Bir Türkiye masalı: Darbeler hukukuyla sarmaş dolaş demokratlar!

Türkiye’de bir kesim muhalif AKP sayesinde demokrat görünüyor, iktidar öyle bir yere geldi ki yanına kimi koyarsan koy daha makul bir izlenim uyandırıyor, oysa bunun gerçekle bağdaşır bir yanı yok.

Demokrasi adı verilen siyasal sistemin bilinmez bir tarafı yok. Ülkelerin sistem ve uygulamalarında farklılıklar var kuşkusuz, ancak tümünün ‘olmazsa olmaz’ nitelikleri de söz konusu ve onlar bulunmadığında demokrasiden söz etmek güçleşiyor. Kavramın kullanımıysa son derece yaygın, çünkü prestij kazandırıyor. Nitekim bizim memlekette de “Demokrat değilim” diyen birilerine, siyasetçiye rastlamak pek mümkün olmaz.

Burada, farklı siyasal-anayasal sistemlerin demokrasi kavramıyla kurduğu ilişkiden, örneğin sosyalist rejimlerin vadettiği gibi bir anayasal düzenden değil, klasik burjuva demokrasisinden söz ediyorum. Evet, kolay kolay “Ben demokrat değilim” demez hiçbiri, ancak neredeyse tamamımın, demokrasinin az çok klasikleşmiş ilkeleriyle bağdaşmayan ‘kırmızı çizgileri’ vardır. Kırmızı çizgiler olağan koşullarda değil, genellikle işler kötüye giderken ya da demokrat olduğu iddiasındakilerin yaldızı biraz kazındığında belirginleşir. Sorun, siyasal ideolojilerin ve partilerin türlü renkte çizgi sahibi olmasında değil, demokratlık iddiasında olanların demokrasinin asgari gereklilikleriyle bağdaşmayan bir yolu kolaylıkla benimsemesinde. Bu zaviyeyi, “O kadar da değil” ifadesiyle tanımlayabiliriz. “Peki, ne kadar?” “Benim demokrasiden anladığım, bir başka söyleyişle, eşi benzeri bulunmaz ‘şahsımın’ ufku kadar.”

Bugüne dek bir-ikisi istisna muhalefet partilerinin sistem önerileri üzerine tanıtım yazdım. Çünkü muhalefetin her anlamlı sözünün çoğaltılmasından yanayım. Bu süreçte fark ettiğim ilginç şeylerden biri, söz konusu partilerin sempatizanlarının kendi önerileri üzerine yazılan değerlendirmeleri okumamasıydı! Diğer yandan hiç ilginç değil, çünkü sade yurttaş-seçmen, teknik tabirlerle dolu ve yaşamına temas etmeyen metinlerle, o metinlerin iddiasıyla ilgilenmez. Bu yüzden, örneğin ‘helalleşme’ gibi bir çıkış, aynı partinin hazırladığı onlarca süslü püslü rapordan fazla ses getirdi. DEVA Partisi’nin Temel Haklar Eylem Planı bu kapsamda. Ses getirdi, çünkü dikkat çekici bir şeyler söyledi.

Açıklanan metin şu koşullarda siyasi tartışmanın konusu olmalı mıydı, bilemem, herkesin görüşü farklı olabilir. Ayrıca, öneride herkesin katılacağı ve katılmayacağı yerler olmasında da bir gariplik yok. Kişisel olarak, partilerden gelen her öneriyi üzerinde konuşulabilecek birer ‘tartışma metni’ olarak kabul etmekten yanayım. Mesele, aynı ezberlerin tekrarı olmayan, hiç olmazsa birkaç kişiyi olsun rahatsız eden bir şeyler söyleyebilmekte. Bir öneri birilerini rahatsız etmeli ki asıl konuya-konulara gelinebilsin. DEVA metni bunu başardı ve hiç kimsenin ilgilenmediği uzun raporlardan farklı olarak, bu kez gündem yaratabildi.

Burada öneriyi ele almayı düşünmüyorum. Katıldığım, katılmadığım, uzun uzadıya tartışılabileceğini düşündüğüm (özellikle din-devlet ilişkisine dair) yerler var. Beni daha çok ilgilendiren, öneriye gösterilen bazı tepkilerin içeriği. Kimi AKP muhaliflerin 12 Mart ve 12 Eylül hukukuna yönelik muhabbeti. Şaşırtıcı olmasa da bu tutumun altı birkaç kez çizilmeli. Aksi takdirde, 2023 yılına neden 12 Eylül hukukuyla girdiğimizi, Kenan Evren ve şürekâsının nasıl bu denli başarıya ulaştığını kavramak mümkün olamıyor.

Memlekette hangi siyasetçiye sorsanız katıksız darbe karşıtıdır, ancak pek azının darbe hukukuyla bir derdi olmuştur. 12 Eylül’ün yarattığı ve uzun süre ‘anayasayla’ koruma altına aldığı, özellikle 1980-83 arasında siyasal alanın düzenlenip sınırlanmasına ilişkin mevzuat, o gün bugündür hemen tüm iktidarların işine geldi. Bizde partiler demokrasiyi ve hukuk devletini (birkaç parti haricinde) muhalefetteyken savunur, iktidar olup da cicim ayları geçince antidemokratik yasa ve kurumların ipine sarılır. Halihazırdaki iktidarın yirmi yıllık serüveni ve ‘hukuk devletini’ geçtik, sonunda ‘kanun devleti’ ilkesini dahi terk edişi bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri.

12 Eylül hukukunun ve yönetim zihniyetinin hâlâ bu denli zinde oluşunun bir gerekçesi hukukun sermaye lehine niteliği ise, bir diğeri Kürt sorunu. Kürtler, Kürt siyasal hareketi ve talepleri yalnızca siyasetin değil, hukuk-anayasa tarihimizin de turnusolü. Kabul etmek herhalde çok güç olmaz, bugün neredeyse tüm ilkeleri askıya alınmış olan ‘ilk üç madde’, yalnızca ‘demokratikleşme’ niyeti dile geldiğinde sahiplenilir ve ‘kırmızı çizgiye’ dönüşür; çünkü açıkça dile getirilmese de zihinlerde Kürt sorunuyla ilişkilendirilir o ‘demokratikleşme’ amacı. Örneğin, laiklik ilkesinin canına okunurken muhalefetten birilerinin ‘ikinci maddeyi’ hatırlattığına tanık olmayız. Ya da, on binlerce yurttaş sorgusuz sualsiz sivil ölüme mahkûm edildiğinde, Anayasa’nın ikinci maddesindeki hukuk devleti ve demokratik devlet ilkeleri ‘değiştirilmez’ hüküm bağlamında hatırlatılmaz, gündem olmaz. Ezcümle, Türkiye’de müesses siyaset anayasal ilkelere sahip çıkmaktan çok, değişmezlik kurulanın kendisiyle meşguldür, çünkü o kuralın asıl amacını bilir.

Kırmızı çizgiler üzerine daha önce çok yazdım, iki yıl önce kaleme aldığım ve yirmi küsur yazıdan oluşan yazı dizisinin nedeni, muhtelif çizgileri sorgulama önerisiydi. Yazılardan birini, yirmi üçüncüsünü, buraya bırakıyorum. Birilerinin kırmızı çizgisi olur kuşkusuz, bunda yadırganacak bir şey yok; ayrıca herkes tarihi aynı biçimde okumak, benzer anayasal-hukuksal yaklaşımı benimsemek zorunda da değil, hele ki siyasette bağdaşmaz yaklaşımların varlığı son derece olağan. Yinelemek gerekirse asıl dert, AKP karşıtı olup demokrasiden söz edenlerin, belli başlı kritik anayasal konularda 12 Mart ve 12 Eylül darbecilerinin çizgisini benimsemesi. Oysa bugün cebelleştiğimiz yurttaşlık ve demokrasi açmazlarından azımsanmayacak bir kısmı, yine bir darbe sonrası kabul edilen 1961 Anayasası’nın kurduğu temel hak ve özgürlükler rejimine düşmanlığın, o haklar düzeninin 12 Mart’ta törpülenip 12 Eylül’de çöpe atılmasının sonucudur. Kırmızı çizgilerin tarihine ve diğer ülke örneklerine başka yazılarla devam ederim.

Siyaset esnafının kahir ekseriyetinin hamaset merakına yapacak bir şey yok. Ancak kırk yıldır aynı ezberleri tekrar edenler hiç olmazsa bazı somut gerçeklerden haberdar olmalı.

Örneğin, 1924 ve 1961 Anayasalarında yalnızca bir maddenin, ‘cumhuriyet ilkesinin’ değişmezliği kabul edilmişti, 1982 Anayasasını hazırlayanlar aynı kuralı teklif etti, ancak darbeci ‘beşi bir yerde’ (MGK) ikinci ve üçüncü maddelerin de bu kapsama alınmasına karar verdi, evet, o beş kişinin kararıydı. Dolayısıyla sorun, başkaca ülkelerde de olan bazı değiştirilmez ilkelerin varlığı ya da ilk üç maddedeki ilkelerin içeriğinden çok, darbecilerin yasak koyma ve tartışmayan toplum hevesi.

Örneğin, bugün tartışılmaz muamelesi gören ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ ilkesi 12 Mart muhtırasını verenlerin icadıydı, Anayasa’nın 11’inci maddesine temel hakları ‘halletmeye’ yönelik genel bir sınırlama gerekçesi olarak eklenmişti. Bülent Tanör’ün İki Anayasa kitabında “kaypak terimler” ifadesiyle adlandırdığı ilkelerdendi.

Örneğin, yurttaşlık tanımı konusu 1924 Anayasası görüşmelerinde gündeme gelmiş, hatta ‘Türkiyeli’ terimi o esnada önerilip kabul görmemiş ve devrin milletvekilleri “Türktür” demek yerine, “vatandaşlık bakımından Türk denir” tanımını kabul etmişti.

Örnekler çoğaltılabilir…

Türkiye’ye demokrasi vadeden bazı muhalif siyasetçiler, savundukları ve karşı oldukları bir yana, hiç olmazsa konuşma/tartışma olanağını yok etmemeli, 1924’ten daha geri bir konum benimsememeli. Ve mümkünse, 1961 Anayasası için “…cemiyetimizin seviyesi üstünde hürriyetler getirmiş oluşu gibi sebeplerle Türkiye’nin bu hale gelmesinin unsurlarından biridir,” diyen general Muhsin Batur ve 12 Eylül bildirisinde hukuk devletini savunanları “devletin ve milletin savunulmasını sahipsiz” bırakmakla itham eden general Kenan Evren ile arasına mesafe koymalı.

Yazı önerisi: HDP hakkında verilen ve doğaldır ki anayasayla ilgisi olmayan AYM kararıyla ilgili söyleneceği, Ali Topuz söylemiş, lafı uzatmaya gerek yok.

Kaynak: Diken