Türkiye’de Devletin Ontolojik Sınırları, Sessizlikleri ve Direnç Odakları

Siyaset, yüzeyde bir erk, yönetişim ve kurumlar bütünü olarak belirse de, derinlikte bir varlık sorunu, daha doğrusu “varlık-oluş”un belirleniş biçimi olarak işler. Her toplumun siyasal yapısı, yalnızca yasalarla, anayasayla ya da gündelik siyasa diliyle biçimlenmez. Siyasal olanın zemininde, neyin gerçek, neyin olanaklı, neyin kuramsal ve neyin yok sayılabilir olduğuna ilişkin varlık düşünceleri vardır. Bu, siyasalın özsel (ontolojik) dokusudur. Türkiye özelinde bu doku, yalnızca iktidar değişimleriyle değil, varlığa ilişkin önkabullerle, dışlamalarla, yok saymalarla ve bunların direniş biçimleriyle kurulur.

Bu yazı, Türkiye’de siyasal olanın ontolojik sınırlarını, onun dışlama düzeneklerini, boşluklarını ve sessizleştirdiği varlık kipliklerini görünür kılmayı amaçlıyor. Aynı zamanda var olanın zorunlu olmadığını, başka türlü bir siyasal-etik varoluşun olanaklılığını da aralıyor.

Devletin Varlık Biçimi: Simgeden Maddeye Akan Bir Oluş

Devlet, Türkiye’de yalnızca bir yönetim aygıtı değil; yaşamın her alanına sinmiş, simgesel olduğu kadar maddesel de olan bir varlık biçimidir. Bu varlık, gündelik yaşamın en sıradan anlarında dahi hissedilir. Okul kitaplarının söylemiyle, televizyon haberlerinin seçkisiyle, mahkeme kararlarının gerekçesiyle, askerî törenlerin seremonisiyle ya da gecekondu yıkımlarının gerekçelendirme tarzıyla kendini yeniden üretir. Devlet burada yalnızca yasa koyan değil; “ne”nin var olup “ne”nin dışarda kalacağına karar veren kurucu bir kudrettir.

Ancak bu kudret yalnızca açık şiddetle değil, daha çok “kurucu yokluk” dediğimiz bir biçimle işler. Yani devlet, kendini süreklileştirmek için hep bir öteki yaratır: Kürt, Alevi, kadın, emekçi, göçmen, muhalif… Bu öteki yalnızca siyasal bir tehdit değil, varlıksal bir tehdit olarak kurgulanır. Dolayısıyla dışlama yalnızca hukuki ya da idari değil; varlıkla yokluk arasındaki çizgiyi belirleyen özsel bir edimdir.

Ulusun Ontolojik Kurgusu: Kapsama ile Dışlamanın Eşik Noktaları

Türkiye’de ulus kavramı, çağdaş yurttaşlık düşüncesinden çok, tarihsel belleğin ve kültürel saflığın üzerine kurulu bir birlik tasarımıdır. Bu tasarım, bir yandan kapsayıcı bir anlatı sunar gibi görünürken, öte yandan çok katmanlı dışlamalar üretir. Her “biz” söylemi, aynı zamanda bir “siz” yaratır. Her “millet iradesi” çağrısı, bir “öteki”nin yok sayılmasını meşrulaştırır.

Ulusun bu biçimde kurulması, toplumsal varlığı bir tür özsel ayrıştırma sürecine sokar. Kürtler, Aleviler, sınıfsal olarak alt katmanlardaki emekçiler ya da göçmenler; kimi zaman geçici olarak içeri alınır, kimi zaman tümüyle dışarda bırakılır. Ancak her durumda “eksik varlık” olarak konumlanırlar. Bu eksiklik, onların yalnızca siyasal haklardan değil, doğrudan doğruya varlık hakkından da yoksun bırakılması anlamına gelir.

Siyasal Ontoloji ile Etik Arasındaki Gerilim: Değerin ve Bilginin Yüzeyleri

Siyasalın özüne ilişkin bir düşünüş, ister istemez etik alanla da kesişir. Çünkü “neyin varlık sayıldığı”na ilişkin her karar, aynı zamanda “neye değer verildiği” sorusunu da doğurur. Türkiye’de uzun yıllardır süren baskıcı siyaset tarzı, varlık kararlarını yalnızca merkezî iktidarın söylemleriyle meşrulaştırmaya yönelmiştir. Bu meşrulaştırmanın temel aracı ise bilgi üretimidir. Akademi, medya, millî eğitim ve hatta bilimsel söylem; egemen varlık biçiminin yeniden üreticisi olarak görev görür.

Böylece siyasal olanın sınırları yalnızca güçle değil, bilgiyle de örülür. Eğer bilim, yalnızca yönetici sınıfın, merkezî erklerin sözünü yineleyen bir yankı odası haline gelirse; artık bilgi değil, dogma üretir. Dolayısıyla ontolojik sorgulama, etik bir sorumluluğu da beraberinde getirir: Hangi varlıklar yok sayılıyor? Hangi öznellikler bastırılıyor? Hangi söylemler sessizleştiriliyor?

Türkiye’de Siyasal Boşluklar: Varlığın Çevresindeki Sessizlikler

Her siyasal yapı, yalnızca kurduğu yapılarla değil, dışarda bıraktığı boşluklarla da var olur. Bu boşluklar yalnızca temsil edilmeyenler değil; çoğu kez bastırılan, yok sayılan, unutulan varlıklardır. Türkiye’de bu boşluklar; Dersim’de, Roboskî’de, Sur’da, Soma’da, Gezi’de, İkizdere’de kendini gösteren sessizlik alanlarıdır. Bu sessizlik, bir yitimin değil, bir bastırmanın sonucudur. Ve her bastırma, geri dönme potansiyelini de içinde taşır.

Siyasalın bu bastırdığı varlık biçimleri, kimi zaman edebiyatta, kimi zaman sanatın kıyısında, kimi zaman ise örgütlü direniş biçimlerinde yeniden ortaya çıkar. Bu görünme, yalnızca siyasal bir talep değil; varlığa yeniden katılma arzusu, bir ontolojik direniştir.

Olanın Değil, Olanaksız Gibi Görünenin Ontolojisi: Yeni Bir Toplumsallığın İmgesi

Siyasal olanı dönüştürmek, yalnızca seçim kazanmakla ya da anayasal düzeni değiştirmekle yetinmez. Gerçek bir dönüşüm, varlık anlayışını, kimlerin var sayılacağını, hangi ilişkilerin meşru kabul edileceğini yeniden düşünmekle başlar. Bu da siyasal ontolojide bir yarık, bir kopuş gerektirir. Bu kopuş, “başka bir yaşamın” yalnızca düş değil, aynı zamanda olanaklı bir oluş biçimi olduğunu göstermekle mümkündür.

Toplumcu düşüncenin sessiz kılınmış damarı burada devreye girer: Varlığın eşitliği, emekçinin yalnızca üretici değil, kurucu özne olarak tanınması, doğanın yalnızca kaynak değil, eş-varlık olarak kavranması… Bunlar siyasalın yeni bir varlık düzeni üzerinden yeniden düşünülmesini gerektirir. Ve bu düşünüş, yalnızca bir felsefî uğraş değil, bir eylem çağrısıdır.

Siyasalın Ontolojik Yeniden Kuruluşu

Türkiye’de siyaset, yüzeyde görünenden çok daha derin bir varlık çatışmasının sahnesidir. Bu çatışma, yalnızca partiler, liderler ya da programlar arasında değil; varlığın kendisinin ne şekilde düşünüleceği ve örgütleneceği üzerinden yürütülmektedir. Bu bağlamda, siyaset yalnızca bir iktidar savaşı değil, bir varlık savaşımıdır.

Eğer gerçekten özgürleştirici bir siyasal yapı inşa edilecekse, bu yalnızca biçimsel değil; varlıksal bir dönüşümle başarılabilir. Bu dönüşüm, neyin varlık sayıldığına dair kararları halkın kendisinin aldığı, eşitliğin ve dayanışmanın yalnızca araç değil, özsel değer olduğu bir toplumsallığın kurulmasıyla mümkündür.

Kısacası: Türkiye’de siyaset, bir oy çokluğundan ibaret değildir. Varlığın nasıl kurulacağı, kimlerin konuşabileceği, kimlerin susmaya zorlanacağı, hangi yaşamların sayılacağına dair ontolojik bir karardır. Ve bu karar, ancak halkların kolektif aklı ve tarihsel direnciyle yeniden yazılabilir.