayan tedbirler, kısalan masraflar var. Çalınan malzemeler, ödenmeyen sigortalar, çocuk işçiler…” (Gökhan Dağıstanlı / Kafa Dergisi). Biraz daha kendimizi zorlasak sayfalar dolusu nedenler ve niçinler sıralayabiliriz ama bu kadar yeter sanırım.
Şimdi, siz söyleyin bana; “abi bir şey lazım mı” türü yaltaklanmalarla bu yaşama alışmalı mı daha? Bu yaşam nerede, kime güzel?
Feodal gurur ve onun ahlâkına inat, böyle gelmiş böyle gitmesin diye “o” yaşama alışmamalı. “Selfi”li hayat, oh ne rahat deme basitliğinden kurtulmak için alışmamalı. Yaşamı, bir insan hatası olmaktan kurtarmak için alışmamalı. Gemiyi saplandığı yerden ve işgalden kurtarmak için alışmamalı.
Çünkü yaşam, her yerde ve kişide, “az” “az” yaşanınca değil; “iyi” “iyi” yaşanınca güzel.
- Yaşama Alışmak Lazım(mı) - 13 Temmuz 2025
- Susmalar - 20 Haziran 2025
- Bir Yeryüzü Biçimi Olarak Beden - 17 Mayıs 2025