AKP Sonrasını Düşünmek – VII

Türkiye siyasetinde CHS tartışmaları ne 2017’de Erdoğan’la başladı ne de bu tartışmalar sadece bir “hükümet sistemleri” tartışması olarak kaldı. Yazının daha önceki (haftalarının) başlıklarından da hatırlayacaksınızdır CHS’yi bir Millî Şef Replikası -reistokrasi- olarak tarif etmeye çalıştığımı. Hiç kuşkusuz ne erken Cumhuriyet dönemi bir başkanlık sistemidir ne de bugünkü CHS bir Konvansiyon Sistemi. Aralarında birçok farklılık bulunmasına rağmen her iki sistemde de gücün bir merkezde toparlanmasına gösterilen hassasiyet Millî Şef sistemi ile CHS’yi birbirlerine yaklaştırıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde 1920’de şekillenmeye başlayan yeni rejimi ve onun en genel ifadesiyle Millî Şeflik olarak tanımlanabilecek otoriterliğini, fiilî işgale karşı yürütülen bir Kurtuluş Savaşı, onu takip eden Kuruluş Dönemi, 29’daki küresel ekonomik bunalım, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı iklimi çerçevesinde okumak mümkündür. Tüm bunlar, 1920-1944 tarihleri arasındaki Millî Şefliği bir başka ifadeyle iktidarın CHP’de, CHP’nin Genel Başkan ve Cumhurbaşkanlığı’nda merkezîleştiği otoriter yapıyı “haklı” değil ama “mazur” gösterebilecek gelişmeler olarak okunabilirler. Bir otoriterlik arayışı olarak erken Cumhuriyet’in hükümet sistemi ile CHS arasında bir benzerlik bulmak kolay, yeter ki erken Cumhuriyet’in otoriterlik arayışının temelinde (“sadece” değil “ağırlıklı” olarak) yukarıda sıraladığım küresel sosyo-ekonomik, politik gelişmelerin ve kuruluş sancılarının yattığını, AKP’nin otoriterliğinin temelinde ise bizzat kendi iktidar sancılarının yattığını aklımızdan çıkarmayalım. O yüzdendir ki CHS’nin bir Millî Şeflik değil, onun replikası, bir reistokrasi, olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum. Ama her ne kadar CHS bir “replika” olsa da bu, Cumhuriyet Türkiye’sinde, iktidarın bir elde toplanması iştiyakının, AKP ile değil bizzat Cumhuriyet’in kendisi ile başladığının da altını çizmeye yeterli olacaktır. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki geçmişten bugüne Türkiye’de başkanlık-parlamenter sistem tartışmaları, hiçbir zaman “Nasıl yasama, yürütme ve yargıyı daha net çizgilerle birbirinden ayırabiliriz?” tartışmalarının, “hükümet sistemleri” üzerine yürütülen entelektüel tartışmaların türevi olarak ortaya çıkmamışlardır. Aksine bu tartışmalar yasama-yürütme-yargı güçleri içinde yürütmeyi, yürütme içinde “(baş/cumhur)ba(ş)kan”ı nihai karar verici hale nasıl getiririz; kabine sisteminden kabîle sistemine nasıl geçeriz tartışmaları şeklinde tezahür ettiler. Özetle en başta da belirtmeye çalıştığım gibi bu tartışmalar, Erdoğan’la başlamadı ve hiçbir şekilde yasama-yürütme-yargının rijit şekilde birbirinden koparıldığı gerçek anlamda bir “başkanlık sistemi” tartışması halini almadı.

Sözü çok uzatmamak adına, Menderes’ten, Demirel’e, Özal’a bu “Türk Usulü” başkanlık iştiyakının, bir reistokrasi arzusunun hiç bitip tükenmediğini belirtmekle yetineyim. Cumhuriyet’in tarihine sinmiş, nüfuz etmiş bu kuvve, bu tasavvur, bu iştiyak, Erdoğan’la ve 2017 Mühürsüz Referandumu’yla fiile geçebildi. Bu yazı -dizisi- de buna cevap aramaya çalışmaktadır: Hangi tarihsel, toplumsal, siyasal… koşullar cumhuriyetin kuvvesine kazınmış bu iştiyakı 2017 Mühürsüz Referandumu ile 2018 Seçimleri sonrasında fiile geçirebildi?

Bu soruya cevap arayabilmek için zihnimizde yerküreyi canlandıralım. Bu yerkürenin merkezinde, biz onu göremesek de yeryüzünü şekillendiren, hatta hâlâ şekillendirmekte olduğunu bilim insanlarının söyledikleri bir çekirdek/magma ve o magmanın şekillendirdiği bir yeryüzü yani zemin var. Sahne (2017 Referandumu) bu zemin üzerine kurulu. İşte oyun (CHS) bu sahnede oynanıyor. Mevcut oyunun dramaturjisini çözebilmek için mevzuyu magmadan başlayıp zemine, sahneye ve oyuna doğru özetlemek gerekiyor. Aslında bu yazı dizisinde elimden geldiği kadar özetlemeye çalıştım zaten. Bu hafta tüm tartışmalarımı bir kurgu etrafında bir araya getirerek özetlemeye; tarihsel bir perspektif içinde CHS’nin politik koordinatlarını kestirmeye çalışacağım.

MAGMA: CHS Tartışmalarının Sismolojisi ya da Türkiye Siyasetinin Helezonları

Türk siyasî hayatının helezonları konusuna bu yazı (dizisi) içinde “Erdoğan’ın İktidara Mahkumiyeti” başlığı altında kısaca değinmiştim. Orada yer alan tabloda da belirtildiği gibi Türkiye 1950’den günümüze merkez sağ dönemleri, askerî darbeler ve koalisyon dönemleri arasında salınıp duruyordu. 28 Şubat Darbesi bir Dördüncü Askerî İdare Dönemi’ni gündeme taşırken, AKP’nin 2002 yılında iktidara gelişi ile birlikte Dördüncü Merkez Sağ Dönemi de başlamış oluyordu. “Helezon” ile ifade etmeye çalıştığım şey bir döngüydü. Ancak, Türkiye siyasî hayatının bir “helezon” olarak, bir “döngü” olarak okunması her döngüde başa dönüldüğü, tarihin birbirinin tekrarı olduğu, Türkiye siyasî hayatının birbirinin aynı merkez sağ iktidarlar, birbirinin aynı darbeler ve koalisyonlar ile yürütüldüğü anlamına gelmiyordu. Helezon olarak adlandırdığım şeyi Nicolai Kondratiev’in adıyla anılan ve kapitalist sistemdeki dalgalanmaları tanımlamak için kullanılan Kondratiev Dalgaları’na benzetmek (ama sadece benzetmek) mümkündür: Kapitalizmin döngüsel, helezonik yapısını ortaya koyarken Nicolai Kondratiev’in amacı da örneğin 1848-1873’teki genişleme evresiyle 1939-1968 arasındaki genişleme evrelerinin birbirlerinin aynısı olduklarını ve kapitalizmin kendisini tekrar ettiğinin altını çizmek değildi. Aksine o kapitalizmin yaklaşık 40-50 yılda bir durgunluk ve genişleme dönemleri arasında salındığını ifade ederek, tabir uygunsa kapitalizmin menstrüasyon döngüsünü, kendini yenileme, tazeleme, devam ettirme döngüsünü, dinamiğini ortaya koymaya çalışıyordu. Bu açıdan, Türkiye siyasî hayatının helezonlarını siyasal zemini şekillendiren magmaya benzetebiliriz: Nitekim, siyasî hayatımızın her bir döngüsü de yeryüzünü/zemini şekillendiren magma gibi, dışarıdan çıplak gözle bakıldığında görülemeyecek döngülerle, yerkürenin merkezindeki magma hareketleriyle şekillenmektedir. Magmanın yeryüzünü şekillendirmesi gibi, Türkiye siyasî hayatı da, son analizde, bu döngülerle şekillenmektedir.

Toparlamak gerekirse siyasî hayatın helezonlarının da böyle bir amacı vardır: İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’sinin kısır döngüsünü demeyelim -ki böyle de okunabilirdi- ama kendisini sürdürdüğü “dinamiği”ni, “helezon”unu, “menstrüasyon” döngüsünü ortaya koymak. Nitekim daha önceki başlıklarda (Erdoğan’ın İktidara Mahkumiyeti) yer alan tabloya baktığımızda Türkiye siyasî hayatının döngülerinin de aşağı yukarı birer ömürlerinin olduğunu görebilmekteyiz. Döngünün diğer unsurlarını bir kenara bırakarak sadece merkez sağ iktidarlar üzerine dikkatimizi yoğunlaştırdığımızda İlk Merkez Sağ İktidarı (DP) döngüsünün yaklaşık 10 yıl (1950-1960); ikincisinin (AP) yaklaşık 6 yıl (1965-1971); üçüncüsünün de (ANAP) yaklaşık 8 yıl (1983-1991) sürdüğünü görürüz. Bu da bize Türkiye’de merkez sağ iktidarlarının ortalama ömürlerinin yaklaşık 8 yıl olduğunu gösterir. Bu 8 yılın tam anlamıyla bir takvim sekiz yılı değil aşağı yukarı bir rakam olduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor.

Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ İktidarı (AKP) döngüsü 2002’de başlamıştı; bu sefer 13 yıl sonra, 2015’e gelindiğinde, siyasal yerkürenin yeni magma hareketi tekrar devreye girmeye; yeryüzünü -siyasal zemini- şekillendirmeye başladı. Bir başka ifadeyle, Türkiye siyasetinin helezonları, 2015 yılında yeni sarmala, menstrüasyon döngüsüne, yeni bir Kondratiev döneme, girmeye başladı; ama bu döngüye verilen reaksiyon öncekilerden farklı oldu.

ZEMİN: Gezi-Suriye-Fetö

CHS’nin “zemin”ini, yani CHS’yi gündeme taşıyacak olan (siyasî) yeryüzünü de daha önce tartışmaya çalışmıştım. Magma -Türkiye siyasetinin helezonları- yeryüzünü şekillendiriyordu ve 2015’e gelindiğinde helezonlar, sarmallar, döngüler yeniden işlemeye başlıyordu. Ancak bu noktada siyasî helezonların siyasal zemin ile ilişkisinin, magmanın yeryüzü ile kurduğu ilişkiden çok daha dinamik mahiyette olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Helezonların zemindeki olayları şekillendirdiğini söylemek, zeminde cereyan edenlerin hiçbir öznelliğinin olmadığı anlamına gelmez ama onların 2015’te yeniden harekete geçen helezonlar tarafından tetiklendiği gerçeğini de değiştirmez.

Daha önce de üzerinde durulduğu gibi CHS tartışmalarının zemininde Gezi Direnişi ile başlayan, Çözüm Süreci ve Suriye’deki iç savaşın tetiklediği olaylarla devam eden ve Gülen’in İslâmcı darbe girişimiyle nihai şekline kavuşan zemini de dikkate almak gerekmektedir.

Bu noktada, sadece daha önce yazdıklarımı özetlemekle yetineceğim: Yaklaşık olarak 2013 yılı haziranından eylül başına kadar devam eden ve tüm yurda yayılan Gezi Direnişi, AKP iktidarının -sözün gelişi değil bizzat “iktidar”ının- sorgulandığı bir toplumsal hareket oldu. Gezi’de patlamaya sebep olan biriken grizu olsa da patlama yol açan çakılan kibritti. Grizuyu biriktirenler, kibriti çakanları yendilerse de bu dert maden ocağını yönetenlerin zihninden hiç çıkmadı. Aynı tarihlerde Türkiye Çözüm Süreci’ni tartışmaya başlamıştı. 2013 Ocak ayının başlarında BDP mensuplarından oluşan bir heyet Abdullah Öcalan’la görüşmek üzere İmralı Adası’na gitmiş; Çözüm Süreci girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilecek bir süreç olarak kurgulanmıştı. Çatışmanın bitirilmesi için üç aşamalı plan şu şekilde tasarlanıyordu: Birinci Aşama: PKK unsurlarının Türkiye topraklarından tedrici çekilmesi İkinci Aşama: Hükümet’in yapacağı demokratik reformlar Üçüncü Aşama: Silahsızlanmanın ardından PKK unsurlarının siyasî ve sivil hayata entegrasyonu.

28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan dönemin milletvekilleri Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya geldiler. Aynı gün Başbakan Ahmet Davutoğlu Çözüm Süreci’nin yeni bir aşamaya girmiş bulunduğunu, silah dilinin sona ererek demokratik yaşama geçileceğini söyledi. 1 Mart’ta Abdullah Öcalan silah bırakma çağrısı yaptı, aynı gün ABD de Öcalan’ın açıklamasını memnuniyetle karşıladığını belirtti. 11 Mart’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Öcalan’ın silah bırakma çağrısının güven ve barışın, istikrarın tesisi için önemli olduğunu söyledi ve bu vaatlerin sözde kalmayarak uygulamaya geçirilmesi temennisinde bulundu. Ancak işte ne olduysa oldu, Suriye İç Savaşı ile tüm dengeler alt üst oldu; kartlar yeniden dağıtıldı. Muaviye Sayasna ve arkadaşları, okullarının duvarlarına “Ey doktor şimdi sıra sende!” yazdıktan sonra Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmadı; Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayınca da Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Kobani ve Rojowa deneyimleri, Güneydoğu’daki özyönetim girişimlere, hendeklere zemin hazırlarken Türkiye’de de neredeyse bir iç savaşın eşiğine gelindi. 2 Aralık 2015’te başlayan şiddet 2016’nın Mart ortasına kadar devam etti. Türkiye bu arada 2015 Haziran’ında seçimlere gitmiş; seçim sonuçlarına göre AKP tek parti iktidarı sona ermiş; bir koalisyon dönemine girilmiş, Dördüncü Merkez Sağ Dönemi sona ermiş, Türkiye siyasetinin helezonları çalışmaya başlamıştı.

Haziran 2015 seçimleri, Dördüncü Merkez Sağ iktidarının görevinden ayrılarak yeni bir koalisyon hükümetinin kurulmasına ve Dördüncü Koalisyon Döneminin başlamasına yol açmadı. Kasım’da seçimler yenilendi; Türkiye bir “koalisyon dönemine” girdi; ama bu ilk üç koalisyon döneminden farklı olarak fiilî bir koalisyon dönemi oldu. 2016’nın 15 Temmuz’unda da Gülen Darbesi gündeme geldi.

2016’nın Ağustos’una geldiğimizde ülkede bir koalisyon şekilleniyordu ama hukuken bir “koalisyon” yoktu; bir darbe sonrası dönemin OHAL’i yaşanıyordu ama hukuken bir “darbe” yoktu. Magma, zemini şekillendiriyordu ve Dördüncü Merkez Sağ İktidarı’nı sona erdirip Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ni ve Beşinci Askeri İdare Dönemi’nin şartlarını zorluyordu; ama zemindeki gelişmeler (Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen girişimi) de yeni dönemin kendi özgül koşullarında şekillenmesini gerektiriyordu. İşte “sahne” de bu zamanda inşa edildi.

SAHNE: Mühürsüz Referandum

Sahne, bir başka ifade ile CHS’nin icra edileceği hukukî zemin bu halk oylaması ile inşa edildi; sahnenin inşa edileceği “zemin” ve zemini de şekillendiren “magma”tik hareketleri zaten uzun uzadıya konuştuk.

16 Nisan 2017 tarihinde seçmenler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 18 maddesi hakkındaki değişikliği onayladılar; daha doğrusu -gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz belki ama- mühürsüz oylar ile OHAL şartlarında girilen bir referandumda seçmenlere, sadece “anayasa değişikliklerini onayladıklarının tespit edildiği!” söylendi. Tüm “önlem!”lere, yani olağanüstü koşullarda mühürsüz oyların bile geçerli kabul edildiği bir referanduma rağmen Anayasa değişikliklerini kabul ettiği tespit edilenlerin, nüfusun sadece %51,41’i olduğunu bilebildik. O gün ikinci kere ekranlara çıkan Erdoğan’ın da belirttiği gibi “Atı alan Üsküdar’ı geçmişti.” bile. Her ne kadar artık iş işten geçtiyse de bu zafer Erdoğan’ın hanesine bir Pirus Zaferi olarak kaydedildi ve CHS bugün hâlâ tartışılıyor; muhalefet partileri hâlâ parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirebiliyor ve artarda açıkladıkları anayasa taslaklarında parlamenter sisteme dönüşün ana hatlarını tartışmaya açabiliyorlarsa bunda Mühürsüz Referandum’un bir Pirus Zaferi olmasının etkisi hayli yüksektir.

CHS ve Oyun

Türkiye siyasetinin 1950’den bu yana şekillendirdiği helezonlar, döngüler üzerinde şekillenen siyasal zemin üzerine Mühürsüz Referandum’la kurulan bu sahnedeki temsil, 2018 Cumhurbaşkanlığı/Genel Seçimleri sonrası “perde!” dedi. Ama 2018 seçimlerinde Erdoğan’ın Muharrem İnce’ye karşı elde ettiği başarı da 2017 Mühürsüz Referandum’undaki şaibeli galibiyetin yarattığı “utangaçlığı” silmeye yetmedi. Erdoğan’ın galibiyetine rağmen muhalefet, İnce’nin (bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İhsanoğlu’nda olduğu gibi) yenilgisine değil, aksine “nasıl olup da yenildiği”ne şaştı; ona tepki gösterdi. Akabinde düzenlenen yerel seçimler ise psikolojik üstünlüğün muhalefete geçmesine ve CHS eleştirilerinin daha yüksek perdeden ve daha sistematik dile getirilmesine zemin hazırladı.

2020 Mart’ından bu yana devam eden korona koşulları, gittikçe ağırlaşan ekonomik kriz; ABD seçimleri ve Biden’ın iktidara gelişi… birçok faktör Cumhur İttifakı için çanların çalmakta olduğunu gösterse de Millet İttifakı’nın müstakbel galibiyetini garanti edecek elle tutulur hiçbir şey de yok. Muhalefet, mevcut sistemin AKP’nin gücünü tahkim etmekten başka bir işe yaramadığını gösterebildiği; parlamenter sisteme neden ve nasıl geçilebileceği konusunda insanları ikna edebildiği ölçüde başarılı olabilecek. Bunun önemli adımlarından biri muhalefet partilerinin kendi taslaklarını ortaya koymalarıydı ki neredeyse tüm muhalefet partileri bu konuda çalıştı; çalışmaktalar da. Ancak bu tartışmayı kamuoyu önünde harlamadıkça, açıklanan taslakların unutulup gideceğini akılda tutmak gerekiyor. Yine unutmamak gerekiyor ki, yeni anayasa tartışmalarının özü CHS-parlamenter sistem tartışmalarına; CHS tartışmaları Erdoğan’ın iktidarına; Erdoğan’ın İktidarı CHS’nin akıbetine sıkı sıkıya bağlıdır.

Mete Kaan KAYNAR