Yaşam size verilmiş boş bir filmdir

“Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir şekilde doldurmaya bakın.” Bu söz aramızdan ayrılan fotoğraf sanatçısı Ara Güler’e aittir. Deklanşöre her bastığında unutulmaz bir öykü yazan bu efsane fotoğrafçı İngiltere’de yayınlanan ‘Photography Annual Antolojisi’ tarafından dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlanmıştır.

Fotoğraf, (Photographe) sözcüğü ışıkla yazı yazmak anlamına gelen eski Yunanca Photos (ışık) ve Graphe (yazı) sözcüklerinden oluşturulmuştur. Fotoğraf makinesinin ilk izlerini milattan önce dördüncü yüzyılda bulabiliyoruz. Çinli Filozof Mo Ti deneysel gözlemleri sonucunda karanlık bir ortama açılan küçük bir delikten giren ışığın dış ortamı baş aşağı olarak yansıttığını yazmıştır. Bu ortam, günümüzde Latince adıyla ‘Camera Obscura’ (karanlık oda) olarak anılır; daha sonraki yüzyıllarda değişik sanatçılar ve bilim insanları tarafından da kullanılmıştır. İlk fotoğraf olarak kabul edilen ‘La Gras Penceresindeki Manzara’ 1827 yılında, Fransa’da, Niepce tarafından evinin birinci kat penceresinden sekiz saatte oluşturulmuştur; fotoğraf, La Gras köyünden birkaç binayı resmetmiştir. Bu anlamda Niepce’nin bu buluşu yaptığı dönemi, yani Sanayi Devrimi’ni de hatırlamak gerekir. Geleneksel resmetme teknikleri Sanayi Devrimi öncesi toplumun ürünüyken, fotoğraf Sanayi Devrimi’nin ürünüdür.

Pablo Picasso’nun Guernica isimli tablosu

Fotoğraf makinesinin icadından önce ressamlar doğayı ve insanları olduğu gibi resmetme alışkanlığındayken fotoğrafla birlikte her şey tüm gerçekliğiyle çok hızlı bir şekilde resmedilmeye başlanmış; böylece ressamların yaptığı işi yavaş yavaş fotoğraf makinesi devralmıştır. Resim sanatının artık öldüğünü düşünen ressamlar fotoğrafa yönelirken, resmin asla yok olmayacağını düşünenler resme yeni bir soluk gelmesi gerektiğini savunmuşlar ve böylece resme duyguyu, görünmeyeni katarak yeni akımların doğmasına neden olmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de Kübizm akımının öncüsü olan Pablo Picasso’dur. Picasso’nun fotoğraflarını çekebilmeyi başaran tek Türk fotoğrafçı da Ara Güler’dir. Picasso ona, ‘Sen ressam Cezanne’a benziyorsun.’ demiş, bir resmini çizmiş, altına da imzasını atmıştır.

Picasso’nun sanatsal çıkış noktasını hep gerçekler oluşturmuştur ama bunları o güne dek bilinen yollarla değil de kendi gözleriyle gördüğü biçimde ifade etmiştir. Rafael Alberti, Picasso’yu anlattığı Lo que cante y dije de Picasso adlı şiir kitabında yer alan “Los ojos de Picasso” başlıklı şiirinde ressamı “iki göz içinde yüz bin göz” olarak tanımlar ve şöyle der: “Kendi gözlerini kapamaz. / Kendi gözlerini aşağı indirmez. / Senin gözlerini çıkarır. / Senin gözlerini oyar / seni ya çolak / ya topal bırakır. / Sonra seni ya yeniden yaratır / ya ayrıştırır, / burnunu yok eder, / sonra yerine koyar, / sonra ya yok eder / ya iki tane burun koyar”.

Picasso da kendi gerçekçilik anlayışını şu sözcüklerle ifade eder: “Gerçeklik kendini aşan bir şeydir. Ben her zaman gerçeğin ötesini aramışımdır. Gerçeklik insanın şeyleri nasıl gördüğüne dayanır. Yeşil bir papağan hem marul hem de yeşil papağandır. Onu yeşil bir papağana indirgeyenler gerçeklik derecesini azaltmış olurlar. Ağacı kopya eden bir ressam gerçek ağaca gözlerini kapar. Ben, şeyleri olduklarından farklı biçimlerde görürüm. Bir palmiye ağacı ata dönüşebilir ya da Don Quijote, Las Meninas tablosunda yer alabilir.”

Salvador Dali gibi gerçeküstücü ressamlar da düşsel imgeleri, halüsinasyona benzeyen görünüşleri eserlerine aktarmıştır. Bunun sonucunda ‘bilinçli’ olandan yani görünen gerçekten uzaklaşarak kendi gerçekliklerini yarattıkları söylenebilir çünkü bu ressamlar eserlerini yaratırken bilinçaltının kapılarını açma çabası içindedirler. Ne de olsa bilinçaltı, içeride ne olduğu pek bilinmeyen, kapalı, karanlık, esrarengiz odalar gibidir, kişinin sorgulamaktan kaçındığı gizemler içerir. Bu anlamda sanatçı, düş dünyasından beslediği eserlerinde kendi bilinçaltıyla korkusuzca yüzleşecek cesareti bulan, kendi gerçekliğiyle yüzleşebilen kişidir.

Salvador Dali Müzesi – Barselona

Barcelona’ya yaptığım bir gezi sırasında Picasso ve Dali Müzelerini ziyaret etmiş, resim sanatına yön veren bu iki insanüstü varlığın hem heykellerini hem de resimlerini görmüş, son derecede etkilenmiştim. Özellikle de Dali Müzesi’nde… Sanki başka bir evrene geçiş yapmışım gibi gelmişti bana. Birkaç katlı olan bu müzede Dali’nin heykelleri de dahil olmak üzere pek çok eseri sergilenmekte. Burada saatlerimi harcadığımı ve dışarıda arkadaşlarım bekliyor olmasa daha da saatler harcayabileceğimi anımsıyorum. İnsanın kendi olması, özgün olması, ‘şeyleri’ kendi beyin odacıklarından çıkarıp yansıtması ne demek çok iyi anlamıştım. Bu iki ressamın yarattıkları kendilerine ait dünyalarında kaybolmuş, insan beyninin sonsuzluğuna ve sınırsızlığına şahit olmuştum.

Picasso’nun, ‘’Doğa ve sanat farklı olgulardır… Sanatta, doğada gözle görülmez olduğuna inandığımız şeyleri ifade ederiz.’’ sözlerinden, onun görünmez olanı görünür kılma çabasını; Dali’nin ‘’Ben garip değilim. Sadece normal değilim!’’ sözlerindense, onun ‘normal olanın ötesine ulaşma isteğini, cesaretini algılayabiliriz. Her ikisi de, görünmez aleme göçmeden önce kendilerine verilmiş olan boş filmi unutulmaz eserlerle doldurmuş, pek çok genç sanatçıya sınırsız bakış açılarıyla örnek oluşturmuşlardır.

Müge BULUÇ