Yangın…

2002 yılının güneşin kızılın tüm tonlarını yeryüzüne sınırsızca gönderdiği tatlı, ılık bir sonbahar akşamüstünün cazibesine kapıldığım o günü, bugün gibi hatırlıyorum. Uzun zamandır ne istediğimi, nereye gittiğimi bilmez bir haldeydim ama o akşamüstü, batarken güneşin beni sonsuz bir mutluluğa davet ettiğini duyumsamıştım. Güneş, aklımın ürettiği türlü dünyevi soruların yarattığı huzursuzluğu ısıtıyor, eritiyor ve yok ediyordu sanki ve ben ne olduğunu bilmediğim ama ona bütün varlığımı teslim edebileceğim bir duygunun çekim alanına girmiştim. O akşamüstü o duyguyla gülüştüm, konuştum, oynaştım; ona güvendim ve yakıp yok etmesi için bütün endişelerimi söküp aklımdan güneşe verdim. Son kızıl ışık huzmesi de o günden gittiğinde hayatın muhteşemliğine aşık bir halde arınmış, coşkulu, bundan sonra olacaklara kucak açmış bir şekilde başladım nerede ve nasıl biteceğini bilmediğim o Ankara gecesine.

O geceyse, o gece bitmedi. Sonraki gece de bitmedi. Ve sonraki gece de. Yeni bir sabaha uyanabilmem aylar sürdü o geceden sonra. Geceye o kadar mutlu ve coşkulu başlamasaydım o kadar acı verici olur muydu yine bilemiyorum ama o gece benim yerle bir oluşumun gecesiydi. Dilimin tutulduğu, aklımın kaçtığı, kalbimin durduğu gece. Bitmek bilmez bir zamanın içine düştüğüm, karnımda harlı bir ateşin gürül gürül yanışından başka hiçbir şeyi duyumsayamaz olduğum gece. Karnım sanki binlerce yıldan sonra faaliyete geçmiş bir yanardağ gibi lavlarını kusmaya başlamıştı; daha dışarı akan lavlar soğumadan birbiri üstüne durmadan akıyordu. Fark ettirmeden içime girip karnıma dolmuş bir kötülüğü içimden atıp sonsuza dek temizleyene kadar o yangın yerine hapsedilmişim gibi yangının bitmesini beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu sanki.

Ne kadar sürecekti? Bilinmez. Bittiğinde ben ne halde olacaktım? Bilinmez… Ama o gece, farkında olmasam da o harlı ateşin içinde bir yerde mavi-yeşil, serin, su gibi bir şeye sıkıca tutunmuştum sanırım. Er ya da geç bu yangından çıkabileceğime inanmamı sağlayan bir şeye.

Yangını ateşleyen şey çok güvendiğim birinden gelen en beklenmedik ihanet miydi? Bana yaşatılanı hak etmediğim düşüncesi miydi? Ne bunlar ne de diğer onlarcası… Hiçbiri değildi. O gece bana olan şey, insanın duygu dünyasının inşasının temel taşı olan ‘güven’ duygusunun yok oluşu ve aylarca sürecek bir güvensizlik cehennemine düşüşümdü ve cennetime tekrar kavuşabilmek için yangından çıkmam gerekiyordu.

Hayat ise bir yandan devam ediyordu; etmek zorundaydı. Acı çekmeye mahkûm edilmişken aynı anda yaşamaya da devam etmekle cezalandırılmışım gibi görünüşte derslerime girip çıkıyordum, yemek pişiriyor, bir şeyler yutmaya çalışıyordum, evimi temizliyordum, insanlarla sohbet ediyordum, kitaplar okuyordum. Oysa ben yanıyordum. Üç parçaya ayrılmıştım. Acı içindeki bedenim, acım biraz azalır gibi oldukça düşüncelere boğulup yangını körükleyen aklım ve o an için öldüğünden haberdar olmadığım kalbim. Sevecenlik, merhamet… Hiçbir duygu gelmiyordu kalbimin derinliklerinden. Sadece yangın ve ona direnen aklım. Acım biraz azalır gibi olduğunda aklım güçleniyor, sorular sormaya başlıyordu. Bu da yangını yeniden şiddetleniyordu. Aklım susunca ise acıma katlanabiliyordum.

Kâh şiddetlenerek kâh azalarak yangın aylarca sürdü. Yanardağ yavaş yavaş söndü, artık lavlarının soğuması süreci başlamıştı. O kadar hassas bir haldi ki… Harap bitap bir haldeydim, toparlanmak istiyordum ama elimi hiçbir şeye süremiyordum; ayağa kalkmak istiyordum, yere basamıyordum. Azıcık aklımın oyununa gelince, bir şey duyunca ya da biri bir şey sorunca korlar yelleniyor, yine kavrulmaya başlıyordum. Ne tuhaftır ki o bin bir düşünce içinde boğuşan aklıma gelmeyen tek şey ise kalbimdi. Kalp ölünce önceden bir kalbi olduğu insanın aklına gelmiyormuş demek ki ve anladım ki güven ölünce kalbi de ölüyormuş insanın meğer.

Nedir insanı yaşatan? Kalbin olmadığı yerde umut, aşk, sevgi olmayacağına göre neydi o tutunduğumu ya da elimi hiç bırakmadığını çok sonraları anladığım mavi-yeşil, serin, su gibi şey? Neydi yaşamaktan vazgeçmeyi bir an olsun bile aklımın ucuna uğratmayan şey? Neydi ben bir yandan yanarken diğer yandan sarıp sarmalayan beni? Neydi aylar sonra o ilkbahar sabahı henüz gün ağarmak üzereyken gecenin bittiğini müjdeleyen, sanki gizli bir kâinat rahminden beni aklanmış paklanmış, allanmış pullanmış, yenilenmiş bir halde bir kez daha hayata yollayan?

O tatlı, serin, mavi-yeşil ilkbahar sabahı gün ağarırken uyandım, balkona çıktım. Güneşin ilk ışıklarıyla selamlaştık. “En az bu sabah kadar yaşamaya istekli olduğun o sonbahar akşamı ne istediysen o oldu. Olan sadece buydu” derken sonsuz bir güven duygusunun varlığını müjdeledi kalbime güneş. Hayata güvendiğimi duyumsadım. Pırıl pırıl gözyaşlarımın akışıyla kutladım kalbimin doğuşunu. Mavi-yeşil, serin, su gibi bir şey büyüdü büyüdü içimde…

Ben oldu… Her şey oldu… Tek şey oldu…

Elif Demirbaş TOPCU
Latest posts by Elif Demirbaş TOPCU (see all)