Çöküşe Rıza (9)

unutma anımsa 1

Fazlasıyla saf olabilirim; bir beklentimde olmamalı aslında “halk” hakkındaki yargılarım düşünüldüğünde… (Halk, toplum ve hatta “topluluk” yerine güruh kelimesinin tebaa kelimesinin daha açıklayıcı olduğunu düşünür ve bu kavramların bile, bizatihi kavramın kendisinin bile yaşanan an itibariyle alabildiğine soyut kaldığını tartışır dururum!) Ama yine de anımsatmaktan vaz geçmem; yıllar, yıllar ve yıllar önce hamili kart sahibi bir yakin “bu milletin .mına koyacağız” demişti ve dediklerini de harfiyen el birliği ile yaptılar, yapıyorlar ve görünen o ki yapmaya da devam edecekler; millette, millet her ne demekse, bu bağlamda bu eylem özelinde o tarihten bu yana bunu bir saldırı olarak değil de iltifat gibi değerlendirip pasif rolünü benimsemiş olduğunu gösterdi. İtirazsız, şartsız şurtsuz. Gelecekte de “onun” bu tavrında bir değişiklik olacağını düşüneniniz var mı?

[Yazının bundan sonrası dağının notlardan oluşmaktadır ve irili ufaklı intihal içermektedir.]

Bu satırların yazıldığı gün yurt genelinde –yurt artık ne demekse?- doğal gaza %40 Ankara’da dolmuş ücretlerine %50 zam yapıldığı açıklandı. Tık yok. Yukarıda söz konusu edilen eyleme devam ne onlar doyuyor ne millet! Ve sokaktaki güruh hararetle  “kuyruksallayan” dizisinin yeni sezonunda kimin kiminle ve hangi gerekçeyle düzüşeceğini tartışmakta. 

A snake got into your ass…

Ve özetle güruhun” iktidar/sermaye ile olan ilişkisi sadomazo denen bir türdendir…

*

Vahşi -sıfat ve mecaz anlamlarıyla-: yabani, yırtıcı olan hayvan, kaba saygısız uyumsuz insan… Vahşi kapitalizm!

Adi –sıfat ve mecaz anlamlarıyla-: sıradan hiçbir özelliği olmayan, kalitesiz kötü mal, aşağı-aşağılık insan… Adi kapitalizm! Pek uymuyor sanki, gereksiz gibi duruyor. 

Kapitalizm insanal değildir zaten…

Edep –isim olarak- : Toplum töresine uygun davranma, iyi ahlak terbiye ve incelik hali… Edepsizlik ise bunlardan yoksunluğu tanımlıyor. Sıfat olarak; utanılacak işleri sıkılmadan yapan, utanmaz sıkılmaz terbiyesiz anlamında…

Edepsiz kapitalizm… Bu daha uyuyor sanki. Vahşi ve edepsiz kapitalizm; kapitalizmin yerli ve milli hali.

Yıllar yıllar ve çok yıllar öncesinde bugünleri çok iyi görebilen, doğru vargılara sahip ulusalcı bir gazetenin yazarlarından biri Türkiye burjuvazisinin devrimini yapmadığını ve söz konusu/olası edepsizliklerin nedenlerinden birisinin de bu olabileceğini yazmıştı. Tartışılabilir, anımsatmak istedim

Ayrıca bu gazete ile kendisini sol-sosyalist olarak pazarlayan ve foyaları dökülüp de aslında kripto dinci faşist oldukları ortaya çıkan “yetmez ama evetçilerin” bu gazete çevresiyle yaptıkları polemiklerde dönemi anlamak için gözden geçirilebilir.

bir kıskanılma vesilesi daha

Küresel sefalet indeksleri iyice basitleşmiş; ülkedeki enflasyon oranı ile işsizlik oranının toplamı bu ölçüyü gösteriyormuş ve Türkiye küresel düzeyde sefalet ölçeğinde birinci sıradaymış… Üstelik TÜİK istatistiklerine göre…

soru sorular 

Dar gelirlilerin / emeği ile “geçinenlerin” ya da yaşamaya çalışanların bireysel kredi borçlarının ve kredi kartı borçlarının bir önceki seneye göre yüzde yüze yakın oranlarda arttığı –aynı artış oranı takibe / icraya düşen borçlar içinde geçerli- sıkça okuduğumuz haberler arasında. Diğer taraftan sermaye grubunun ya da hamili kart sahibi yakinlerin ya da beşli-onbeşli-yüzbeşli vs. çete üyelerinin milyonlarca dolar eden kredi borçlarını ödemedikleri de aynı sayfalarda haber olarak karşımıza çıkmakta… Kaba bir vargı onların borçlarını bizlerin ödediği şeklindedir. İtirazsız bir şekilde!

Bu topraklarda bildiğiniz herhangi bir sivil itaatsizlik eylemi var mıdır?

Aslında yüksek faizli borç sarmalına kapılan emekçiler ilk birkaç taksitiyle tüm borcunu ödemiş olduğunun farkına neden varamamaktadır?

Mesela; borçluların üçte biri kredi ve kart borçlarını ödememe kararı alsa bankaların ve sermayenin durumu ne olur?

Borçlular mı batar, yoksa daha önce bankalar mı?

[Okuduğum bir polisiyenin düşündürdükleri…]

*

“Banka soymak bir banka açmanın yanında nedir ki” / B. Brecht

“Bunlar / Engerekler ve çıyanlardır / Bunlar / Aşımıza ekmeğimize / Göz Koyanlardır / Tanı bunları / Tanı da büyü” / Ahmed Arif

*

unutma anımsa 2 –birkaç örnek birkaç soru-

Çöküşün sembollerinden –çöküşün en kararlı destekçilerinden- birisidir şu başta dile getirdiğim “yetmez ama evetçiler”. Kimler olduğunu anımsayan var mı? Unuttuysanız bile internet ortamı size anımsatacaktır onların isimlerini, siz en iyisi reislerine rica edip isimlerini sildirmeden tekrar bir anımsayıverin onları. Kimler yoktu ki aralarında; pek meşhur –ya da kimi çevrelerin meşhur ettiği- yazarlardan eş başkanlara, giydiği ve arsızca poz verdiği “yetmez ama oh yeah” yazılı tişörtü ile insanın düşebileceği/çökebileceği en dip noktayı örnekleyen bol YÖK unvanlı akademisyenlerden balkondan onurlandırılan “sosyalist” parti liderlerine, duayen hukukçulardan gazeteci sanılan cemaat artıklarına, işçi sendikacılardan yeteneksiz tiyatroculara… tek tek isimleri alın, ne söyleseniz bir eksik kalır. Ve utanmaksızın yeniden ortalığa çıkmaya cesaret eden var; anımsayın… Ve hepsi “sol” soslu, unutmayın…

Kuşkusuz bolca “gizli evetçilerin” varlığını da anımsayın, kalıcı bir belge bırakmamak için adını her yere yazmaktan ustalıkla imtina eden; bir tür sosyal sorumluluk projesi, vizyon sahibi… Hala içinizdeler ve usta birer pazarlamacılar.

İşte bir örnek daha masa başında anımsanıveren: Yıllar ve yıllar önce yani eskidendi çok eskiden, odasında, üç metre karelik masasının önünde –oysa herkesi kariyerist olmakla suçlarken ne kadar da bonkördür-  yaptığımız günlük siyasaya ve rejimin niteliğine ait bir sohbetin tam ortasında -ergenekon/balyoz günleri- bir haber geliverdi; neredeyse kişisel bir sorun haline getirdiği Mustafa Kemal düşmanlığı ile yobaz çevrelerde de pek bi muteber olan bu şahsı muhteremin, tanıştığı günden beri karşısında kendisini hep ezik hissettiği yaşıtı bir “aydın” tutuklanmıştı. Bizin gizli evetçi aydınımız, emin olun, olsaydı eğer bu “sevinçli” haberi aldıktan sonra zil takıp oynayacaktı!

Rejimin ya da “gelmekte olanın” hafife alındığı zamanlar mıydı? Yoksa “sorumlular” sorumluluk yüklenmekten kaçındıkları için bu hafife alma işini teorik olarak meşrulaştırma çabası içinde miydiler? Ya da kriptoların “birinci cumhuriyetin” çöküşüne dair umutlu beklenti sürecinde bir oyalanmaca, bu çöküşe doğrudan ya da dolaylı rıza/onay ve ellerinden geldiğince desteğin yaşandığı zamanlar mıydı? 

“Sol entelektüelin” çöküşünü çöküşün ön göstergesi dolaylı bir rıza hali sayabilir miyiz? Çok çok geride kalmış da olsa o günleri anımsayın; iktidar kliklerinin sözcülüğünü yapan –yandaş- medyanın en sıkı takipçilerinin ve hatta kronik olmayan yazarlarının arasında –sıkça söyleşi yapılan- bu grup olduğunu söyleyebiliriz. Anımsayın. Ve asla tekil/istisnai örnekler değildir. Türkiye’deki sol aydının –ya da kendisini özenle solda pazarlayan- ciddi bir ego/ego şişinme sorunu olduğu ortadadır ve rejimle olan pratik ve “teorik” ilişkisini biçimlendirmede bu durum önemlidir! Bunun aynı zamanda otoritenin sağlamlaştırılması için gerekli köreltici idarenin oluşturulmasına yapılan doğrudan bir destek olduğunun ne kadar farkında oldukları da kuşkusuz geçmişte kalmaması gereken bir tartışma olmalıdır. Çünkü bu “yayınların” açık bir şekilde süreçte yaşanan olumsuzlukların Kemalist cephe tarafından yapılan bir karşı propaganda olduğuna kitleleri ikna etmeden etkili olabileceği düşünülmekteydi.

*

“Gördüm kurbanları ve gördüm katilleri / Bende eksik olan şey merhamet değil, cesaretti / Katillerin kurbanlarını nasıl seçtiğini gördüm / “Baştan sona onaylıyorum” diye höykürdüm” B. Brecht

*

Nekrotizan Fasiit; bir hastalık adı! Dijital ortamda yeterince açıklayıcı bilgi var. 

Neredeyse antik zamanlardan kalma kronik “Politik doğruculuk” hali Türkiye solunun nekrotizan fasiit hastalığıdır.

Ve otoriteye itaat neyse sessizlik de odur; politik doğruculuk, az gelişmiş solun aymazlığı, korkaklığı, tavizi, ihmalkârlık ve basiretsizliği meşrulaştırma şeklidir. Az gelişmiş sol bunu “teori” zanneder. Kanımca tümü herhangi bir şekilde yargılanması gereken suçları oluşturur.

Birkaç satır yukarıdaki anı tarihinden daha eskilere gidelim. Türkiye’nin en eski gazetelerinden biri dinci–ırkçı faşist iktidar karşı uyarısını “Tehliken Farkında mısınız?” başlığının altında kapkara bir ön sayfayla çıkıyordu. Kuşkusuz Türkiye solunun önemli bir kısmına göre geleceği daha iyi görebiliyordu bu ulusalcı gazete ve bu başlık “entelektüel solda” eleştiri ve alay konusu oluyor yadırganıyor, küçümseniyordu. Yine yukarıdaki benzer bol akademisyenli –hepsi de solcu- bir sohbet ortamında “faşizmin anlaşılmasının tanımlanabilmesinin başlangıcının bireysel hissedişten geçtiğini ve yaşananın yaşanacak olanın faşizm olduğunu” söylemek gafletinde bulundum! Topyekûn saldırı! Ve hatta “hoca” bunun 1908’lerde başlayan burjuva devrimin bir aşaması –son aşaması- olduğunu iddia edecek oldu. (Daha sonra birçok sohbetinde bu “tezini” dillendirse de söz ettiğim gibi yazılı bir belge bırakmamaya azami özen gösteriyordu.) En sert eleştiriyi var olan laiklik meselesi üzerinden geliştiriyorlardı her nedense; iktidarın vesayet kurumlarında yaptığını iddia ettiği şeyleri coşkulu bir şekilde alkışlayan yaşlısı-genci akademisyenleri karşıma almıştım; benim gibi solcu olamayan teori yoksunu bir çulsuz! O güne kadar tanımlandığı şekliyle laiklik “devlet kontrolündeki din” olarak özetleniyor ve haklı olarak eleştirilirken aslında bu şekilde yapılandırılmış laiklik durumunun/kurumunun en çok da dinci-ırkçı faşist iktidarın işine yarayacağını öngöremiyorlardı.

Birkaç olasılık var hemen aklıma geliveren “en iyi niyetli” şekliyle: ya mesnetsiz hamalat bir umutluluk hali içindeydiler, ya ciddi biçimde akademizm hastalığından muzdarip…

Üzülerek bir dipnot düşmelim: bu tartışmada yer alan genç akademisyenlerin önemli bir kısmı daha sonra “barış imzacıları” olarak akademik yaşantıdan uzaklaştırılarak yıllar sürece zorlu bir yaşama terk edildi. Bir kısmı ile sonradan faşizm üzerine sohbet etme fırsatı buldum ve faşizm tanımlarını genişlettikleri ve tanımlar üzerine ısrarla sürdürdükleri akademik bağnazlığı terk ettiklerini gördüm. Ancak çöküş mevzuu açısından bu sürecin öğrettikleri daha önemli; iktidar tarafından düşünce ifade özgürlüğüne yapılan ve yüzlerce genç akademisyeni hedef alan bu saldırı akademi ortamında suskunlukla karşılandı, görmezliğe gelindi.  Her daldan anlı şanlı birçok solcu akademisyen dahi kuytularına çekilip böcek misali ölü taklidi yapmayı yeğledi. Bir kısmı bu “eylemsizliklerini” “ekmek parası” argümanı ile meşru kılmaya çabalarken bir kısmı da daha kötüsünü yapıp –çok daha kötüsü- onların bildirideki görüşlerine katılmadıklarını dillendirdi. İktidarın yarattığı korku toplumu halinin en iyi örneğini oluşturmaktadır yerli ve milli “akademilerimiz”. Ve naçizane bir aforizma için hiçbir engel yoktur: korkuya tapan iktidara tapar ya da tam tersi iktidara tapan güruh için korku en somut fetiş halidir!

Bir diğer sessiz cepheyi ise ritmik olarak iktidar ile diyalog/çözüm süreci hayali kuran (güreşe doymayan yenilen pehlivan misali -yenil daha iyi yenil-) Kürt milliyetçileri oluşturuyordu; çöküşe rıza halinin bir diğer versiyonu… [Ve bir köşeli parantez, konuya teğet geçemeyen, sosyal medyadan izleyebildiğim kadarıyla bu genç akademisyenler arasında sonrasında bir dayanışma olmaması ya da gemisini kurtaran kaptan hali?] 

*

Örnekleri unutulmaması için durmaksızın bıkmaksızın anımsatılması lazım; değil mi?

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)