Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörürlükte deniz gibi ol

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.

Mevlana’nın hepimiz tarafından bilinen bu öğütleri aklımdaki yazıyı yazmaya başlamadan önce yaptığım araştırmada hemen önüme düştü. Her bir satırı defalarca okunacak, üzerine saatlerce düşünülecek kadar değerli. Her bir öğüt ayrı ayrı çok anlamlı ama en son satır bana göre en öne çıkanı. ‘Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.’ derken her kimsen o ol, diyor Mevlana. Kendini başkası gibi göstererek ne kendini kandır; ne de başkalarını! Yani, özün, sözün bir olsun; konuştuğun gibi davran, diyor.

Mesela seni ‘dost’ bilenlere gerçekten dost musun? Yoksa dost postu altında gizlenen bir kurt musun? Dostum dediğin kişilere güzel sözler sarf ederek kendi çıkarların doğrultusunda kullanıyor musun? Bu kişileri kurnazca, tatlı dille istediğin noktaya getirip istediğin şekilde yönlendiriyor musun? Dahası ağızlarından ince ince laf alıp dedikodu malzemesi yapıyor musun? Bütün etik değerler dilindeyken, diğer kişilerin özel eşyalarını kullanma, kurcalama cüretini kendinde buluyor musun? Başkalarının gizliliklerine, kişisel bütünlüklerine ve hatta güvenliklerine saygısızlık ediyor musun? 

Hiç kendine sordun mu, ‘Sen kimsin? Kendini gerçekten tanıyor musun? Dış dünyaya gösterdiğin yüzün gerçek yüzün mü? Neye hizmet ediyorsun?’ Elbette bunlar gibi daha pek çok soru sıralanabilir. Bunlara nesnel yanıtlar verilebildiği ölçüde kişinin sözleri özüne yaklaşabilir. Shakespeare, bu konuyla ilgili Hamlet’te şöyle der: ‘Tanrı size bir yüz vermiş; bir tane de siz eklemeyin.’ 

Kim olduğu ya da neye hizmet ettiği sorularıyla yüzleşememiş kişilerin başkalarını olduğu kadar kendilerini de kolaylıkla kandırmaları mümkündür, hatta kaçınılmazdır. Bu kişiler, farkındalıklarını geliştirmedikleri sürece de, zaman içerisinde gerçek niyetlerini ister istemez ortaya koyarlar ve karşısındaki kişilerde belki de onarılması mümkün olmayan bir güvenlik açığı oluştururlar. Bazen düşmanımız olarak bildiğimiz kişiler bize bu çakma dostlardan daha fazla güven verir. Çünkü düşmandan gelecek hamleyi, onun bizde yaratacağı zararı kestirmemiz daha kolay olur. 

Sözlerimi dostluk, arkataşlık kavramına farklı bir bakış açısı kazandıracak kısa bir alıntıyla sürdürmek istiyorum: 

“Savaşın en kanlı günlerinden birinde asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı yoğun bir ateş yağmuru altında,

tam siperden dışarı doğru bir hamle yaptığı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çeker:

-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.

Fakat asker onu dinlemez ve kendisini siperden dışarıya atar. İnanılması zor bir mucize gerçekleşir, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaşır, onu sırtına alır ve koşarak geri döner. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Ancak cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştır. Siperdeki diğer arkadaşı:

-Sana değmez demiştim. Hayatını boş yere tehlikeye attın.

-Değdi, der bizim asker, gözleri dolarak, -değdi…

-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?

-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için.

Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarlar:

-Geleceğini biliyordum… Geleceğini biliyordum…”

Yazımı daha fazla uzatmadan değerli büyüğüm Mehmet Refik Yücel’in konuyu kısaca özetlediği özlü bir sözüyle sonlandırmak istiyorum:

“Sırtınızı dayamak istediğiniz arkataşınızın dört özelliği size uygunsa korkmayın:

Söyledikleri, yaptıkları, niyeti, yolu…”

Müge BULUÇ