Barış ya da insan hakları

“Ben tanrı Poseidon, Ege’nin azgın sularından,
Nereus Kızlarının, dans ayaklarıyla şirin resimler
çizdiği tuzlu derinliklerden, çıkıp geldim.
Çünkü, Apollon’la birlikte güzelim Troya kentini
İpine, gönyesine uygun, kayalardan bir surla
çevirdiğimizden bu yana, benim bu Frigyalı kentim için,
yüreğimdeki koruma duygusu hiç eksilmedi.
Asyalı tanrı Apollon’un, Kıbrıslı tanrıça Afrodite’nin,
Karadenizli Amazon kadınlarının savunduğu
o kent şimdi, Ege’nin öte yanındaki dağlardan
kopup gelen Argoslu, Akhalar’ın mızrak zorbalığı altında,
gücünü tanrıların efendisi Zeus’dan alan Atena’nın
hışmıyla harap olmuş, dumanlara boğulmuş gidiyor.
Parnasos’dan Fokisli Epeios’du, Athena’nın
buyruğuyla o sonradan at dedikleri
tam teçhizatlı ölüm taşıyıcısını yapıp kente sokan.
(…)”(1)

Euripides, MÖ.400’lerde şehir devletleri Atina ile Troya savaşı dolayımıyla: “Savaştan kaçınmak, bilge işi. Barış, bilge işi. Ama bir kez gelip çattıysa savaş, (direnen, A.K) kent için anlı şanlı ölüm hiç de kötü bir çelenk değil; oysa, (işgalci için, AK.) soysuzca ölmek utanç verir.” Der.

Milattan Sonra 2000’lerdeyiz… Artık savaşlar çok uluslu NATO ordular(ı) gözetiminde, emperyalistler, yerli işbirlikçiler eliyle, devletin ideolojik araçları ve devlet zoruyla gerçekleşiyor. Bir ülkenin halkının, üretici güçlerinin yaşam ve geçim aracı toprağından, suyundan koparılması için, kendi yurdunda ya da gidebileceği yerde mülteci olması için yabancı ordular tarafından işgal edilmesi gerekmiyor. Sermaye iktidarı, kendi yurdunda ve başkalarında “projeleriyle” sahnede. Başoyuncu, sermayenin yoğunlaşmış şekli olan, küreselleşen sermaye, yani emperyalizm. Kapitalist Türkiye coğrafyasında ise 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle işçi sınıfının örgütlülüğünün ve solun doğrudan tasfiyesi ile başlayan süreç 2023’de Cumhuriyetin tasfiyesine uzanıyor. Tasiye ile birlikte yağma büyürken, emekçi sınıflar için açlık tehlikesi, yaşamı tehdit ediyor.

Kapitalist Türkiye’de de iktidarda olan, karteller, tröstler olarak örgütlü sermaye. Aydınlanmanın kucağında gelişip serpilen mülk sahibi sınıfın, Anadolu toprağında iktidarı alışı 1920’lere denk gelir. Feodalist üretim ilişkilerinin yerini kapitalist üretim ilişkilerinin alması için, altüst oluş kaçınılmazdır. 20.yüzyıl itibariyle, kapitalist ülkelerde ulusal birliğin, dolayısıyla kendi burjuvazisine karşı iktidar savaşının öznesi işçi sınıfının birliğinin parçalanması, Sosyalist iktidar hedefinin tehdit olmaktan çıkması, emperyalizm için gerekli ve zorunlu hale gelmiştir. Bunun için, merkez kapitalis/emperyalist ülke ve örgütlerin öncülük ve kontrolünde, Türkiye coğrafyası’nda da üretimin tasfiyesi, ardından üst yapının devlet teşkilatının yeniden örgütlenmesi zorunluluğu doğmuştur. Sanayi üretiminin tasfiyesinin tamamlandığı tarihsel süreçte, olabildiğince parçalanan, tarım da yapılamaz hale gelmiştir. Tarımsal üretimin tasfiyesine son darbe, üreticinin elinden devlet zoruyla alınan yaşam ve geçim aracı toprak ve suyun, projeler aracılığıyla sermayeye aktarılması olarak gerçekleşmektedir.

Son on yıllarda, Türkiye coğrafyasının her yerinde, kendi yerelliğinde, abartmaksızın yüzlerce, HES’ler, JES’ler, Maden, otoban, havalanı, şehir hastaneleri vb.projeler aracılığıyla üretici sınıfların yaşam ve geçim aracı olarak toprak ve suyun zoralımına tanık olunmaktadır. En son, Maden yönetmeliğinde değişiklik yapan tek maddelik yönetmelikle, zeytinliklerin madenlere açılması hatırlanacaktır. Toprağından koparılan üretici sınıflar yığınlar halinde mülksüzleşir, kendi yurdunda mülteci haline gelirken, sermayenin yedek işgücü deposunu oluşturmakta, işsizliği büyütmekte, üretim dışına itilmektedir. Üretimin olmadığı yerde, emperyalizme bağımlılık büyümekte, üretimden kopan yedek iş gücü ordusu açlık ve yoksulluğa sürüklenirken, sınıfına yabancılaşmakta, birliği parçalanmaktadır. Sınıf bilincinin oluşacağı üretim sürecinin dışına sürüklenen milyonlar etnik ve/ya dinsel kimliğine göre yeniden tanımlanmaktadır. İşte, birliği parçalayan da budur.

Öte yandan, toprak ve suyundan koparılarak üretim dışına itilen, hızla mülksüzleşen üretici güçler ciddi bir açlık ve susuzluk tehdidiyle karşı karşıyadır. Varoluşunu gerçekleştireceği yaşam ve geçim araçlarından yoksundur. Oysa, 2.Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı, Sovyet yurdunda ve işgal altındaki topraklarda dünya işçi sınıfının zaferine dönüştüren kazanımlarından biri de, siyaset tarihinde yeni bir döneme işaret edecek olan Birleşmiş Milletler’in kuruluşu(1945) ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilanı(1948) olacaktır:

“İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devredilmez haklarının tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğu,

İnsan haklarının dikkate alınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden barbarca eylemlere yol açtığına ve korkudan ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ile ifade ve inanç özgürlüğünden yararlanacak olan insanların yer alacağı bir dünyanın kurulmasının insanlığın en yüksek ortak amacı olarak ilan edilmiş olduğu,

İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnmeye zorunlu kalmaması için insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğu(…)”(2) ilan edilecektir.

“Dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli” olarak, “eşit ve devredilmez” insan hakları ise; Eşitlik(m.1), Ayrımcılık Yasağı(m.2), Yaşam, Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği hakkı (m.3), Kölelik Yasağı(m.4), İşkence, Kötü Muamele ya da Ceza Yasağı(m.5), Kişi Olarak Tanınma Hakkı(m.6), Kanun Önünde Eşitlik(m.7), Adil ve Etkili Yargılanmayı İsteme(m.8), Keyfi Gözaltı, Tutuklama ya da Sürgün Yasağı(m.9), Tarafsız Ulusal Mahkemeler Önünce Adil ve Açık Yargılanma Hakkı(m.10), Suçsuzluk Karinesi(m.11), Özel Yaşamın Korunması(m.12), Seyahat ve Yerleşme Özgürlüğü (m.13), Sığınma Hakkı(m.14), Yurttaşlık Hakkı(m.15), Aile Kurma Hakkı (m.16), Birlikte veya Tek Başına Mülkiyet Hakkı(m.17), Din ve Vicdan Özgürlüğü(m.18), İfade Özgürlüğü(m.19), Barışcıl Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü(m.20), Seçme ve Seçilme Hakkı(m.21), Sosyal Güvenlik Hakkı(m.22), İnsanca Yaşama Elverişli çalışma, Eşit İşe Eşit Ücret, Sendikalaşma Hakkı(m.23), Makul Sürede Çalışma, Ücretli Tatil ve Dinlenme Hakkı(m.24), Beslenma, Barınma, Sağlık Hakkı(m.25), (Ücretsiz Temel)Eğitim Hakkı(m.26), Kişiliğin Gelişimine Elverişli Maddi ve Manevi Çıkarların Korunması Hakkı(m.27) olarak, ilk kez, üstelik uluslaarası bir belgede tanımlanmıştır.

Evrensel İnsan Hakları Beyanamesi’nin ilanından 74 yıl, Sovyetlerin Çözülüşünden 31 yıl sonra insanın doğuştan sahip olduğu Evrensel insan haklarının güncel tanım ve uygulamalarına bir göz atalım. İnsan Hakları Derneği, Bilim Akademisi, “Portreler” söyleşi dizisi kapsamında ropörtajında, İoanna Kuçuradi’ye kulak verelim: “YÖK 1981’de kuruldu. Aslında öyle bir kuruluşa ihtiyaç vardı. Ben bunu bizzat yaşadım. İstanbul Üniversitesi’ni Hegel dersi görmeden bitirdim. Hocalar hangi konuda araştırma yapıyorlarsa o konunun dersini veriyorlardı… O zaman Türkiye’de dört felsefe bölümü vardı: İstanbul, Ankara Dil Tarih, Hacettepe, Ege Üniversitesi. YÖK ders programlarını topladı, benim Hacettepe’de uyguladığım programı diğer okullara örnek olarak gönderdi. Zorunlu ve seçmeli dersler vardı ve bütün felsefe alanlarını az ya da çok kapsıyordu. Herkes kızmış, ‘YÖK İoanna’nın programını bize gönderdi.’ Diye…”(3) İstisnasız, tüm üniversitelere gönderilen “program”, halen Maltepe Üniverstesi İnsan Hakları Bölüm Başkanı Felsefeci İoanna Kuçuradi tarafından, Hacettepe Ünversitesi’nde felsefe bölümü kurucu başkanı olduğu sırada hazırlanan ve uygulanan program(dır). O sırada, İhsan Doğramacı, Hacettepe Üniversitesi rektörüdür. Üniversitelerin özerkliğini ortadan kaldırıp, tek bir çatı altında toplayan YÖK kurulduğunda ise, Askeri Konsey tarafından YÖK başkanı olarak atanır. İoanna Kuçuradi’nin, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü için hazırladığı eğitim programı uygulanmak üzere, tüm üniversitelere gönderilir. Aynı Konsey tarafından eğitim kadroları 141-142 ile okuldan uzaklaştırılan üniversite bileşenlerinin, verdikleri tepki haklı ve anlaşlır. Devam edelim.

Sovyetler Birliği Bilim Akademisi üyelerince, İvan Frolov yönetiminde hazırlanan Felsefe Sözlüğü’ne göre; “Felsefe, varlığın (yani, doğanın ve toplumun ) ve insanoğlu düşüncesinin, bilme sürecinin genel yasalarının bilimi”(4); başka bir deyişle, üretim ilişkileri tarafından belirlenen toplumsal bilinç biçimi olduğunu öğreniyoruz. Öyle olmalı; zira, insanın insan olabilmesi için, doğa üzerinde egemenlik kurabilmesi, bunun için elini kullanabilmesi; üretim araçları ve nihayet üretim ilişkilerinin örgütlenmesi için dilin ve eş zamanlı olarak beynin, duyuların, bilinç ve soyutlama yeteneğinin gelişmesi gerekmiştir. Başka bir deyişle, insanın sürü olmaktan çıkıp, örgütlü bir toplumsallık oluşturabilmesine, üretim biçimlerini geliştirmesine elin, dilin ve bilincin, toplumsal bilincin gelişimi öngelecektir.

Demek ki, felsefe, yani toplumsal bilinç biçiminin altında da üretim ilişkileri yatıyor. Hiç de ütopik değil. Tamamen nesnel, üretim ilişkilerinin kendisi denli gerçek. Ne var ki, toplumsal insanın üretim ilişkileri tarafından belirlendiği iddiası, materyalist/maddeci felsefeye aittir. Örneğin, Engels’e göre; “… köleciliğin olanaklı olmasından önce, üretimde belirli bir düzeye ulaşılmış ve bölüşümde belirli bir eşitsizlik derecesinin ortaya çıkmış olması gerek. Ve köle çalışmasının bütün bir toplumun egemen üretim biçimi durumuna gelmesi için üretim, ticaret ve servet birikiminde daha büyük bir artışa gereksinim vardır.”(5)

Oysa, Kuçuradi’nin İstanbul Üniversitesi’ni bitirinceye değin “görmediği” için yakındığı Hegel, bilinçli eylemiyle, üretim ve toplumsal yaşaşamı örgütleyen insanı üretim ilişkilerinden koparır. Şöyle ki, Hegel’e göre, devlet mutlak bir idea(düşün; yalnızca zihinde varolan) olarak tanımlanırken, siyasal ögütlenme biçimi olarak devleti gerçekleştiren toplumsal insan da, “biçimden yoksun ve organik olmayan bir madde olarak”(6) kabul ediliyor. Görüldüğü gibi, doğa ve toplumsal insanın, bilincinin üretim ilişkilerinden koparılması halinde geriye soyut anlatılar kalıyor. Hegel’in (hukuk) felsefesi, de kendi maddi ekonomik temellerinden uzaklaştığı ölçüde idealizme yaklaşır.

Böylece, toplum ve üretim ilişkilerinden bağımsızlaşan devlet ve ideolojisi, kendisini oluşturan, yok sayılan üretim ilişkilerinin ürünü bilinçli eylemin öznesi karşısında bağımsız bir güç haline gelir. Hukuksal biçim herşey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır(7). Somutlayalım. Türkiye kapitalizminin üzerinde yükseldiği altın kaidesi, baraj projeleri. Hepsi, hukuka uygun! Hukuka uygun olmayan, kazara yargıdan dönerse, sorun yok hukuk yeniden düzenlenir ve projeye uydurulur. Ne için? Toprak ve suyun, madenler tarafından özgürce yağmalanması, sermayenin servetine katılması için.

Örneğin, Valiliğin “ÇED Gerekli Değildir” Kararı İPTAL edildikten sonra, 2021 tarihli Kuzey Ege Nehir Havzası Yönetim Planı kapsamında yapımı planlanan 97 barajdan sadece biri, Reşitköy Barajı, 74 milyon lira gelir getirecektir! “30 Eylül 2021 T.li Balıkesir Politika gazetesi, 10.sayfasında haber yapmış: “Reşitköy Barajı ekonomiye yılda 74 milyon lira katkı sağlayacak.” Buna ne şüphe! Böylece, Türkiye kapitalizminin ekonomisi büyümeye devam edecek! Ekonomi büyürken binlerce abone elektirik, su, doğalgaz faturalarını ödeyemediği için karanlık ve soğukta yaşadığına, icralık olduğuna göre büyüyen üretici, emekçi sınıfların “ekonomisi” değil! Öyleyse, geriye Türkiye kapitalizminin sahipleri kalıyor. Hani şu Milli Gelirin % 80’nini özel servetine katan, nüfusun %10’luk sermaye ve iktidar sahipleri! Herkes, “kaderini” ve çıkarlarını hangisiyle birleştirdiyse, Reşitköy Barajı inşaasına ve Valiliğin ÇED Gerekli Değildir Kararı’nın iptal davasının sonuçlarına, gazetelerdeki propogandaya oradan bakacaktır. Çok değil, iki taraf var; çıkarları birbirine zıt, birini ihya edecek olanın diğerininin felaketi olacağı iki sınıf, üretici güçler ve sermaye.” (8)

Toprağı, suyu elinden alınıp, madenlere peşkeş çekilen üretici, üretim dışına çıkarken, mülksüzleşiyor, yedek işgücü ordusuna katılıyor. Bu kadar değil. Toprak ve suyun niteliği gereği, yağmalanması halinde açlık ve susuzluk, tüm insan ve doğal yaşamı tehdit ediyor. Yargıya taşınan yağmanın adı, Kuzey’de Kazdağları, Güney’de Madra dağları arasındaki dört il, Çanakkale, Balıkesir, Manisa ve İzmir sahil şeridini kapsayan, “Kuzey Ege Nehir Havzası Yönetim Planı Nihai Raporu”. Hukuki dayanağı 2000/60/CE AB Su Çerçeve Direktifleri ile 2001/42/EC AB Stratejik Çevresel Değerlendirme Yönetmeliği ve 2017 tarihli Stratejik ÇED Yönetmeliği! Kılıf hukuki, hem de Avrupa Birliği mevzuatından! Ancak, tamamen farklı olan içerik, yaşam hakkının öznesi insan ve doğa için, yıkım getiriyor! Yaşam, Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği hakkı (m.3) başta olmak üzere, Beslenme, Barınma, Sağlık Hakkı(m.25), Kişiliğin Gelişimine Elverişli Maddi ve Manevi Çıkarların Korunması Hakkı(m.27) doğrudan doğruya sermayenin çıkarlarına feda ediliyor. Edilemez. Toprağın üstü altından, yaşam hepsinden değerlidir.

Bu durumda, üretim ilişkilerinden koparıldığı ölçüde doğaya ve insana yabancılaşan sermaye devletine karşı yaşam hakkının savunulması, dolayısıyla toprak ve suyun zoralımına karşı insan hakları hukukunun tanınmadığı yerde, direniş meşrudur: Bir kez daha, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni (Başlangıç) hatırlatıyoruz:
“İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devredilmez haklarının tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğuna,

İnsan haklarının dikkate alınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden barbarca eylemlere yol açtığına ve korkudan ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ile ifade ve inanç özgürlüğünden yararlanacak olan insanların yer alacağı bir dünyanın kurulmasının insanlığın en yüksek ortak amacı olarak ilan edilmiş olduğuna,

İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnmeye zorunlu kalmaması için insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğuna(…)”(2)dikkat çekiyoruz. Adil ve etkili bir yargılama hakkının kullanılmasının yanısıra, direnme hakkı da gündemdedir. Kaçınılmazdır. Sandıktan emekçi sınıflar için eşitlik, özgürlük, barış çıkmaz. Ancak, sermaye, iktidar sahipleri aklanır. Bir tarafta servet birikirken bir tarafta açlık ve öfke büyümeye devam eder; zira, bir tarafta sömürü en ağır biçimleriyle sürerken, diğer tarafta yağma büyüyecek, yaşam ve geçim araçları geri dönüşsüz yok olmakya devam edecektir. Bir ihtimal daha var, elbet! İktidar.


KAYNAKÇA
EURİPİDES, Troyalı Kadınlar, TürkçesiYılmaz ONAY, Mitos/Boyut,2008
M.Semih GEMALMAZ, Ulusalüstü İnsan Hakları Belgeleri, BETA, 2000
İona KUÇURADİ, Bir Ömür Felsefe, https://sarkac.org/2022/05/bir-omur-felsefe-ioanna-kucuradi/
İvan FROLOV, Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz ÇALIŞLAR, Cem Yayınevi, 1991
ENGELS, Anti-Dühring, Çev. Kenan SOMER, Sol Yayınları, Dördüncü Bası, 2003

MARKS, Hegel’in Hukuk Feslsefesinin Eleştirisi, Çev.Kenan SOMER, Sol yayınları, on birinci bası, 1997.; “(…) ‘bütün bireylerin devlet işleriyle ilgili tartışma ve kararlara katılması gerektiği, çünkü hepsinin devlet üyesi olduğu ve devlet işlerinin de herkesin işi olduğu ve öyleyse herkesin kendi bilgi ve istencini de katarak bu işlerle uğraşma hakkına sahip bulunduğu söyleniyor. Bu görüş, hiç bir ussal biçim olmaksızın demokratik öğeyi devlet örgütüne sokmak istiyor. Oysa devlet, ancak bu ussal biçimle organik bir devlet oluyor. Eğer bu (demokratik) görüş kendini genel anlayışa bu kaar kolaylıkla kabul ettiriyorsa, ‘devletin üyesi olmak’ gibi soyut bir belirlenimle yetindiği ve yüzeysel düşünce soyutlamaları sevdiği için kabul ettiriyor.’ İlkin Hegel, ‘devletin üyesi olma’nın ‘soyut’ bir belirlenim olduğunu söylüyor. Oysa, kendi öz ideasına göre, ‘devltin üyesi olmak’ (ahlaksal olduğu kadar) tüzel kişinin (de) en yüksek ve en somut amacını oluşturuyor… Eğer şimdi, ‘devletin üyesi olmak belirlenimi’ bir ‘soyut’ belirlenim oluyorsa, bu ‘soyut’ düşüncenin (ya da bu ‘demokratik’ görüşün) kusurunu değil, gerçek yaşam ile devlet yaşamı arasında önceden bir ayım varsayan ve devlet üyeliğini devletin gerçek üyelerinin bir ‘soyut belirlenimi’ durumuna getiren Hegelci teorinin ve çağdaş dünyanın gerçek durumunun kusurunu oluşturuyor… Hegel, devletin biçimciliği teorisinden başka bir şey yapmıyor. Ona göre gerçek anlamıyla ‘ özdeksel ilkeyi İdea, özne olarak devletin soyut düşünsel biçimi, kendinde hiçbir edilgen öğe, hiçbir özdeksel öğe içermeyen mutlak İdea oluşturuyor. Bu ideanın soyutlanması karşısında, kendi görgül gerçekliği içindeki devlet biçimciliğinin belirlenimleri içerik olarak ve gerçek içerik de (burada gerçek insan, gerçek toplum da) sonuç olarak biçimden yoksun ve organik olmayan bir madde olarak görünüyor.”
ENGELS, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev.Sevim Belli, Sol yayınları, 3.Bası, 1992: “Nasıl ki, bütün Rönesans çağı, 15.yüzyılın ortalarından bu yana kentlerin, dolayısıyla burjjıvazinin özsel bir ürünü olduysa, o zamandan beri uyanmış olan fesefe de aynı şekilde burjuvazinin ürünü olmuştur… Bununla birlikte, din üzerinde biraz daha duralım, çünkü maddi yaşamdan en uzak olan ve ona en yabancı görünen dindir. Din, henüz ağaç üzerinde yaşadıkları çok eski çağlarda, insanların, kendi doğalarına ve kendilerini kuşatan dış doğaya ilişkin en ilkel yanılgılarıyla dolu tasarımlarından doğmuştur.Ama her ideoloji, bir kere oluştuktan sonra verilmiş belli tasarım öğeleri temeli üzerinde gelişir ve onlaı işlemeye devam eder…”
Arzu KIR, “Reşitköy Barajı Ya Da Ekonomik Değerin Kime Dağıtılacağı Sorunu”, http://arsiv.sirince.net/modules.php?name=News&file=article&sid=1757, 8 Ekim 2021