Kimileri demokrasi adına Ukrayna meselesinde özelde ABD emperyalizminden genelde Batı emperyalist blokundan yana açıkça saf tutuyor. Kimileriyse ise antiemperyalizm adına özelde Rusya emperyalizminden genelde Çin-Rusya emperyalizm blokundan… Bu blokların emperyalist karakterleri ya görmezden geliniyor ya da açıktan reddediliyor.
Bugün liberal ve liberalimsi(1) kalemleri geçtim kendisine sosyalist sıfatı veren bazı kalemler nasıl bu denli rahat biçimde enformasyon savaşlarının basit bir yankısı olabiliyor? Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ söylemi kuvvetli ve tutarlı bir entelektüel metin olduğu için mi yayınlandığı tarihte büyük bir etki yaratmıştı? Elbette değil…. Zaten kendisi de çok değil on yıl sonra yanıldığını kabul etmek durumunda kalmıştı(2). Ama bu kitabın ana tezi hala -önsosyalizmin yenilgisinin yarattığı akıl ve vicdan tahribatının etkileri sürdüğü için- adeta akademik ve politik yazının pek çoğu için bir ön veri niteliğinde, hatta bu yazının tek değilse de en önemli amacının bu ana tezi yeniden ve yeniden üretmek olduğunu söyleyebiliriz: Piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi insanlık için tek seçenektir… (Aslında böylece dolaylı biçimde kapitalizm denmiş oluyor…)
Yine ulusalcı ve ulusalcımsı kesimleri es geçtim kendine sosyalist sıfatı veren bazı kalemler – hadi taktik yaptığını düşünenleri de es geçtim- Rusya’yı antiemperyalist bir güç olarak niteleyerek daha ilkesel gerekçelerle destekliyorlar. Hatta bazı yorumlara bakıldığında bu arkadaşların bugünkü Rusya”yı SSCB’nin bir devamı sandıkları gibi bir izlenime kapılıyor insan. 1970”li yıllarda özellikle sosyalist hareketin bir kesimi içinde yoğun bir tartışma konusu olan Çin mahreçli “Üç Dünya Teorisi” yeniden mi hortladı acaba diye sormaktan kaçınamıyor insan… Bu teori iki emperyalist güç ya da bloktan daha az saldırgan olanıyla uzun erimli bir stratejik destek ilişkisi kurmayı vazeden kötü bir teoriydi. Ama hiç olmazsa destek verilecek olanın emperyalist niteliği perdelenmiyordu. Yani bugün rastladığımız tablo Üç Dünya Teorisi’ nin öngördüğünden de berbat.
Demokrasi kuşkusuz ki insanlığın önemli bir kazanımıdır ve değerlidir. Antiemperyalizm kavramı da öyle? Ne var ki aslında birbirine bağlı ve birbirini besleyip güçlendirmesi gereken bu iki kavram hiç de tesadüfi olmayan bir biçimde birbirinden koparılmaya çalışılmakta ve bu konuda büyük bir algısal başarı da elde edilmiş durumdadır. Ukrayna savaşı vesilesiyle yapılan tartışmalarda bir kez daha ve açık biçimde görmekteyiz ki, demokrasiden dem vuranların lügatinde emperyalizm hele hele antiemperyalizm diye bir kavram yoktur. Ya da nadiren rastlansa da otoriterlikle eş manada bir içerik verilmektedir: antiemperyalizmi öne çıkaran yorumlarda ise demokrasi en fazla ikincil ya da sonranın işi olarak görülmektedir. Aslında yaşanan siyasal pratikler de bu yargıyı teyit eder nitelikte. Aslında kavramsal içerikleri bakımından birbirine tezat olmak bir yana birbirini besleyen anti emperyalizm ve demokrasi pratikte neden ve nasıl birbirine uzak düşüyor ve normalde olması beklenen büyük kavuşma gerçekleşemiyor? Dünyanın daha özgür ve demokratik bir gezegen olmasının önündeki en büyük engel, açmaz ve paradoks tam da buradadır.
Burada özellikle altını çizmemiz gereken bir başka ilginçlik de şudur: Önsosyalizmin yenilgisinin bir minimalist eğilimi beslemiş olması; bu kendi içinde anlaşılabilir ama aynı zamanda akli melekeleri ve analiz yeteneklerini de dumura uğratmış olması; ki asıl tehlikeli olan budur. Minimalizm liberal demokrasiyi en gerçekçi ve ulaşılabilir bir hedef olarak görmeye ve yine anti emperyalizmi de gerçek içeriğinden soyutlayıp minimanilize ederek dün Erdoğan’ı ve bugün Putin’i anti emperyalist ilan etme şaşkınlığına neden olabiliyor. Oysa liberal demokrasi dünyanın çoğunluk ülkesi için hiç de gerçekçi ve ulaşılabilir değil ve Erdoğan ve Putin’i anti emperyalist ilan etmek ancak bir hafıza ve düşünce melekesi yitiminin deşifresi anlamında bir değer taşıyabilir.Demokrasi kuşkusuz ki insanlığın önemli bir kazanımıdır ve değerlidir. Antiemperyalizm kavramı da öyle? Ne var ki aslında birbirine bağlı ve birbirini besleyip güçlendirmesi gereken bu iki kavram hiç de tesadüfi olmayan bir biçimde birbirinden koparılmaya çalışılmakta ve bu konuda büyük bir algısal başarı da elde edilmiş durumdadır. Ukrayna savaşı vesilesiyle yapılan tartışmalarda bir kez daha ve açık biçimde görmekteyiz ki, demokrasiden dem vuranların lügatinde emperyalizm hele hele antiemperyalizm diye bir kavram yoktur. Ya da nadiren rastlansa da otoriterlikle eş manada bir içerik verilmektedir: antiemperyalizmi öne çıkaran yorumlarda ise demokrasi en fazla ikincil ya da sonranın işi olarak görülmektedir. Aslında yaşanan siyasal pratikler de bu yargıyı teyit eder nitelikte. Aslında kavramsal içerikleri bakımından birbirine tezat olmak bir yana birbirini besleyen antiemperyalizm ve demokrasi pratikte neden ve nasıl birbirine uzak düşüyor ve normalde olması beklenen büyük kavuşma gerçekleşemiyor? Dünyanın daha özgür ve demokratik bir gezegen olmasının önündeki en büyük engel, açmaz ve paradoks tam da buradadır.
Burada özellikle altını çizmemiz gereken bir başka ilginçlik de şudur: Önsosyalizmin yenilgisinin bir minimalist eğilimi beslemiş olması; bu kendi içinde anlaşılabilir ama aynı zamanda akli melekeleri ve analiz yeteneklerini de dumura uğratmış olması ki asıl tehlikeli olan budur. Minimalizm liberal demokrasiyi en gerçekçi ve ulaşılabilir bir hedef olarak görmeye ve yine antiemperyalizmi de gerçek içeriğinden soyutlayıp minimanilize ederek dün Erdoğan’ı ve bugün Putin’i antiemperyalist etme şaşkınlığına neden olabiliyor. Oysa liberal demokrasi dünyanın çoğunluk ülkesi için hiç de gerçekçi ve ulaşılabilir değil ve Erdoğan ve Putin’i antiemperyalist ilan etmek ancak bir hafıza ve düşünce melekesi yitiminin deşifresi anlamında bir değer taşıyabilir.
Bu bölümde demokrasi adına emperyalizmi savunma çıkmazını ele alacağız. Şimdi okuyacağınız yazının ilk bölümünde demokrasi ile uluslararası düzen-savaş ilişkisine yönelik uluslararası ilişkiler literatüründeki ana tezleri aktaracağım; yazının ikinci bölümünde ise bu tezlerin eleştirisi zemininde farklı bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Daha sonra ise antiemperyalizm adına Rusya’yı desteklemenin çıkmazlarını ele alacağım bir yazı gelecek.
“Ne kadar demokrasi o kadar barış…” Gerçekten böyle mi?
Kulağa hoş gelen karşı çıkarsak demokrasiye de karşı çıkarız korkusu da yaratan bir slogan… Ama cesaret edip soralım: Demokratik ülkeler uluslararası ilişkilerde daha mı barışçıldırlar? Genelde ama en azından birbirleriyle daha mı az savaşırlar? Savaştıkları zaman demokrasi ve insan haklarını korumak ve yaymak temel motivasyonları mıdır? Genelde izledikleri dış politikayla özelde girdikleri savaşlarla otoriter ülkelerde demokrasinin geliştirilmesine ve demokrasini dünya üzerinde yaygınlaşmasına hizmet ettikleri söylenebilir mi? vb.
Daha ilk elde soruları böyle peş peşe sıralayınca yukarıdaki gösterişli sloganın yaldızları hemen dökülüvermeye başlıyor. Biliyorum pek çoğunuz için bu soruların yanıtları basit ve olumsuz… Ama durun… Size bu soruların cevaplarını olumlu biçimde yanıtlayan ve egemen konumda olan uluslararası ilişiler teorileri olduğunu ve bu külliyatın bir kütüphaneyi rahatlıkla doldurabileceğini söylesem bu kez ne dersiniz? Ve bu teorileri de dayanak yaparak şu günlerde Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı ABD önderliğindeki Batının tavrını otoriterliğe karşı demokrasi mücadelesi olarak görenlerin ve “Hür Dünya Bloku”nu açıkça destekleyenlerin çokluğunu nasıl yorumlarsınız?
Demokrasi ve Uluslararası Düzen: Realizm, İnşacı ve Liberal Tezler…
Uluslararası İlişkiler literatüründe dış politika-savaş ile demokrasi-insan hakları ilişkisini ele alan üç ana teori var: Birincisi bu alanda genel olarak egemen olan realist teoridir. Realist teori dış politikanın değerlerle ilgili olmadığını tümüyle güç ve çıkar merkezli olduğunu iddia eder. Bu teoriye göre dış politikada demokrasi ve insan hakları gibi araçların kullanılması da ancak güç ve çıkar ilişkisiyle bağımlı biçimde yani ikinciye hizmet ettiği müddetçe ve o koşulla kullanılır.
İkinci teori inşacı teoridir: Bu teoriye göre demokrasi ve insan hakları önce devletlerce göstermelik olarak savunulur ve bu alanda bazı biçimsel adımlar atılır. Giderek demokrasi ve insan haklarına uygun davranıldığı kanıtlanmaya uygun davranmamanın ayıplanacak bir eksiklik olduğu kabullenilmeye başlanır. Nihayetinde demokrasi ve insan hakları o devletin ve toplumun bir normu haline gelir ve uluslararası ilişkilerde de bu normu gözeterek davranmak artık o devletin doğal refleksinin bir parçasına dönüşür.
Üçüncü teori ise liberal teoridir. Kökleri Kant’a kadar uzatılabilecek liberal uluslararası ilişkiler teorisine göre uluslararası alan, realistlerin iddia ettiği gibi anarşik, kuralların değil kuralsızlığın, kurumlar ve değerlerin değil güç ve çıkarın egemen olduğu bir alan değildir. Aksine bu alanda da doğal olarak bir düzen kurulabilir; bunun kaynağı Tanrı’nın insana verdiği ahlaki değerlerin yanı sıra ulusal bir toplumun varlığı gibi uluslararası bir toplumun da varlığıdır. Dünyanın bir yerindeki olumlu ya da olumsuz gelişmenin diğer yerleri de etkiliyor olması böyle bir toplumun varlığının kanıtıdır. Dolayısıyla nasıl ulusal bir toplulukta -o toplumun varlığını sürdürmesi bakımından- bir birey diğer bireylerle ilişkisini salt çıkar ve güç ilişkisine dayandıramazsa uluslararası toplumda da – bu toplumun varlığını sürdürebilmesi için- devletler de diğer devletlerle ilişkilerini salt güç ve çıkara dayandıramaz. Nitekim iyimser Kant “Edebi Barıış” isimli eserinde ulusların BM türü evrensel bir kurumlaşma altında federasyon benzeri biçimde örgütlendiği adil ve barışçı bir uluslararası toplum öngörüsünde bulunmuştu. Ne var ki yaşanan gelişmeler bu iyimser beklentileri doğrular mahiyette olmadı ve liberal yaklaşım varlığını korusa da realist yaklaşım karşısında epeyce bir mevzi kaybetti(3).
Ön sosyalist ülkelerin çöküşü ve soğuk savaşın sona ermesi liberal teorinin bir başka biçim ve ad altında yeni bir atılım yapmasına kaynaklık etti. Demokratik Barış isimli bu seferki teorinin ilham kaynağı ise Montesque’nün Cumhuriyet rejimlerinin Monarşilerden daha barışçıl olduğu ve dolayısıyla dünyada monarşilerin azalıp cumhuriyet rejimlerinin çoğalmasının barışçıl ve demokratik bir uluslararası düzenin yaratılmasına yolacağına ilişkin görüşleriydi. Bu görüş günümüze demokratik ve otoriter rejimler olarak uyarlanarak demokratik ülkelerin oy kaygıları, demokratik ve barışçıl kültür, denge ve firen mekanizmaları vb nedenlerle savaş kararı almalarının zorluğu otoriter rejimlerin ise tam da bu etkenlerin yokluğu nedeni ile savaşa daha eğilimli olduklarıydı. Bu teorinin savunucuları demokratik ülkelerin genel olarak daha barışçıl oldukları, savaş istemedikleri ya da hiç değilse birbirleriyle savaşmadıkları otoriter rejimlerin ise askeri çözümlere çok daha kolay meylettikleri iddialarını bir dizi ampirik çalışma ile de kanıtlama çabasındaydılar ve bu iddialarını ampirik olarak gösterebildiklerini iddia etmekteler. Ne var ki bu amipirk çalışmalar yapılan tariflerin ve seçilen verilerin keyfiliği nedeniyle yaygın bir eleştirinin konusu durumundalar(4).
Burada bir parantez açarak esasta teoriler arası konumuyla ve ulaştıkları liberal teoirinin temel varsayımlarını yanlışlayan sonuçlar itibariyle dikkat çeken “Kozmopolit Demokrasi” ekolüne de değinmeyi önemli buluyorum. Ağırlıkla sosyal demokrat akademisyenlerden oluşan bu çevre, ulusal alanlarda demokrasi konusunda alınan ilerleme ile uluslararası ilişkiler alanındaki ters orantılı ilişkiyi tespit ederek realizme, fakat bugünkü koşullar altında dahi uluslararası düzende demokratik ve barışçıl ilişkileri egemen kılmanın mümkünlüğü noktasındaki iyimserliği ile liberalizme yakın bir pozisyonda yer almaktalar. Fakat bu çevrenin en ilginç ve kayda değer yönleri demokrasi ile barışçıl demokratik uluslararası düzen arasında liberal teorinin tam aksi istikametinde bir savı ileri sürmeleridir. Onara göre demokratik ülkelerin dış politikalarının da demokratik otoriter ülkelerin dış politikalarının ise daha savaşçı ve anti demokratik olacağı savı genelleştirilebilir bir gerçeği ifade etmekten uzaktır. Demokrat olarak nitelenen ülkeler dış politikada bir dizi anti demokratik işin faili olabilirken içeride otoriter özellikler gösteren SSCB ve sosyalizm iddialı ülkeler dış politikanın bazı alanlarında izledikleri politikalarla uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi konusuna hizmet etmişlerdir. Demokrasinin başlıca temsilcisi olarak genel kabul gören ülkeler ise uluslararası düzenin daha eşitsiz ve anti demokratik bir ortama dönüşmesinde ciddi biçimde sorumluluk sahibidirler. Dolayısıyla sadece demokrat denilen ülkelerin ittifakına dayalı bir uluslararası düzen uluslararası alanda demokrasinin gelişmesine değil tam aksi istikamette sonuçlara yol açabilir. Kurulması gereken demokrat otoriter rejim ayrımı yapmadan ulusalararası alan geniş ve en kapsayıcı bir ittifak sistemi esasına dayanan bir kozmopolit demokrasi kurmaya çalışmak; yerel halkları ve küresel kamuoyunu da bu ittifakın açık ve aktif bir unsuru haline getirecek düzenlemeler oluşturmaktır. (5)
Bölüm sonu
Gerek demokratik ülkelerin daha barışçıl olduğu ve otoriter ülkelerin demokrasiye geçişini hızlandırmakla daha demokratik ve barışçıl bir dünya sistemi yaratılabileceği iddiasındaki liberal tez gerekse de norm oluşumu ve bunun dış politikada içselleşmesi eksenli inşacı tez dünyanın bütün kıtalarından çok sayıda tersi örnekle bile yanlışlanabilecek bir kuvvete sahipler. Ne var ki bu önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Zira bu kadarı demokrasi, antiemperyalizm, otoriterlik ve genel olarak dış politika ve özel olarak savaş ilişkisine dair bütünlüklü bir açıklık sağlamaz.. Bu başlığın önümüzdeki haftaki ikinci yazısında yukarıdaki teorilerin eleştirileri eşliğinde daha adil, eşit ve demokratik bir uluslararası düzenin önündeki gerçek engeller ve bu amaca ulaşmak için yapılması gerekenler konusuna eğilerek elimden geldiğince bu konularda bir açıklık sağlamaya çalışacağım.
1) “Liberalimsi “ ve “ulusalcımsı” tabirlerini liberal ya da ulusalcı olarak nitelenememekle birlikte bu akıımların bazı tezlerinin etkisi altında olan anlamında kullandım.
2) Bu savaş Fukuyama’yı heyecanlandırmış ve morallendirmiş gözüküyor. Fukuyama Ukrayna savaşı üzerine economist.com.tr de11 madde halinde yaptığı değerlendirmeyi aynen şu cümlelerle tamamlıyor: “11- Bir Rus yenilgisi “özgürlüğün yeni doğuşunu” mümkün kılacak ve bizi küresel demokrasinin gerileyen durumuyla ilgili korkumuzdan kurtaracaktır. 1989’un ruhu, bir avuç cesur Ukraynalı sayesinde yaşayacak.”
3) “İnsan Haklarının ABD Örneğinde Dış Politikada Kullanılması”, Dr. Tanju Bilgiç, A.Ü. Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulaa Merkezi Yay.,
4) “Demokratik Barış”, Özkeçeci-Taner, Binnur, tr.guvenlikportalı.com,
5) “Kozmopolit Demokrasi”. Der: D.Archibugi ve D. Held, Ütopya Kitapevi Yay.,
- Faşizm Üzerine Notlar (7) - 25 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (6) - 9 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (5) - 1 Ocak 2025