Adını Söylemedim

Gülten anneye…

90’lı yılların ortası… Faili meçhul cinayetler, işkenceli sorgular… İnsan haklarının dibe vurduğu, zulümün her türünün meşrulaştığı yıllar. Nam-ı diğer: “Beyaz toroslu yıllar.” Bir yanda her gün bir polis cenazesinin geldigi polis lojmanları; astsubay, subay cenazelerinin geldiği asker lojmanları… Bir yanda işkence ile öldürülen Kürt gerillaların, kanlı fotoğrafları… Yargısız infazlarda, işkenceli sorgularda öldürülen Türk sosyalistlerin haberleri… Şovenizmin histeri halinde her yanı sardığı yıllar… Bir yanda devlet şiddeti bir yanda PKK bombaları… Diğer yanda bu şiddet sarmalının ortasında bir de yoksullukla boğuşan halk…

90’lı yılların başında bombaların atıldığı taraftaydım. Bombaların atıldığı yer ile bombaların düştüğü yer farklıdır ama acının rengi her yerde aynıdır. Her gün polis ve asker cenazelerinin geldiği yerde, telefon her çaldığında annemle birbirimize tedirgin bakışlarımız suskun bir çığlıktı. Yani devlet tarafında da hayat hiç normal değildi. Orduevlerinde, polis lojmanlarında bu şiddet sarmalının ağır havası her yerde hissediliyordu. Bıçak gibi keskin bir suskunluk hepimizi biliyordu.

O yıllarda okuduğum kitaplardan sosyalizm fikri ile tanışmıştım. Oysa bizim evde komünistler pek sevilmezdi. “Mustafa Kemal Atatürk, gerekli devrimleri yapmıştı zaten, fazlasını istemeye ne gerek vardı” diye özetleyebilirim bu ruh halini. Velhasıl, okudukça sosyalizmin düşünsel dünyası beni sarıp, sarmalamıştı ve iyice benimsemiştim. Lakin büyük bir sorunum vardı, hiç sosyalist arkadaşım yoktu. Sonunda buna bir çözüm buldum ve marksist çizgideki bir dergiye giderek sosyalistlerle tanıştım. Ve işte benim düş yolculuğum, teorinin, kitapların sayfalarından sıçrayarak hayatın yeşiline karışmıştı.

Hayatın yeşili, beni çok farklı mecralara götürüyordu ve ben de pek bir hevesliydim bu mecralarda koşmaya… Tabi benim için en zoru karar verme aşamasıydı. Bir uçtan bir diğer uca doğru yol alırken, bu yolculuk inanılmaz engebelerle ve güçlüklerle doludur.

İşte benim bu düş yolculuğumun ilk durağı, Adana, Şakirpaşa’ydı. Yirmi yaşında tıfıl bir devrimciydim, Gülten anneyle tanıştığımda. İki odalı evinin kapısını gönül zenginliğiyle açmıştı. Çıkarsız, hesapsız ve paylaşımcı… Bir arkadaş götürmüştü beni onun yanına. İlk tanışma anımızdı. Beni uzun uzun süzerek baktıktan sonra, “sen bizden değilsin, yani buralardan değilsin, belli başka bir çevreden geliyorsun” dedi.  Haklıydı, haklı olmasına ama benim de kimliğimi saklamam bir zorunluluktu. Bu yüzden çeşitli hikayeler uydururdum ama o gülerek “geç bunları, ben yemem derdi. Bu konuda sürekli tartışır sonra da gülerdik.

Gülten annenin evi benim sığınağım gibiydi o yıllarda. Huzur bulduğunuz bir yer gibi… Hani bazı insanlar vardır, kelimelerin tüm anlamlarını gözlerine yüklerler, onun gözleri de öyleydi işte. Gözlerinde susturulmuş kelimeler vardı… Bir demli çay kıvamında sohbetler ederdik…

Bir gün Şakirpaşa duvarlarını, “Kahrolsun Faşizm” yazılamalarıyla donatmıştık. Bunun üzerine de polisler mahallede aramalar yapıyordu. Gülten anne, “bana bak sivil polisler mahallede dolanıyor, dikkat et, seni arıyorlar galiba, geçen oduncunun oradaki bir dükkana sormuşlar, genç bir kız var, buralardan biri değil demişler, senin tipini tarif etmişler. Bir süre mahalleye gelmesen iyi olur, ortalıkta dolaşma fazla” derken, benim için endişeliydi. Ben de onu uyarmıştım, şayet yakalanırsam beni tanımıyorsun, “bize yalan söyledi, kendini farklı tanıttı” diye ifade ver dedim. Benden dolayı zarar görmesini istemiyordum. O gün birbirimize öyle derinden bakıyorduk ki, gelmekte olanı yüreğimizde hissediyorduk. Nitekim yanılmamıştı, polisler beni arıyordu ve birkaç gün sonrasında bir fırtınanın ortasına düşecektim.

1997 yılının mart ayının ikinci günü… Adana, Şakirpaşa’da sokakları adımlarken, insanın içini ısıtan bir çukurova güneşi yüzüme vuruyordu. Sokağın sonunda bekleyen polisleri fark ettiğimde, beni karanlık bir yolculuğun beklediğini anlamıştım. Hani bir filmin son sahnesi gibi… Sonrası mı… İşkenceli sorgular ve uzun hapislik yılları…

Hapishanedeyken alırdım haberini hatta birkaç defa görüşüme geldi ama içeri almadılar. Hapishaneden çıktıktan sonra bir gün Adana- Şakirpaşa’ya gittim, tabi evim gibi olan Gülten annenin evine… Orada olduğumu duyan mahalleli beni görmeye geldi. Şaşkındım. Evlerinde kaldığım insanlar bana teşekkür etmeye gelmişlerdi, çünkü işkenceli sorguda direnmiştim ve hiçbirinin ismini söylememiştim. Oysa, bana evlerini açtıkları için ben onlara müteşekkirdim. Bir abla vardı mesela, onun da evinde birkaç gün kalmıştım, “seni gözaltına alınırken gördüm, iki gün sabaha kadar uyumadım, çok korkmuştum, sağol konuşmamışsın. Ama duyduk sana çok işkence etmişler, çok üzüldük” dedi.

Gülten anne senin için çok ağladım derdi hep. Onun benim için ağlamasını istemediğimden ne zaman işkence konusunu açsa, konuyu değiştirirdim. Hapishane anılarımdan, komik ya da traji-komik anekdotlar anlatır onu güldürmeye çalışırdım. Gülten annenin “sen kimseyi ele vermedin, kimsenin adını söylemedin” lafına karşılık ben de işi espriye vurup, Ahmet Kaya şarkısının sözlerini söylerdim; “başıma neler geldi sana diyemedim, beni kaç kere dövdüler adını söylemedim.” Bu söz aramızda espri konusu olmuştu. Amacım onu güldürmekti. Gözaltinda yasadığım işkenceleri duymuş ve çok etkilenmişti, beni ne zaman görse gözyaşlarını tutamazdı. Öyle bir sarılır, kucaklardı  ki beni…

Bir de aramızda ilk tanıştığımız o dönemlerden bir muhabbet vardı. Gülten anne, ben hapishaneye girince ailemin devletli yapısını öğrenmişti. Ara ara takılırdı bana: “ama ben seni ilk gördüğüm anda bildim, bizim çevreden değilsin dedim. Lakin bu kadarını tahmin edemezdim, meğer bir abin özel harekat polisiymiş” derdi.

Ne zaman ziyaretine gitsem, bana derin derin bakardı. Sanırım bir uçtan bir diğer uca daldığım macerada beni anlamaya çalışıyordu. Çok farklı hayatların bir bedende, bir ruhta birleşmesinin yarattığı renklerin iç içe geçmesi, çelişkilerin kendi içindeki denklemi… Yıllar süren dostluğumuzda çok sık olmasa da birbirimizle haberleşirdik. Son yıllarda, “eee sen kitap yazıyorsun, yazar oldun, bir gün beni de yazarsın belki” derdi. Seni eşkiyaların, asilerin annesi olarak yazarım dediğimde “Yaz işte bir şeyler ama güzel şeyler olsun” derdi gülümseyerek.

En son pandemiden önce görüntülü sohbet etmiştik. Fransa’ya geldikten sonra ne zaman görüşsek “bizi unutma” derdi. İnsan unutur mu hiç…

Bugün sabah facebook’a bakarken gördüm ölüm haberini. Sanki içimden bir şey koptu. Gülten anne, usulca göç etmiş bu diyardan. Onunla yaşadığımız güzel ve zorlu yıllar bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Hani Adana’da duran bir kale yıkılmış gibi… Gençlik yıllarımın büyük bir hatırası toprağa gömülmüş gibi…

Yıldızlar yoldaşın olsun Gülten anne… İyi ki geçtin bu dünyadan…