Adaletin Suskunluğu: Kadın Cinayetleri ve Toplumsal Erk Rejimi

Her gün yeni bir kadın cinayeti haberi düşüyor gündeme. Sosyal medya kısa bir süreliğine öfkeleniyor, basın birkaç günlüğüne hatırlıyor, devlet ise her zamanki sessizliğini sürdürüyor. Bu tekrar eden döngü artık yalnızca bir istatistiksel artış sorunu değil; doğrudan doğruya devletin kurumsal işleyişinden, toplumsal kültürün erkek egemen yapısından ve hukukun tarafsızlığını yitirmesinden beslenen sistematik bir şiddet biçimidir.

Cinsiyetlendirilmiş Şiddet ve Devletin Rolü

Kadına yönelik şiddet, bireysel öfke patlamalarının ya da “kıskançlık krizlerinin” ötesinde, yapısal ve ideolojik bir arka plana sahiptir. Kapitalist üretim ilişkileriyle sıkı sıkıya bağlı olan ataerkil düzen, kadın bedenini ve emeğini denetim altında tutarak işleyen bir tahakküm rejimidir. Devlet, bu düzenin yalnızca pasif bir gözlemcisi değil, aynı zamanda onu yasalar, uygulamalar ve cezasızlık yoluyla aktif biçimde yeniden üreticisidir.

Kadın cinayetleri, bu açıdan bakıldığında münferit olaylar değil, ataerkil kapitalist toplumun “olağan” sonuçlarıdır. Erkek şiddetini cezalandırmayan, faillere sistematik olarak iyi hal ve haksız tahrik indirimi uygulayan bir hukuk düzeni; yalnızca kadınları değil, şiddete karşı direnen tüm toplumsal güçleri hedef alır.

Cezasızlık: Sessiz Onay mı?

Türkiye’de kadın cinayetlerinin büyük bölümü failin daha önce tehdit ettiği, uzaklaştırma kararı alınmış ya da karakola başvurmuş kadınlara yönelik işleniyor. Bu veriler, devletin koruma mekanizmalarının sistemli biçimde işlemediğini gösteriyor. Cezasızlık, yalnızca yargının gevşekliğinden ibaret değildir; aynı zamanda erkek egemenliğine tanınmış siyasal bir ayrıcalıktır.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da bu ayrıcalığın açık bir göstergesidir. Kadına yönelik şiddetle mücadelede kapsamlı yükümlülükler içeren bu sözleşmeden çekilmek, yalnızca hukuki bir tercih değil; erkek egemenliğinin yeniden tesis edilmesi yönünde atılmış bilinçli bir siyasal adımdır.

Şiddetin Toplumsal Kaynağı: Aile, Din, Eğitim

Kadınlara yönelik şiddet, yalnızca bireysel düzeyde değil, aile yapısından medya diline, müfredata kadar hayatın her alanında yeniden ve yeniden üretiliyor. “Ailenin kutsallığı” söylemiyle örtülen bu yapı, kadının görünürlüğünü ve özneliğini bastırırken, erkek egemenliğini ‘doğal’ ve ‘kaçınılmaz’ kılar. Mülkiyet ilişkilerinden dinî dogmalara, aile içi rollerden devlet politikalarına kadar geniş bir alanda kadının bedeni, emeği ve yaşamı üzerindeki tahakküm sistematik olarak yeniden inşa ediliyor.

Eğitim müfredatlarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin esamesi okunmazken, Diyanet’in hutbelerinde kadınların ‘itaatkâr eş’ ya da ‘fedakâr anne’ rollerine indirgenmesi, bu yapısal şiddetin meşrulaştırıcı zeminini hazırlar.

Bir Direniş İmkânı Olarak Bellek ve Politika

Her bir kadın cinayeti aynı zamanda kolektif bellekte bir çatlak açar. Bu çatlaklar, sadece yas tutmak için değil; toplumu, hukuku, devlet aygıtını ve siyaseti dönüştürmek için zorunlu olan çatlaklardır. Feminist hareketin uzun yıllara dayanan mücadelesi, bu çatlaklardan ses vermeye, sokağı dönüştürmeye ve adaletsizliğe karşı yaşamı savunmaya devam ediyor.

Kadın cinayetleri karşısında yalnızca adaletin değil, toplumun vicdanının da sustuğu bir dönemdeyiz. Ancak her suskunluk, örgütlü bir sesle parçalanabilir. Devletin bu sessizliğini kırmak, yalnızca kadınların değil, bütün toplumun eşit, özgür ve adil bir yaşam hakkını savunmakla mümkündür.

Çünkü mesele birkaç “hayasız” failin cezalandırılmasından ibaret değildir. Mesele, bu erkekleri failleştiren, şiddeti hak, kadını ise suçlu sayan siyasal-toplumsal yapının ta kendisidir.