Çocuk, edebiyatta ve sanatta çoğu zaman masumiyetin, umutların, başlangıçların simgesi olarak karşımıza çıkar. Ellerine balon tutuşturulmuş, kirlenmemiş yüzüyle gökyüzüne bakan, hiç büyümeyen bir varlık… Bu temsilin altında ise derin bir ideolojik suskunluk yatar. Çünkü gerçek çocuk, yalnızca umut değildir; aynı zamanda yoksulluktur, yoksunluktur, isyandır. Oysa bu çocuğa sanatın ve edebiyatın sayfalarında pek az yer vardır. Varsa da, ya bir figüran olarak görünür ya da trajik bir kurban olarak.
Sanat, çoğu zaman yoksul çocuğu temsile çağırmaz; çünkü yoksulluk rahatsız eder. Toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliği göstermek, izleyiciyi konforundan eder. Oysa estetik, genellikle burjuva bakışının rafine filtresinden geçer. Bu yüzden bir fabrika bacasının gölgesinde büyüyen çocuk, tabloya girmez. Fırının karşısında ter döken on yaşındaki işçi çocuk, heykelleştirilmez. Sokakta mendil satan çocuğun adını duyamayız, çünkü o ‘manzaranın’ bir parçası değildir. O yalnızca arka plan gürültüsüdür.
Edebiyat da bu temsili çoğu zaman romantize eder. Yoksul çocuk bir ‘mahalle çocuğudur’; ağzı bozuk ama yüreği temizdir. Romanların sonunda ya “hayata karışır” ya da “bir kazayla” ölür. Ne zaman ki çocuk, sistemin bir sonucu olarak ölür —örneğin bir maden ocağında, ya da inşaat iskelesinde düşerek— işte o zaman anlatı susturulur. Çünkü bu anlatı, sorumluluk üretir. Ve sanat, bazen bu sorumluluktan kaçınmak için estetik bir perde arkasına sığınır.
Medyada ise çocuk, ya istismar haberlerinin öznesidir ya da kampanyaların “yardım edilmesi gereken” acıklı nesnesi. Onun konuşmasına gerek yoktur; çünkü onun adına konuşacak ‘yetişkinler’ zaten vardır. Yani çocuk medya için bir imgeye, bir bağış çağrısına ya da bir yasa teklifine dönüşür. Onun gerçek sesi, yoktur. Medya, çocuğun acısını yansıtırken bile onu özneleştirmez; sadece kullanır.
Tüm bu temsillerde ortak olan şudur: Çocuk konuşmaz. Ya susturulmuştur ya da zaten konuşamayacağı varsayılır. Oysa sessiz bırakılan çocuk, sadece sözsüz değildir; aynı zamanda düşüncesiz, iradesiz, görünmezdir. Sınıfsal olarak ezilmiş, kültürel olarak silinmiş, sembolik olarak yok sayılmıştır. Ve bu yok sayılma, bir tür ikinci ölüm gibidir: Bedeni hayatta olsa da, toplumun bilinç alanında yok hükmündedir.
Halbuki her çocuk, bir hakikatin taşıyıcısıdır. Ve onu konuşturmayan her sanat eseri, her kitap, her haber bülteni —farkında olmadan— sessizlik ideolojisinin bir aracına dönüşür. Bu nedenle, çocukları temsil etmek yalnızca onların varlığını göstermek değildir; onları gerçekten duyulur kılmak, kendi sözlerini söyleyebilecekleri alanlar açmak, sınıfsal konumlarını teşhir etmek ve bu temsiliyetin sorumluluğunu taşımaktır.
Bir çocuğun çizdiği resimdeki evin bacası tütmüyorsa, o resim bir “hayal dünyası” değil, bir çığlıktır.
Bir şiirde çocuk “üşüyorsa”, bu mecaz değil, gerçektir.
Bir çocuğun sessizliği, sanatın en büyük ayıbıdır.
İşte bu yüzden Sessizlik Kitabı, yalnızca konuşanların değil, konuşturulmayanların da kitabı olmak zorundadır. Çocukları anlatmak değil, çocuklara kulak vermek gerekir. Onların sesi yalnızca ağlama değil, bir dünya tahayyülüdür. Ve bu tahayyül, bize yeni bir yaşamın ipuçlarını sunabilir — eğer gerçekten duymaya razıysak.
- Yollar, AVM’ler ve Kaybolan Sadakat: Kırsal Muhafazakârın Uyanışı - 24 Haziran 2025
- Kutsal Suskunluk - 20 Haziran 2025
- Sessizlikte Gömülenler: Savaş, Sermaye ve Sessiz Tanıkları - 16 Haziran 2025