Sınıflar

“Sınıf” teriminin Marksizmin bir icadı olmadığını, yurttaşları, askerlik yükümlülükleri, seçme ve seçilme hakları bakımından, ödedikleri vergiye göre birçok sınıfa ayıran Roma kamu hukukundan beri kullanıldığını hatırlatmak gerekir.

Klasik ekonomi politik, tarihyazımı, “siyaset bilimi” ve doğal olarak “ütopyacı” sosyalistler, sınıfların mülkiyetle, emekle, gelirlerle, haklarla, siyasi çıkarlarla vs. ilişkilerini kapsamlı bir şekilde araştırmışlardı. Quesnay’den bir alıntı yapalım: “Ulus üç yurttaş sınıfından oluşur: Üretken sınıf, mülk sahibi sınıf, kısır sınıf” (“Ekonomik tablonun aritmetik formülünün analizi”, François Quesnay ve Fizyokrasi, INED, 1958, c. Il, s. 793). Marx’ın “proletarya”yla, “üreticilerin” bu “en kalabalık ve en yoksul sınıfıyla” karşılaşacağı XIX. yüzyıl başlangıcının Fransız ideolojik oluşumunda, “sınıf” teriminin anlamsal değerinin evrimi konusunda, Jean Dubois’nın Fransa’ da 1869’dan 1872’ye kadar siyasi ve toplumsal kelime dağarcığı (Vocabulaire politique et social en France de 1869 a 1872, Paris, 1962, I. bölüm, “”Sınıf” ve “parti”) başlıklı çalışmasından yararlanılabilir.

1) Genç Marx, Hegel’e “XVIII. yüzyıl İngiliz ve Fransızlarından” miras kalmış olan burjuva sivil toplum (bürgerliche Gesellschaft) kavramını yeniden ele aldığında, Hegel’in, öncellerinin “sınıflarını” korporatist bir çerçeveye yeniden yerleştirdiği “feodal” Stand (“konum” ya da “düzen”) teriminin ortaya çıkardığı sorunla karşı karşıya kaldı. Hegel Klasse terimini, sadece gençliğindeki “Realphilosophie d’Iena” başlıklı elyazmasında kullanmıştı. Hukuk Felsefesi’nde (1820) ise, bu terimi sadece 243-245. paragraflarda, anlamlı bir şekilde, şu tanımlamaları yapmak için kullanmıştı: a) içinde yaşadığı “bağımlılık” ve “sefalet” koşullarının “burjuva sivil toplumun tinsel avantajlarından” eğilimsel olarak dışladığı ve burjuva sivil topluma karşı ayaklanmaya yönelttiği o “ayaktakımı” (Pöbel); ve b) “kendisine, [hayırseverlik yoluyla] yoksulluk içindeki bu kitleye uygun bir yaşam tarzı sağlama görevinin yüklenmesi düşünülebilecek olan en zengin sınıf”. Metnin kenarına kaydettiği eleştirisinde Hegelci terminolojiyle yetinen Marx (Hegel’in Huk. Pel. Eleş.), sonradan (44 Elyazmaları ile aynı dönemde) kaleme aldığı “Giriş” bölümünde “sınıf” kavramına dönüş yapmıştı: “Sadece siyasi nitelikte, kısmi bir devrimin temeli nedir? Şöyle açıklanabilir: Burjuva sivil toplumun özgürleşen bir bölümü toplumun bütününü egemenliği altına alacak duruma gelir; belirli bir sınıf, özgül konumundan yola çıkarak, toplumun genelinin özgürleşmesini üstlenir. Bu sınıf, tüm toplumun kendi konumuna ulaşması, yani paraya ve kültüre sahip olması ya da onları dilediğince elde edebilecek durumda olması koşuluyla, tüm toplumu özgürleştirir… ” (MEW 1, s. 208) Alman İdeolojisi’nde sınıflar (ve “egemen sınıf”) terminolojisi genelleşiyordu.

Ama Alman İdeolojisi, aynı zamanda, Marksist teorinin yakasını hiçbir zaman bırakmayacak hassas bir sorunun başlangıcını (ya da kalıntısını?) da içeriyordu.

Bu metin, bir yandan sınıf kavramını, üretimin örgütlenmesinin, dolayısıyla iş bölümünün belirli bir evresine dayanan toplumun, egemenler ve ezilenler olarak her bölünmesine uyguluyordu. Topluluk mülkiyeti ortadan kalktıktan sonra, artık Eskiçağ’daki, Ortaçağ’daki toplumlar, hatta “Asya tipi” toplumlar, tıpkı burjuva toplumu gibi “sınıflı toplumlardı”. “Yurttaşlar [Antik toplumda] köleler üzerindeki iktidarlarını kolektif olarak kullanıyorlardı (…) Yurttaşlar ile köleler arasındaki sınıf ilişkisi (Klassenverhiiltnis) gelişimini tamamlamıştı” (MEW 3, 23); “Toprak mülkiyetinin yapısal hiyerarşisi ve onunla at başı giden silahlı birlikler, soyluluğun serfler üzerindeki tam iktidarına yol açtı. Bu feodal yapı, tıpkı Antik çağın ortak mülkiyeti gibi, boyunduruk altındaki üretici sınıfa karşı bir birlikti ( … ) Belli büyüklükteki ülkelerin feodal krallıklar şeklinde örgütlenmesi toprak soyluları için olduğu kadar kentler için de bir gereksinimdi. Böylece, egemen sınıfın, yani soyluluğun örgütlenmesinin başında hep bir monark vardı.” (age, s. 24-25)

Ama diğer yandan, Marx kapitalist (“burjuva”) toplum ile kapitalizm öncesi toplumlar arasına bir sınır koymak için Stand ile Klasse arasındaki ayrımı muhafaza ediyordu: “Antik dünyada, tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi, mülkiyetin ilk formu kabile mülkiyetidir ( … ) modern halklarda olduğu kadar Eskiçağ’da da, gerçek anlamıyla özel mülkiyet, ancak taşınır mülkiyet ile başlar ( … ) her tür topluluk görünümünden tamamıyla arınmış ve mülkiyetİn gelişimi üzerinde her türlü devlet etkisini dışlamış, en saf haliyle özel mülkiyeti temsil eden ve büyük sanayi ve evrensel rekabet koşullarında şekillenmiş bulunan modern sermayeye ulaşır ( … ) Burjuvazi, artık sadece bir konum (ya da bir düzen: Stand) değil, bir sınıf (Klasse) olması nedeniyle, yerel değil ulus düzeyinde örgütlenmek ve ortalama çıkarına (Durchschnittsinteresse) evrensel bir form vermek zorundadır(…) Günümüzde devletin bağımsızlığı, sadece Stände’nin, en gelişmiş ülkelerde ortadan kaybolmuş olmalarına karşılık, henüz Klassen aşamasına ulaşamadıkları ve hala önemli bir rol üstlendikleri ülkeler için geçerlidir.” (age, s. 61 -62) Bu koşullar altında, ya sözcüğün tam anlamıyla sınıfların varlığının burjuva toplumuna özgü olduğu; ya Hegel kökenli daha sonraki terminolojiye göre sadece burjuva toplumunun “kendinde sınıftan” (Klasse an sich) “kendisi için sınıfa” (Klasse für sich) geçişe (bkz . Felsefenin Sefaleti, 18 Brumaire) izin verdiği; ya da, kapitalizm öncesi toplumlarda, üretim ilişkileriyle tanımlanan “sınıfların” varlığının sadece sosyopolitik Stand’lerin (“states”, “düzenler”, “kastlar”, vs.) oluşumuyla ortaya çıktığı düşünülebilir.

Marx’ın karşılaştığı güçlük, her halükarda, “kişisel bağımlılığa” dayalı toplumsal ilişkiler ile tamamıyla “ekonomik”, yani netice itibarıyla parasal olan, kişisel olmayan (sachliche) ilişkiler arasındaki ayrımı işaret ediyordu. Bu ayrım, Marx’ın üzerinde ısrarla durduğu ve doğrudan doğruya pratikte cisimleşen, politik ve siyasi tarihi, toplumsal ilişkilerin artan bir soyutlaşma süreci olarak temsil eden genel tarihsel gelişim şemasına gönderme yapıyordu. Dolayısıyla bu güçlük, kapitalist toplum kavramıyla özdeşleştirilmesinin uygun görülmesine ya da görülmemesine göre etkilenecek olan, bizzat bürgerliche Gesellschaft (burjuva toplum) kavramının anlamını ilgilendiriyordu. Ya da istenirse, “üretim tarzı” kavramının kapitalizme ve kapitalizm öncesine karşılaştırmalı olarak uygulanma olanağını tartışmaya açıyordu. Hatta “kapitalizm öncesi dönemin” çeşitli toplumsal oluşumlarında, sınıf mücadelelerinin formunu, gerçek anlamda farklılaşmış bir şekilde düşünme olanağını tartışmalı hale getiriyordu.

Bu güçlük asla saf bir terminoloji sorunu değildi. Marksistler ile Rus popülistlerinin, sınıf okulu ile kast okulu arasındaki ayrımı konu edinen ve Lenin’de (bkz., Lenin, “Popülist Planamaninin İncileri”, 1897, Toplu Yapıtlar 2, p.474) dikkate değer bir yankı bulan tartışmaları bunun kanıtıydı: “Sınıf okulu, sınıfların birbirlerinden kesin bir şekilde ayrılmalarını gerektirmez; tam tersine, kastların aksine, sınıflar bazı bireylerin bir toplumsal sınıftan diğerine özgürce geçmesine her zaman izin verir (…) Batı’ daki gibi Rusya’ da da ortaokulun esasen bir sınıf okulu olduğunu ve bu okulun toplumun pek küçük bir bölümünün çıkarına hizmet ettiğini herkes bilir (…) sınıf okulu tutarlı bir şekilde gerçekleştirilecekse, yani kastlar rejiminin tüm izlerinden arınacaksa, zorunlu olarak tek okul olur. Sınıflı toplumun (dolayısıyla sınıfsal öğretimin) özelliği tam hukuki eşitliktir, vs.” 1960-1970’li yıllarda “Asya Tipi Üretim Tarzı” ve “sınıflı toplumlara geçiş biçimleri” hakkındaki tartışmalar da bunun kanıtıydı (bkz. Marksist Araştırmalar ve İncelemeler Merkezi’nin, önsözünü Maurice Godelier’nin yazdığı Kapitalizm Öncesi Toplumlar Üzerine, 1970; ve Ch. Parain, “Klasik Antikite’ de sınıf mücadelesinin özgün nitelikleri”, La Pensee, no. 108, Nisan 1963 ile J.-P. Vernant, Eski Yunan’da Mit ve Toplum’un içinde yeniden yayınlanan “Sınıf Mücadeleleri”, Paris, 1974). Bu tartışmaların, “sömürgecilikten” “yeni sömürgeciliğe” geçişi inceleyen Afrikacı Marksistler arasında yakın zamanda yeniden alevlenmesi de bunun kanıtıydı.

Nihayet, son olarak, “kapitalizmin ötesinde” yer alan sosyalist ülkelerde “işçi sınıfı” sorunu da bunun kanıtıydı. Stalin 1936′ da bu soruna zafer kazanmış bir ifadeyle açıklık getiriyordu: “Sosyalist sistemin ulusal ekonominin tüm alanlarındaki kesin zaferi gerçekleşmiştir (…) Bu durum insanın insan tarafından sömürülmesinin ortadan kaldırıldığı, tasfiye edildiği anlamına geliyor (…) Bundan sonra işçi sınıfımıza proletarya denilebilir mi? Kesinlikle hayır (…) Açıktır ki, SSCB’nin proletaryası kesinlikle yeni bir sınıftır, SSCB’nin işçi sınıfı (…) insanlık tarihinin hiç karşılaşmadığı bir işçi sınıfıdır.” (“SSCB’nin Anayasa Tasarısı Üzerine Rapor”, Leninizmin Sorunları’nda, Paris, 1947, c. Il, s. 214-215) Kapitalizm öncesiyle bağlantı kurma konusunda tereddüt göstermeyen Rudolf Bahro, bu “işçi sınıfının”, “kavramın inkarı” (Unbegriff) olduğunu söyleyecekti (bkz. Die Alternative, EVA, Köln ve Frankfurt, 1977, s. 215; Fran. çev. Stock, 1979).

Doğrusunu söylemek gerekirse, kapalı konumlar, düzenler ya da kastlada bölünmüş toplumlarla, iş bölümü, rekabet ve bireyler arasındaki biçimsel eşitlik nedeniyle “açık” ekonomik sınıflara bölünmüş toplumlar arasında ayrım yapmak, Maine’in, Tönnies’nin, Durkheim’ın ya da Max Weber’in de dahil olduğu XIX. yüzyıl sosyolojik evrimciliğinin ortak klişesiydi (bu konuda aydınlatıcı bir sunum için bkz. G. Therborn’un Science, Class and Society kitabı, New Left Books, 1976). Bu yüzden, bu ideolojiden gözle görünür bir şekilde etkilenmiş olsalar da, Engels ve ardından Lenin, sınıfların bölünmesi, bir yanda “kişisel” ve hiyerarşik, diğer yanda “kişisellikten bağımsız” ve hukuk açısından (meta “fetişizmine” bağlanabilecek şekilde) eşitlikçi bir formda görünse de, sürekli olarak kapitalizm ile önceki sömürü biçimleri arasındaki değişmez temel ortak noktalar olduğunu hep yeniden ortaya koymaya çalışıyorlardı. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Engels, 1884) ve “Devlet Üzerine Konferans” (Lenin, 1919) burada neyin söz konusu olduğunu açık bir şekilde belirtiyorlardı: siyasi demokrasinin biçimleri ile artık emeğe el koyma biçimleri arasındaki içsel bağı göstermek. Kastlara, düzenlere, konumlara vs. dayanan (pazar için mal üretmeyen) toplumlar ile (pazar için mal üreten) sınıf toplumları arasındaki fark, aslında, modern siyaset ve ekonomi ideolojisinin yansıttığı toplum/devlet ikiliğinin zaman içindeki basit izdüşümüydü.

2) Tanım ve çözümleme ölçütleri: Toplumsal sınıflar için en sık kullanılan “tanım” muhtemelen Lenin’in aşağıdaki klasik metnidir:

“(…) ‘Sınıfların ortadan kalkması’ ne anlama gelmektedir? Kendilerini sosyalist olarak adlandıranların hepsi sosyalizmin bu nihai hedefini kabullenseler de, hemen hemen hiçbiri bunun ne anlama geldiği üzerine düşünmüyor. Sınıflar, birbirlerinden tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sistemindeki konumlarına, (çoğu zaman yasalarla saptanmış ve düzenlenmiş bulunan) üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine ve dolayısıyla, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bu payı elde etme tarzlarına göre ayrılan büyük insan gruplarıdır. Sınıflar, birinin toplumsal ekonominin verili bir yapısındaki konumu nedeniyle diğerinin emeğine el koyabildiği insan gruplarıdır. Açıktır ki, sınıfları tamamıyla ortadan kaldırmak için, sadece sömürücüleri, büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri alaşağı etmek ve onların mülkiyetlerine son vermek yetmez: üretim araçları üzerindeki her türlü mülkiyeti ortadan kaldırmak; ayrıca, şehir ve köy arasındaki, kol ve kafa emekçileri arasındaki farklılıkları da tasfiye etmek gerekir (…)” (“Büyük İnisiyatif”, 1919, Toplu Yapıtlar 29, 425)

Bu “tanım”, sınıf çözümlemesinin ancak çifte anlamda ayrımsal olabileceğini gösteriyordu. Bir yandan, sınıflar birbirlerinden kopuk bir şekilde değil, ancak onları karşı karşıya getiren çatışmacı bir toplumsal ilişkiye göre tanımlanırlar. Diğer yandan, sınıfların somut varlıkları, her zaman, nüfusun tamamını sadece eğilimsel olarak kapsayan verili bir toplumsal oluşum içindeki şu ya da bu ölçüde gelişkin bir bölünme sürecinin geçici sonucundan ibarettir. Bu anlamda ele alınan sınıf kavramının istatistiki ve sosyolojik uygulaması, kaçınılmaz bir şekilde, ara “kitleleri”, zanaat ya da tarımla uğraşan “yarı proleterleri”, “bağımsız çalışanları”, “küçük burjuvaziyi”, “yeni katmanları”, vs. dışlayan eşitsiz gelişmenin görüngüleriyle olduğu kadar, her sınıfın bağrında az çok ortaya çıkan çıkar ve görev bölünmeleriyle de çatışıyordu. Buna, mali sermayenin ve devletin gelişmesinin, yönetimin ve kamu hizmetlerinin “entelektüel” işlevlerini ve bu görevlere getirilen toplumsal grupları “özerkleştirmesinin” ortaya çıkardığı güçlükler ekleniyordu. Lenin ya da diğerlerinin tanımlamalarında bir araya gelen ölçütlerin çokluğu, işin daha başında bu güçlüklerin belirtisiydi.

Ama bu güçlük Kapital’in açık bıraktığı bir sorunu da işaret ediyordu. Engels’in, Marx’ın elyazmalarından yola çıkıp yayma hazırladığı III. cilt tam da konusu sınıflar olan tamamlanmamış bir bölümün (52. bölüm) embriyonu ile sona eriyordu:

“Gelirleri ücret, kar ve toprak rantı olan emek gücü sahipleri, sermaye sahipleri, toprak sahipleri, yani ücretliler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim sistemi üzerine kurulmuş çağcıl toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar. Çağcıl toplumun ekonomik bölünmesinin en ileri ve en klasik gelişimine İngiltere’ de ulaştığı tartışılmaz bir gerçektir. Yine de, bu ülkede bile sınıflara bölünme, saf bir biçimde görünmez (…) Öncelikle ortaya çıkan sorun şudur: Bir sınıfı oluşturan nedir? (…) ilk bakışta gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir (…) Yine de, bu bakış açısına göre, örneğin üyeleri gelirlerini aynı kaynaktan sağlayan doktorlar ve memurlar, iki farklı toplumsal gruba mensup olduklarından, iki ayrı sınıf oluşturacaklardır (…)” (Kapital III, 259-260).

Bu tamamlanmamış formüllerin Marx’ın büyük eserinin ancak en ucunda yer almaları bile başlı başına bir sorundu. Sınıf mücadeleleri üzerine, sınıfların tanımlanmadığı 2500 sayfa! Yine de, doğrudan bağlam burada temel düşüncenin ne olduğunun saptanmasına izin veriyordu: bölüşüm ilişkileri ile onları son tahlilde belirleyen şey olan üretim ilişkileri arasındaki karşılıklılık. Birinciler diğerlerinin “öteki yüzünden” başka bir şey değildi. Bu tez, daha önce, (o da aynı şekilde tamamlanmamış olan) Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin “Giriş” bölümünde (1857) öne sürülmüştü. Ama bu belirleme nasıl gerçekleşiyordu? Tek yönlü müydü? Bu hiç de kesin değildi. Marx’ın, özellikle 1844-1847 yıllarındaki ilk formülasyonları (44 Elyazmaları’ndan Ücretli Emek ve Sermaye’ye kadar) ile yukarıda Kapital’ den aktarılan tezleri arasında, sonucunu tanımlamak istediği “eğilimsel” yasanın etkileri konusunda görüş değiştirdiği saptanıyordu. İlk görüşünde, toprak mülkiyetinin meta dolaşımı içinde soğurulacağı, yani “kapitalist ile toprak sahibi arasındaki farkın ortadan kalkacağı” sonucuna varıyor, içinde temel karşıtlığın doğrudan yansımasının görülmesinin kolay olacağı iki sınıflı bir şemaya ulaşıyordu. Kapital’in III. cildinde ortaya konan görüş ise, toprak tekelini üretim araçlarının kapitalist tekeline indirgemeyi olanaksız kılan “mutlak rantın” (Ricardo’ya karşı) keşfinin sonuçlarını çıkarıyor, böylece her ikisi de kaynak olarak işçiden gasp edilen artık değere sahip olsa da, toprak rantı ile kar arasındaki çıkar çatışmasının indirgenemezliğini vurguluyor, klasik ekonomistler gibi, içinde üretimin temel karşıtlığının bölüşüm ilişkileriyle ancak dolaylı olarak yansıtıldığı üç sınıflı, ama simetrik olmayan bir şemaya ulaşıyordu. Engels, Anti-Dühring’ de (125) kendi payına “çağcıl toplumun üç sınıfını”, “feodal aristokrasi, burjuvazi ve proletarya” olarak sıralıyordu. Bu bir uzlaşma formülü müydü? Bu formül, kapitalist üretim tarzına özgü karşıt çifti yeniden oluşturmayı sağlarken, toprak sahiplerini “kalıntı” olarak önceki üretim ilişkileriyle ilintilendirse de, “feodalitenin” sömürülenlerinin (rantın parasallaşmasıyla “küçük toprak sahibi” haline gelen serfler…) simetrik olarak neye dönüştükleri sorusuna açıklık getirmiyordu. Bu soru kırların proletaryası ile tarım kapitalistleri arasındaki çift kutupluluk şemalarının yetersizliği gündeme geldiğinde, siyasi olarak yaşamsal bir önem kazanacaktı (bkz. Kautsky, Tarım Sorunu, 1898; Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, 1899). Aynı Lenin, devrim sonrası dönemde (bkz. “Ayni vergi”, Toplu Yapıtlar 32; “Sol” Komünizm…, Toplu Yapıtlar 31, 192), ardından da Mao Zedong (Çin Toplumunun Sınıfsal Çözümlemesi, 1926, Seçme Eserler I adlı eserinde), bir başka formülün taslağını çizeceklerdi: Buna göre, tüm çağdaş toplumsal oluşumlarda, eşitsiz bir şekilde gelişmiş ve egemen kapitalizm tarafından dönüştürülmüş birçok üretim tarzı bir arada yer alıyordu. Bu çözüm, sömürülen sınıfların ittifakı ya da birliği anlamına gelen halk kavramına, sınıflar çözümlemesinin ilk başta onu yoksun bıraktığı toplumsal ve siyasal bir anlamı yeniden veriyordu. Yine de, tüm tutarlı Marksistler şu ikili tezi savunmaya devam ettiler: a) tek bir sınıf egemen olabilir (sömüren ya da sömürülen olsun diğer tüm sınıflar onun egemenlik koşullarına boyun eğmelidir); b) tüm gelirlerin tek bir “kaynağı” bulunabilir: (bir piyasa toplumunda şu ya da bu şekilde artık değer olarak ortaya çıkan) emek, dolayısıyla da artık emek.

Aslında bu farklılıklar, klasik ekonomi politiğin eleştirisinin kullanabileceği farklı yollarla açıklanabilirdi. Bu anlamda, bu farklı yollar Marksist teorinin ekonomistlerin sorunu ortaya koyma biçimine ne kadar bağımlı kaldığını gösteriyordu. İzlediği gelişme çizgisi yine de anlamlıydı. Şematik olarak, Marksist teori basitçe sosyalist eleştirinin (Sismondi) pazar ekonomisinin yasalarının kaçınılmaz sonucu olarak proletaryanın (mutlak) yoksullaşması teorisine dönüştürdüğü yoksullar ve zenginler arasındaki karşıtlığa ilişkin eski düşünceden yola çıkmış, ama gelişimi boyunca bundan sürekli olarak uzaklaşmıştır. 1844 Elyazmaları parasal zenginliğin birikimini bir kutba, yoksulluğu diğer kutba yerleştiren bu “mantığı” ortaya koyuyor ve onu, özel mülkiyet koşullarında, kapitalistlerin ve işçilerin kendi aralarındaki çifte rekabetle açıklıyordu. Alman İdeolojisi de, kendi payına, bu mantığı, sınıflar karşıtlığının birbirlerini izleyen figürlerinin türlü uğrakları biçiminde gerçekleşen, iş bölümünün tarihsel süreci olarak açıklıyordu. Dolayısıyla, egemen sınıf ile ezilen sınıf, sömürenler ile sömürülenler (Saint-Simon) arasındaki çatışmanın temel kaynağı, emek gücünü alanların ve satanların, üretim araçlarına sahip olanların ve olmayanların pazardaki farklı konumlarıydı.

Ekonomi eleştirisinin Kapital’e yönelen daha sonraki evresinde, (“ücretlerin tunç yasasına” yakın olan) mutlak yoksulluk tezi göreceleştirilmişti. Diğer yandan, Marx; Quesnay, Smith ve Saint-Simonculardan miras kalan “üretken emek” ile “üretken olmayan emek” arasındaki ayrımı yeniden ele alıyordu (bkz. Artık Değer Teorileri I, 161). Asıl önemli olan, işçilerin pazardaki konumları ve tüketimlerinin sınırları değil, sermaye birikiminin zorunluluklarından kaynaklanan üretim sürecinin bütünsel yapısıydı. Özellikle de, “kolektif emekçiyi” farklı özelliklerle donatılan ve farklı şekilde yeniden üretilen bir emek güçleri toplamına dönüştüren, Sanayi Devriminin peş peşe gelen evreleriyle bağlantılı iş bölümü biçimleriydi. Bu bakış açısıyla, “proletarya”, yoksulluğun bir kutbu olma niteliğinin ötesinde, üretken sınıf işlevinin iki boyutunu izleyen tarihsel bir çözümlemenin nesnesi haline geliyordu: emeğin somut kapasitesi ve sömürülmesinin tarzları (“artık emeği artırma yöntemleri”). Karşıtlığın kaynaklandığı nokta bütünüyle değişiyor, pazar alanından ayrılıp üretim alanına kayıyordu.

3) O zaman da ortaya birçok sorun çıkıyordu; özellikle:

1-a) İşçi sınıfının yeniden üretimi sorunu. Bu sorun, Marksist düşüncenin başlangıcından beri, özellikle de o dönemde Marx’ın şemasından çok daha karmaşık olan Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ndaki (1844) dikkat çekici çözümlemelerinde mevcuttu. Bu çözümlemelerde işçi sınıfı, iş bölümünün, Sanayi Devriminin ve yaşam koşullarının (barınma, tüketim, aile, göç, okullaşma) aynı yöndeki tarihsel eğilimlerinin sonucu olarak tanımlanıyordu. Ancak sorunun kavramlaştırılması için, Kapital’in I. cildini, Malthus’un nüfus teorisiyle uzun tartışmaların sonuçlanmasını beklemek gerekiyordu:

“Böylece, kapitalist üretim süreci emekçiler ile çalışma koşulları arasındaki ayrımı bizzat kendisi yeniden üretir. Bu şekilde, işçiyi yaşamak için kendisini satmaya zorlayan ve kapitalisti zenginleşmek için işçiyi satın almaya yönelten koşulları yeniden üretir ve bu koşulların sürüp gitmesini sağlar (…) İşçiyi emek gücünün satıcısı olarak pazara sürükleyen ve ürününü, kapitaliste her zaman bu emek gücünü satın alma imkanını veren bir şeye dönüştüren, sürecin bu çifte çarkıdır. Aslında, emekçi kendini daha kapitalist bireye satmadan önce kapitalist sınıfa aittir (…) Böylece, kapitalist üretim süreci kendi yapısı içinde ya da yeniden üretim olarak ele alındığında, sadece meta ya da artık değer üretmekle kalmaz, kapitalist ile ücretli arasındaki toplumsal ilişkiyi de üretip bu ilişkinin sürüp gitmesini sağlar.” (Kapital I, 19-20)

Bu tespitten yola çıkılarak, verili bir toplumsal formasyondaki sınıfsal yapının sadece doğrudan üretim ilişkileriyle değil, ama bir üst düzeyde emek gücünün yeniden üretim ilişkileriyle belirlendiği öne sürülebilirdi. Burada, Fransız yayıncıların yaptığı gibi “Engels’in bir yanılgısını” görmek yerine, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nin önsözündeki ifadeyi bu anlamda değerlendirmeyi tercih ediyoruz. “Materyalist kavrayışa göre, tarihsel olarak belirleyici faktör, son tahlilde, doğrudan doğruya yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama, bu üretim de kendi payına ikili bir karaktere sahiptir. Bir yanda yaşamın sürmesi için gerekli araçların (…) ve aletlerin üretimi; diğer yanda insanların üretimi, insan türünün üremesi (…)” (age, s. 15). Yine de, bu diyalektiği geriye yönelik bir yaklaşımla kapitalizm öncesi toplumlara yaymanın ötesinde kapitalizmin tarihine uygulamak için, Marx’ın aşamadığı bir engeli aşmak gerekiyordu: sadece her üretim tarzına tarihsel bir “nüfus yasası” atfetmekle kalmamak; bunu artık otomatik bir şey olarak görmemek, dolayısıyla, kapitalizm çerçevesinde de bir değişmezlik olarak kabul etmemek. Gramsci bu engeli aşmayı, sınıf ilişkilerinin, ikinci Sanayi Devriminden, işçi sınıfının sendikalarda bir araya gelmesinden ve toplu iş görüşmelerinin başlamasından kaynaklanan dönüşümlerini dikkate aldığı “Fordizm” çözümlemelerinde denemişti. Marksistler tekelci kapitalizme tekabül eden toplumsal varoluşun “tüketim normlarını” ve “yapısal formlarını” (Aglietta) ancak yakın tarihlerde çözümlerneye başladılar.

1-b) İkinci sorun burjuvazinin sınıf olarak oluşumuydu. Dolaşım ve bölüşüm tarzı yerine üretim tarzı ölçütü ön plana çıkarıldıkça, iki temel sınıfın tanımlanma tarzındaki asimetri derinleşiyordu. Gerçekten de, emek gücü olarak çalışma ve sömürü sürecine doğrudan katılan ücretli üreticiler, sermaye tarafından eğilimsel olarak birbirlerinin yerini tutabilecek nitelikte görülürken, burjuva sınıfının temsilcileri, Marx’ın ifadesiyle “sermayenin memurlarıydı”. Sermayenin farklı işlevlerine göre bölünmekle kalmıyorlar, kendi aralarında rekabet eden ulusal ya da çok uluslu sermayeleri temsil ediyorlardı. Sermayenin yoğunlaşmasının tarihsel sonucu, bu rekabeti yok etmek değil şiddetlendirmekti.

Bu konuda, birbirleriyle tamamen örtüşmeseler de, hepsi sınıf mücadelesinin belli tarzlarına göndermede bulunan en az üç Marksist sav vardı:

İlki tarihseldi: Burjuvazinin sınıf olarak oluşumu geçmişte, feodal sistemin bağrında soyluluğa ve toprak aristokrasisine karşı verdiği mücadelenin sonucuydu (Manifesto’nun sunuşu böyleydi). Böylece, (sınai ve siyasi) “burjuva devrimlerinden” itibaren, egemen sınıfın ancak proleter devrim ile yeniden sorun haline gelecek olan birliği temel veriydi. Bir devrimden diğerine geçişin peş peşe yaşanacağı ideolojik perspektife göre kabul edilebilir olan bu önerme, kapitalizm yüzyıllar içinde bir dizi içsel, ulusal ve uluslararası mücadele ile geliştikçe tarih açısından çok yetersiz kalıyordu.

İkinci sav, kapitalist devleti sadece “burjuvazinin ortak işlerini üstlenen bir komite” değil, sınıf birliğinin zorunlu faktörü olarak görüyordu. Bu anlamda, her burjuvazi “tekelci devlet kapitalizminin” formlarını beklemeden, doğrudan “devletin burjuvazisi” olacaktı. Egemen sınıfı egemen yapan egemenlik uygulamasıydı. Bizzat Marx ve Engels’te, böyle bir sav, siyasi formların sadece ekonomik koşulları “yansıttıkları”nı, bu koşullardan farklı olarak kendilerine özgü bir tarihleri olmadığını (Alman İdeolojisi) ileri süren varsayıma çarpıyordu. Engels, Anti-Dühring’de, devlet ile sermayenin kaynaşmasının sadece kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin “son evresinde” gerçekleşebileceğini belirtiyordu. Bu tahlil, Engels’te sınıfların bölüşümde farklılıklar açısından ekonomist bir şekilde tanımlanmasıyla (Anti-Dühring., s. 180) ve özellikle, tekelci sermayenin gelişiminin burjuvaziyi sadece üretken olmayan değil, tıpkı kendi zamanındaki feodalite gibi, üretime dışsal “gereksiz bir sınıfa”, değerli kağıtların sağladığı gelide yaşayan “rantiye” bir sınıfa dönüştürdüğü fikriyle örtüşüyordu (temel önemdeki şu metne bkz. Notwendige und überflüssige Gesellschaftsklassen/Gerekli ve Gereksiz Toplumsal Sınıflar, 1881, MEW 19, 287-290).

Marx’ın, Kapital’de göreli artık değerin üretim mekanizması ile ilgili olarak öne sürdüğü sav en ilginciydi (I. Kitap, 12. bölüm). Bu sav, her biri kendi hesabına artık emeği olabildiğince artırmaya ve “özel” kişi olarak “artık değer fazlasına” el koymaya çalışan bireysel kapitalistlerin (ekonomik gruplar ya da sektörler de olabilir) çıkar karşıtlıklarının, kapitalistlerin ortak çıkadarıyla nasıl eklemlendiğini gösteriyordu. Gerçekten de, emek gücünün değerini eğilimsel olarak düşüren ve toplam sermayenin birikimini ve genişleyen yeniden üretimini sürekli olarak ayakta tutmak için zorunlu olan genel artık değer oranını artıran şey, sadece emeğin toplumsal üretkenliğinin yükseltilmesiydi.

Marx tarafından Sanayi Devrimine (manifaktürden fabrikaya geçiş) uygulanan bu düşünce tarzı, kendi ilkesi içinde farklı sömürü stratejilerinin incelenmesinde genelleştirilebilirdi. Bu düşünce tarzı, “egemen sınıfı”, hem sermayenin doğrudan ya da dolaylı olarak birikimin yönetimini üstlenmiş belli bir bölümünü oluşturan sahiplerini hem de sömürünün koşullarını yeniden üretmeye katkıda bulunan farklı kamusal ya da özel görevlerin “yüklenicilerini” kapsayacak şekilde eğilimsel olarak birleştiren “üstyapısal” (siyaset, kültür) mekanizmaların bütününü yeterince hesaba katmıyordu. Ama kapitalizm ile ortaya çıkan yeni formların çözümlenmesinin önünde teorik engel oluşturan “gereksiz sınıf” kavramının bir yana bırakılmasını sağlıyordu. Marx daha Kapital’de (III. Kitap, 23. bölüm: “Faiz ve İşletme Karı”) bu farklılaşmanın “kalabalık bir sınai ve ticari yöneticiler sınıfının oluşumuna” nasıl yol açtığını gösteriyordu. “Devlet kapitalizminin” doğuşuyla -sosyalist ülkeler de dahil olmak üzere- sermayenin hukuki mülkiyet ölçütünün, ortadan kalkmasa da, çok daha genel biçimde, birikim hareketinin bütünsel yapısının işlevsel ölçütleriyle birlikte kullanılması gerekiyordu. Böylece, burjuva sınıfın, “sonsuza” dek var olacak gibi görünmese de, uygun ekonomik ve sosyolojik başkalaşımlar yoluyla, egemenliğini çok uzun bir tarihsel dönem boyunca sürdürebileceği açıktır.

Bu yazı Komünizmin Güncelliği sitesinden alınmıştır…