“Irk” kavramı, yüzeyde biyolojik bir sınıflandırma gibi görünse de, tarihsel olarak çok daha derin ve karmaşık bir ideolojik işleve sahiptir. O, yalnızca ten rengine, kafatası biçimine ya da genetik izlere indirgenebilecek doğal bir ayrım değil; üretim ilişkilerinin, siyasal tahakküm biçimlerinin ve kültürel hegemonya mekanizmalarının içinde tarihsel olarak inşa edilmiş, işlevsel bir ideolojik aygıttır. Irk, insanın doğasına değil, insanın insana tahakkümüne dair bir anlatıdır.
Modern dünyanın tarihi, aynı zamanda ırkın inşasının ve yaygınlaştırılmasının da tarihidir. Avrupa merkezli sömürgecilik süreciyle birlikte insan toplulukları, yalnızca coğrafi olarak değil, aynı zamanda ontolojik olarak ayrıştırılmıştır. “Beyaz adam”ın özne olarak tanımlandığı bu evrende, “öteki”nin varlığı, aşağılık, yetersiz, yönetilmesi gereken, medeniyetle tanıştırılmaya muhtaç bir nesne olarak kodlanmıştır. Bu kodlama, tesadüfi değil; üretim ilişkilerinin ve sermayenin genişleme zorunluluğunun ideolojik bir sonucudur.
Kapitalizmin erken aşamalarında, özellikle köle emeğine dayanan plantasyon ekonomilerinde, ırksallaştırılmış emek, ekonomik bir zorunluluğun kültürel gerekçesi haline getirilmiştir. Siyah Afrika kölelerinin insan yerine mal olarak görülmesi, yalnızca bireysel ahlaki bir çöküş değil, üretim sürecinin mantığını sürdürebilmek için gereken ideolojik örtünün adıdır. Bu örtü, bedensel farklılıkları doğallaştırarak, sınıfsal sömürünün üzerini örten bir anlatı inşa eder. Irk, sınıfın inkâr edilmesini kolaylaştıran bir yanılsamadır: İnsanların toplumsal konumlarının ekonomik değil, doğuştan gelen “ırksal yetiler” tarafından belirlendiği yalanına yaslanır.
Bu nedenle ırk, bir kimlik değil; bir ideolojidir. Birlikte var olmuş insan topluluklarını biyolojik kategorilere ayırmak, onları eşitsizliğe tabi tutmanın bir gerekçesidir. Bu eşitsizlik, yalnızca ekonomik sömürüyle sınırlı değildir; aynı zamanda simgesel ve epistemolojik şiddeti de içerir. Irk, yalnızca emek gücünü değersizleştirmez; bilgi üretiminde, estetik normlarda, etik yargılarda da tahakküm kurar. “Batılı olan”ın evrensel, akılcı, güzel, medeni sayıldığı her yerde, ırksal bir hiyerarşinin izleri vardır.
İşte tam da bu noktada, ırk meselesi yalnızca bir kimlik politikası ya da kültürel temsiliyet sorunu değil; sermayenin dünya ölçeğindeki tahakküm biçimlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Irksal ayrımcılığın tarihsel biçimlerine (kölelik, sömürgecilik, apartheid, göçmen karşıtlığı) bakıldığında, hepsinin emek süreçleriyle, üretici güçlerin yönetimiyle ve sermaye birikimiyle doğrudan bağlantılı olduğu görülür. Marx’ın üretim biçimleri analizinin gölgesinde kalmış gibi görünen bu ırksallaştırma mekanizmaları, aslında onun “dünya tarihsel” olarak adlandırdığı sermaye hareketinin en önemli araçlarındandır.
Bugün “ırkçılık” denilince akla sadece bireysel nefret ya da ahlaki düşkünlük gelmesi, bu yapısal işleyişin üzerini örten liberal ideolojinin bir sonucudur. Oysa ırkçılık, insanlık durumuna ait bir sapkınlık değil; tarihsel bir sistemin sürekliliğini güvence altına alan kurumsal bir tahakküm biçimidir. Bu sistem, bireylerin doğuştan gelen özelliklerini birer kader olarak sunar; siyasal eşitliği engeller, emek gücünü parçalar, sınıf dayanışmasını zayıflatır. Böylece ırk, sermayenin hem içsel çelişkilerini hem de dışlayıcı mekanizmalarını perdeleyen bir ideolojik sis perdesi olarak iş görür.
Bu noktada, Fanon’un “sömürgeleştirilmiş benlik” kavramsallaştırması ile Stuart Hall’un “ırksal kodlama” analizini, Althusser’in ideolojik aygıtlar teorisiyle birlikte düşünmek gerekir. Irk, yalnızca ekonomik bir kategori değildir; aynı zamanda kültürel üretimlerin, eğitim sistemlerinin, medya temsillerinin ve hatta gündelik alışkanlıkların içinde yeniden üretilir. Irkçılık, yalnızca yasalarla değil, görme biçimleriyle, dil kullanımıyla, estetik normlarla ve hatta sessizlikle işler.
Özetle, ırk ne doğaldır ne de masumdur. O, tarihsel olarak belirli bir üretim tarzının ve siyasal egemenliğin yeniden üretimi için icat edilmiş bir ayrım rejimidir. Irkın varlığı, onun düşünsel değil, maddi bir zeminde üretildiğini ve sürdürüldüğünü gösterir. Bu nedenle, ırkı ortadan kaldırmak yalnızca bilinç düzeyinde bir dönüşümle değil; aynı zamanda onun üretildiği toplumsal ilişkilerin –yani sermaye birikimi, emek sömürüsü, sınır rejimleri, kültürel tahakküm– köklü bir dönüşümüyle olanaklı hale gelecektir.
Irk, bedende değil; tarihte, üretimde ve iktidarda gizlidir. Onu çözmek, insanlığın kendi kendine çizdiği sınırları kaldırmak ve ortak bir yaşamın zeminini yeniden inşa etmek demektir. Bu da ancak, maddeci bir tarih anlayışıyla, ırkı bir ideoloji olarak çözüp sınıfsal mücadele zeminine çekmekle mümkündür.
- Irk: Bedenin Ötesinde İdeolojik Bir Kurgu - 3 Ağustos 2025
- Xenophanes’in Zeus’a Şüphesi: Tarihin İlk Büyük Dinsel Eleştirisi - 28 Haziran 2025
- Ahlakın Soyut Yüklerinden Kurtuluşu: Marx’ın Etik Devrimi - 11 Haziran 2025