Kültür Üzerine

Genel Kavramlar

Tüm çağlar boyunca tarihi yazanlar ve tarihe not düşenler sadece kitlelerdir. Krallar, imparatorlar, egemenler tarih yazmamışlardır. Onlar sadece tarihi tahrif etmişler, kendi çıkarlarına göre şekillendirmişlerdir. Tarih, aynı zamanda sınıf mücadeleleri tarihidir ve kitlelerin çıkar mücadelesinin tamamını içerir. Sınıfları ve statüleri belirleyen de “mülkiyet” olgusudur. Mülkiyet kavramı, üretim araçları üzerindeki sahiplenme durumu ile ilgilidir. Mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte sosyal sınıflar doğmuştur. Tarih boyunca insanlar mülkiyet, iktidar, toplum içindeki statüleri vb. alanlarda, toplumsal yaşamda eşitsiz bir konumu yansıtmışlardır. Tarih, üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına sahip olanların iktidara ve saygınlığa da sahip olduğuna ve egemen sınıfı oluşturduğuna tanıklık etmiştir. Tarih bilimi saptırılır, sınıf çıkarı gözetilerek hâkim sınıfları yüceltilir. 

Marks’ın sınıf teorisine temel katkısı, toplumsal sınıfları üretim koşullarına göre ayırması ve sınıfsal mücadele yoluyla toplumsal gelişmeye bağlı olarak insanca yaşamanın nasıl mümkün olabileceği ile ilgilidir. 

Kültür olgusunu yaratan da insandır. Üretim ile ilgili alet yapan insan, o aletin fikrini ve kültürünü de yaratmıştır. Üretim ilişkileri ile üretimin peşi sıra yaratılan kültür, bize altyapı ve üstyapı diyalektiğini de açıklamıştır. Dolayısıyla kültür, toplumsal boyutta bir yapılanma inşa etmiştir. Üretim tarzı, aynı zamanda paylaşım kültürünü de yaratmış ve değiştirmiştir.

Bir üst yapı kurumu olarak kültür, önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi altyapıyı oluşturan üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Yalnız kültür değil, siyaset, eğitim, hukuk, ritüeller, devlet, vb. kurumlar… Ekonomik ilişkiler ve temelde biçimlenen üretim ilişkilerini oluşturan maddi unsurlara “altyapı”; toplumun manevi, siyasi ve düşünsel olaylarının ve kurumlarının oluşturduğu unsurlara da “üstyapı” diyoruz, demiştik. Yani üstyapı, toplumun altyapısını yansıtır. İki temel sınıftan hangisi egemen durumdaysa, üstyapıyı oluşturan elemanlar, bu sınıfın özelliklerini yansıtır. Tüm toplumlarda egemen düşünceler, egemen sınıfların düşünceleridir.  

Sınıflı toplumlarda, altyapı ile üstyapı arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Özellikle üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı, özel mülkiyet ve siyasi üstyapı, altyapıda gelişen üretici güçlerin gerisinde kalmaya mahkûmdur. Bu mahkûmiyet her zaman üretici güçlerin gelişmesini engelleyici rol üstlenmesinden dolayı onun karşısında olmuştur. Dolayısıyla üstyapısal kurumların ideolojik ve siyasal düşünceleri, ahlaki tutumları ve kültür unsurlarıyla üretici güçlerle çatışma halindedir. 

Ezilen sınıfların mücadelesinin yarattığı yeni düşünceler, yeni siyasi örgütlenmeler, yeni toplumsal alışkanlıklar ve gelenekler, egemen üstyapının yerleşik ve gerici unsurlarıyla karşı karşıyadır. Toplumun temel çelişmesinden kaynaklanan bu karşıtlık, işçi sınıfının ideolojisi ve örgütleri aracılığıyla en keskin ve uzlaşmaz biçimini kazanır. [1] Ayrıca geleneklerin seçici olma eğiliminde olması da egemen sınıf çıkarlarıyla ilişkili ve bu çıkarların güdümünde olduğunu göstermektedir.  

Marks’ın, “Kapital’in 2. Cildi’nde, Ekonomi Politiğin Eleştiri” Önsözü’nde “(…) Üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını oluşturur: yani, hukuki ve siyasi üstyapıların dayanağı olan ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin denk düştüğü gerçek temeli. Maddi hayattaki üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve manevi yaşam süreçlerinin genel niteliğini belirler. İnsanların varoluşunu belirleyen, bilinçleri değildir; aksine, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler. (…) Ekonomik temelin değişmesiyle, bütün o muazzam üstyapı nispeten hızla dönüşür. Bu tür dönüşümleri ele alırken, üretimin ekonomik koşullarındaki maddi dönüşüm ile –ki tabiat bilimindeki kadar kesin biçimde belirlenebilir– insanların bu çatışmanın bilincine varıp ona karşı savaştıkları hukuki, siyasi, dinî, estetik ya da felsefi, kısacası ideolojik formlar arasında her zaman ayrım yapılmalıdır,” [2] demektedir. Üretim ilişkileri aynı zamanda üstyapıyı biçimlendirir. Hukuksal, dinsel ve politik kurumların ortaya çıkışı ve biçimlenişi ekonomik üretimin cereyan ettiği alandaki ilişkilerce belirlenir. Toplumsal yapı bu bakımdan altyapı olarak ayrılmaktadır.  

Kültür

Toplum bağlamında ele aldığımızda egemen kültürün bireyin iliklerine nasıl işlediğini görebiliriz. Yazılı tarihten günümüze sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte hâkim kültür, bireyler tarafından benimsenmiş, başlı başına bir güç alanı oluşturmuştur. Kültür değerlerin mukaddesatı her şeyin üstünde olarak görülmüştür. Sokrates trajedisini hepimiz biliyoruz. Ona yüklenen suç, antik çağda Atina sitesinin kutsalı ile oynama iddiasıydı. Sitenin maneviyatına dokunmakla itham edildi. Çünkü onun anti-site, anti-polis olmaya hakkı yoktu. Onun haklılığı ya da haksızlığının onaylanışı değil, sadece bir olgunun tasviri olarak algılanması gerekir. Ona zehir içirilmesi gibi günümüzde on binlerce insanın haksızca mahkûm edildikleri gerçeği, sorunun kolayca çözüme kavuşturulamayacağını gösteriyor. Bu örneğin veriliş nedeni, bir üstyapı kurumu olarak kültürün, tıpkı devlet gibi, hukuk gibi, ritüeller gibi erişimin kolay olmadığı, kutsallığa dokunmanın kitlesel tepkilerle birlikte burjuvazinin devlet destekli dayatmalarının toplumsal rıza ile nasıl kabullendiğine, gerektiğinde hegemonyanın nasıl sağlandığına dikkat çekmek içindir. 

Kültürleri biz “işçi sınıfı kültürü”, “egemen kültür”, “alt kültür”, “karşı kültür”, “folk ya da halk kültürü”, “kitle kültürü” olarak çeşitli kategorilere ayırabiliriz. Bunların dışında örneğin alt kültür demek, egemen kültürle bağlantısını koparmadan, önemli noktalarda ayrılan ve gelişen kültür demektir. Alt kültüre örnek olarak hippiler, hipsterler, gothlar, dazlaklar vb. gibi belli yaş grubu üyelerinin kökenine, sınıfına, ırkına, cinsiyetine dayanabilen kültürdür. Bir de karşı kültür vardır ki, o da egemen kültürün karşıtı bir kültürü ifade eder. Bu kültür, normları ve değerleri kabul gören kültüre karşıttır. Folk kültürü derken, kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılan kültür kastedilmiştir. Kitle kültürü de, sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ve geniş halk kitlelerine yayılan davranışlar ve gösteriler bütünüdür. Kitle kültürü, eleştiri kabul etmeyen kültür anlamındadır. Örneğin egemen eril cinsiyeti, milliyetçik, idealizmi benimsemiş kültür olarak da ele alınabilir. Kitle kültürü aynı zamanda insanları üreticiden bilinç dışına iten ve tüketiciye dönüştüren kültür olarak da addedilebilir. Ayrıca toplumsal bir olgu olarak “etnik kültür” de başlı başına incelenmesi gereken ayrı bir kültür olarak karşımıza çıkıyor. Üzerinde duracağımız kültür, işçi sınıfı kültürü ile egemen kültür olarak adlandırılan burjuva kültürüdür. Bir bütün olarak kültür, devlet gibi, hukuk gibi, ideoloji gibi bir üstyapı kurumudur ve sınıfsal özellik arz eder.

Kültür, tıpkı “ideoloji” gibi oldukça karmaşık bir kavramdır. Verili tanımların birçoğu birbirinden farklıdır. Kültürü oluşturan tüm olguları bir araya getirdiğimiz zaman bir anlam çıkartabiliriz. Bir üstyapı kurumu olması itibariyle tarihsel gelişim sürecini, maddi ve manevi değerler ile bunların oluşturduğu araçlar bize bazı ipuçları verebiliyor. Genel anlamda; “tarihsel gelişim sürecinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunların yaratılması ve iletilmesinde kullanılan araçların tümü” olarak ortak bir tanıma varabiliriz. Burada maddi terimini kullanırken, üretim deneyi, maddi zenginlik; manevi terim ise, bilim, sanat, edebiyat, felsefe, eğitim, etik vb. kavramlar kastedilmektedir. Sınıflı bir toplumda kültür, gerek pratik amaçları ve gerekse ideolojik içeriği bakımından sınıfsal bir niteliğe sahiptir. Her sınıf kendi yaşam koşullarına ve ilişkilerine uygun kültür oluşturur. Bu nedenle hiçbir sınıfın kültürü katıksız, saf değildir. İlişkili bulunduğu diğer kültürlerden sürekli etkilenir. Örneğin normlar, ritüellerle birlikte kültür, üretim biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle sınıf, tarihsel bir olgudur; bir yapı değildir. Kültür de aynı şekilde bir yapı ya da kategori değil, insan ilişkilerinde mevcut bir olgudur. Sınıflar, salt ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, politik ve kültürel bir süreç olan toplumsal işbölümünde aldıkları rollere göre tanımlanabilir. Kültür her ne kadar ekonomik koşullara bağımlı olarak ortaya çıkmış olsa da aynı zamanda ekonomi üzerinde düzenleyici bir etkiye sahip olan gücü bünyesinde barındırır. Geleneksel popüler kültürler, sanayi devrimlerinin yarattığı altüst oluşlarla zayıflamış, çoğu zaman da parçalanmıştır.

Etnisite gruplarının oluşturduğu toplumların kültürleri her ne kadar birbirine geçmiş ve girift bir karakter oluştursa da temel yapısı itibariyle sınıfsal özellik arz eder. Örneğin, Akdeniz Havzası toplumlarında kültürler bu anlamda nerdeyse birbirine geçmiş durumdadır. Gelenekler, görenekler ve alışkanlıklar da birbiriyle etkileşim göstermiştir. Ortadoğu kültürlerinden örneğin Türkiye ve Yunanistan ile Akdeniz Havzasında bulunan İspanya, İtalya vb. ülkelerde benzer adetlere rastlamak mümkündür. Yöresel kültürlerde de aynı şekilde farklı ülkelerin komşuluk konumlarında benzer durumları görebiliyoruz. 

Galli (Birleşik Krallık) yazar ve akademisyen Raymond Williams’ın dediği gibi [3] “her kuşağın geleneksel kültürü olarak devraldığı düşünsel ve yaratıcı çalışmalar, her zaman ve zorunlu olarak, tek bir sınıfın ürünlerinden fazlasını içerir.” Tüm bu sayılanlar geçmişten günümüze kuşaktan kuşağa veya ülkelerin birbiriyle olan ilişkilerinde ve komşuluk durumlarına göre belirlenen özelliklerdir.

Günümüzde egemen kültür, üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın kültürüdür. Maddi kültür ve onun üretimi için maddi donanım ve finans, burjuvazinin tekelindedir. Maddi kültür, hemen hemen topyekûn burjuva kültürüdür. Her ne kadar kültürler arasındaki fark varsa da halk kültürü olarak tanımlanan emekçi kesimlerin kültürü önemli ölçüde egemen kültürün, yani günümüzde burjuva kültürünün etkisi altındadır. Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel gücüdür. Marks’ın dediği gibi “egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin düşünsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler.” [4] 

Gelenekler, görenekler ve çeşitli alışkanlıklar aslında kültürel değişim sürecinde ortaya çıkan eski referanslardır. Bu referanslar kültürle bütünleştiği zaman bir yenilik olarak telaffuz edilirdi. Örneğin, Osmanlılar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Yunan dünyasına girdiği zaman fes, bu toplamlar tarafından benimsenmemişti. Yunanlılar, fesin Hıristiyanlığa aykırı bir giyim tarzı olduğu için tepki göstermişlerdi. Yine aynı şekilde Şapka Kanunu çıktığı zaman da ülkemizde fesin yasaklanması dine aykırı bir olgu gibi karşılanmış ve tepkilere sebebiyet vermişti. Devlet tarafından konulan bu tür kurallar özünde politiktir.

Doğan Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik adlı kitabında şunları yazıyor: “…belirli bir sınıflı toplumda üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıf, kendi çıkarlarını korumak, kendi egemenliğini sürdürmek için, üretim ilişkilerini kendine göre belirlemek, biçimlendirmek ister. Ve bu isteği gerçekleştirmek için, kendi ideolojisinden kaynaklanan bir yaşayış tarzı oluşturur ve bu yaşayış tarzını o belirli toplumun tümüne yaymaya çalışır. Bu yaşayış tarzı kültürden başka bir şey değildir.” [5]

Politik toplum kavramının karşılığı, ünlü İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin deyimiyle devlettir. Yalnızca ordu, polis gibi kolluk güçleri değil aynı zamanda yargı organları, hapishane gibi kurumlar da politik toplum kapsamında değerlendirir. Politik toplum, egemen sınıfların kendisine tabi olan sınıflara, yürürlükte olan üretim sürecine uygun davranması için zorladığı bir baskı aygıtı vazifesi görmektedir. Yani bir bakıma üst yapının zorlama işlevinin pratikteki yansımasıdır. [6] Hegemonya genel anlamda bir yönetici gücün kendi hâkimiyetini kurmak adına hükmettiği insanların rızası dâhilinde, gerektiğinde baskı kurarak oluşturduğu bir kavramdır. Sınıflı toplumlarda bu güç, egemen sınıfın gücüdür. Dünya genelinde kapitalizmin hâkim olduğu ülkelerde burjuvazi bu hegemonyayı devlet gücünü kullanarak yerine getirir. 

İşçi sınıfının hegemonyasını kurabilmesi, sadece siyasal bir süreç ile sınırlı değil, aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir süreci kapsar. Mevcut burjuva düzeninin korunması ve bütünlüğün sağlanmasında kültürel ve ideolojiye yönelik çalışmalar ile buna bağlı iletişim, medya ve iktidar arasındaki ilişkiler önemli yer tutar. Gramsci’nin sorguladığı sorunların temelinde burjuva ideolojisi vardır. Burada da hegemonya kavramı devreye girer. Hegemonya ile ilgili ayrıntılı bilgiyi “İdeoloji Üzerine (1)” adlı makalemizde açıklamıştık. İdeoloji ve siyaset, kültürel yapıya göre somut sınıf çıkarlarını ön plana çıkarır. İdeoloji ve siyaset “sınıflar üstü” olma özelliğine sahip değildir. Bir üstyapı kurumu olması itibariyle “kültür” kavramının da “sınıflar üstü” bir konuma getirilmesine yönelik gösterilen çabalar da beyhudedir. İşçi sınıfının burjuva kültürüne alıştırılması sınıflar üstü olma özelliğinden değil, burjuva kültürünün işçiye dayatılması sonucudur. Bu da ilköğretimden itibaren küçük çocuklara ve toplumun tüm kesimlerine aşılanan burjuva ideolojisi ve burjuva kültürü dayatması sonucudur. Diğer bir deyişle toplumun burjuvazi tahakkümüne adapte edilmesi, yani ehlileştirilmesidir.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, sosyal bilimler alanında birçok disiplinin burjuvalaştığı ve işçi sınıfı kültürüne yönelik ilginin oldukça arttığı dönemdir. 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında kapitalist sanayi üretiminin canlandığı, refah devleti ve sosyal politikaların gündeme geldiği dönemde sermaye ile işçi sınıfı arasında bir tür uzlaşmanın geliştiği dönemdir. Bu dönem aynı zamanda popüler kültürün Amerikanlaştığı dönemdir. 

Kültür değişimine etki eden faktörler, konumuzun dışında olması itibariyle ele alınmamıştır. Ayrıca kültür değişimini olumsuz etkileyen, başka bir deyişle kültür yozlaşmasında rol alan sömürgen ülkelerin kültürlerini sömürge tipi ülkelerin kültürü ile birlikte irdelemek, kapsamlı bir konu olması itibariyle ayrı bir makale konusu olarak ele alınabilir. Bu konuyu “Kültür Yozlaşması” adlı başka bir yazıda ele almaya çalışacağız.

Kültür kavramı, diğer üstyapı kurumları gibi altyapı tarafından belirlenmekle sınıfsal bir karakter arz etmektedir. Her ne kadar kültür kavramı alt kültür, üst kültür, karşı kültür, kitle kültürü, folk kültür vb. gibi gruplara ayrılsa bile temel özelliği sınıf kültürüne dayanmasıdır. Bu nedenle bu sayılan kültür türlerinin tümünü iki temel grupta incelemeye çalışacağız. Bunlar, işçi sınıfı (proleter) kültür ile burjuva kültürüdür.

İşçi Sınıfı Kültürü

Kapitalist toplum, iki temel sınıfın varlığına dayanır. Bu varlık üretim araçları üzerindeki mülkiyet ile belirlenir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına sahip olanlar, kapitalist sınıfı; bundan yoksun olup sadece emek üretenler de işçi sınıfını oluşturur. Bu iki sınıf arasında kalan sınıflar da vardır. Ancak temel sınıf değillerdir. Emek sömürüsüne dayanan kâr da doğrudan kapitalistin cebine girer. Marks, kapitalistin kârının kaynağının işçilerin ödenmeyen emeği olduğunu belirtir. İşçi sınıfının gücü, üretim ilişkilerindeki nesnel konumları ve kolektif dayanışma yeteneğinden kaynaklanır. 

İşçi sınıfı kültürünü dar anlamın içine hapsedilmemesi önemlidir. Kültür ve gündelik yaşamın sınıfla bağlantılı olması ayrı bir önem arz eder. Bu konu irdelenirken kültürün işçi sınıfına özgü olması ve sınıf bilinciyle, sınıf mücadelesi türü konularda ilişkili olarak karşımıza çıkması durumunda anlam kazanabilir. İşçi sınıfının geniş anlamda kültürü de içine alan bir sınıf özelliğini alması önemlidir. Marksist düşünürler bu konuda hemfikirdirler. Onlara öre “sınıf ne bir yapı ne de bir kategoridir. Sınıf insan ilişkileri ile oluşmakta olan tarihsel bir fenomendir.” Dolayısıyla işçi sınıfı kültürü salt işçi sınıfı hareketiyle sınırlı değildir. Kültürün ekonomik, politik gibi yapısal faktörlerle ilişkili olması ve tarihsel perspektifle geçmiş ve gelecekle ilişkilendirilmesi önemlidir. Çünkü yapısı itibariyle bu sınıfı ekonomik olduğu kadar kültürel bir oluşum olarak görmek ve üretim tarzının bir parçası olarak kabul etmek gerekir.

Kültürün işçi sınıfına özgü bir kültür olması ve bu kültürün sınıf bilinci ve mücadelesiyle ilişkili olarak ortaya çıkması şarttır. Kapitalist kültürünün egemen olduğu koşullarda işçi sınıfı kültürünü yok saymak, kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesini inkâr etmek anlamına gelir. İşçi sınıfı kültürü, ancak sosyalist devrimin kuruluş sürecinde gerçek anlamda bir sosyalist kültür haline gelebilir ve egemen kültür olabilir. Ayrıca kültür dinamik bir olgudur. 

İşçi sınıfının kültürü durağan bir bütünlük olarak düşünülemez. Sürekli dönüşümlere uğrayan bir fenomen olarak karşımıza çıkabiliyor. Burada önemli sorun, işçi sınıfı kültürünün, bir sınıf kültürü olması için sınıf bilincine sahip olmak gibi bir zorunluluk söz konusudur. Örneğin, işçilerin yemek yemeleri, giyim tarzı, konuşma biçimi, anlattıkları hikâye ve fıkralar, diğer pratikler bir karşı sınıfa yöneliyor ya da bir direniş olarak karşımıza çıkıyorsa veya en azından sömürüye, eşitsizliğe karşı bir öfkeyi dile getiriyorsa, o zaman sınıf kültüründen söz etmek anlamlı hale gelir. İşçi sınıfı hareketlerine yansımamış farklı direnme biçimlerinin olması elbette önemlidir. Dünyayı maddi, felsefi, bilimsel, ahlaki vb. konularda değiştirmek, her alanda işçi sınıfının görevi ve evrensel kültürünün de bir parçası haline gelmiştir.

İşçi sınıfı kültürünü Lenin’in “Proletarya Kültürü” adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir. Karl Marks “işçi sınıfı” veya proletaryayı belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip olmayan sayıca fazla bireyler” olarak tanımlamıştır. Sınıf bir kişiyle münhasır değildir, kolektif bir tavrı yansıtır. Bunun yanında düşüncelerin ve kurumların yorumlanması da ancak sınıf kavramıyla açıklanabilir. Lenin’in deyimiyle proletarya kültürü rastgele bir yerden, birdenbire ortaya çıkmaz. Proletarya kültürü, kapitalist sınıfın, toprak sahipleri ve bürokratların işçi sınıfı üzerindeki sömürüsüne karşı bir direnişi göstermekle anlam kazanabilir. Yani işçi sınıfının kültürü, mücadeleye, direnişe, sömürüye karşı birikmiş olan öfkenin açığa çıkması durumunda kültür olarak addedilir. Aksi halde sınıf kültüründen söz etmek mümkün değildir. İşçi sınıfı kültünün gelişmesi hiç şüphesiz ki sınıf bilincinden geçer. 

Sınıf kavramı, neoliberalizmin sebep olduğu parçalanmayla birlikte mevcut sınıflar arasındaki eşitsizliğe, yoksulluğa, sefalete ve sömürüye rağmen toplumsal değişimi açıklama kapasitesini korumaktadır. Sınıf kavramı karşıt sınıflardan oluşur, çatışma halindedir ve temelde uzlaşı sağlanamayan bir kavramdır. Toplumsal gerçeğin yapısal özelliği, çelişkileriyle birlikte özünde egemen sınıfın hegemonyasıyla da açıklanabilir. Bu hegemonya, daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi ya toplumdaki kesimlerin rızasıyla oluşur, ya da devlet kurumunun dayatmasıyla… Sınıf bilinci, sınıfsal mücadele ile birlikte gelişen algı, davranış ve eylem bütünlüğünü içerir. Kendisini bir sınıfa ait görmek ve kabullenmek ile başlayan sınıf bilinci, eşitlikçi bir toplumsal sistemin oluşması için mücadeleyi ön plana çıkaran bir süreçtir. Neoliberalizmin uygulama alanını bulduğu toplumlarda işçi sınıfı üzerinde yürütülen ve örgütlenmeyi engellemeye yönelik baskı, şiddet ve insanlık dışı uygulamalar sınıfsal bilincin gerilemesinde rol oynamıştır. İngiltere ve Amerika’da 1970’lerde uygulanan bu modelde kısmen başarı sağlanmıştır. Türkiye’de 1980’lerin başında bu modelle işçi sınıfına yönelik örgütlenmede duvarların örülmesi, bunun tipik örneğini oluşturuyor. Tüm bunlara rağmen dünya genelinde 1990’larda işçi sınıfı, kendine has kimliği tekrar kabul etmeye başlamıştır. İşçi sınıfı üzerindeki baskıya ve zulme rağmen üretim ilişkilerinden kaynaklanan bu bilinç, yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başlamıştır. Bu da işçi sınıfının sınıfsal yapısı, konumu, çıkarları, mücadelesi ve toplumsal değişim süreçleri ile ilişkilidir. Kitle kültürü Türkiye vb. sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde tahakkümünü kuramamıştır. Dayatılan kimlik bile sömürge kimliğidir. Sömürge kimliği ile ilgili ayrıntılı bilgiler, “kültür emperyalizmi” konusunda ele alınabilir.

İşçi sınıfına mensup olan kadın işçilere gelince;  kaba tabirle katmerli olarak sömürülen sınıf mensuplarıdır. İşyerinde işverenlerce uygulanan sömürü ve kötü davranışlar yetmiyormuş gibi, erkek işçi bireyler tarafından da sömürüye, hor görülmeye ve kötü muameleye layık görülmektedirler. Evde, aile hayatında ne yazık ki kocaları ve ailenin erkek bireyleri tarafından yıkılması zor olan eski alışkanlıklar hala sürdürülmekte, erkeğin kurduğu hükmedici ilişki, kadını ve çocukları körü körüne itaate zorlamaktadır. Kapitalizm, kadınları ve çocukları fabrikalarda, işyerlerinde çalışmaya zorlayarak bu alışkanlıkları kendi lehine yıkmaya çalışıyor. Bu yıkım, aile ilişkilerine yansımamaktadır. Diğer bir deyişle eski alışkanlıklar, aile düzeninde mevcut eril güç devam etmektedir. Kadının köleleştirilmesi aynı zamanda işçi sınıfının güç toplamasını engelleyen bir durumdur. Çocukların köleleştirilmesi de gelecekte muhtemel bir direnişin önüne set çekmeye yöneliktir. İtaate zorlanır, ehlileştirilir. İşçi sınıfının kapitalist bir sistem içinde kendi kültürünü geliştirmesi oldukça zordur. Hele neoliberal uygulamalar söz konusu ise bu mümkün değildir. Çünkü proleter kültür, direnişi simgeler, mücadeleyi ön planda tutar, sömürü düzenine karşı başkaldırmayı gerektirir. Siyasal mücadele ile birlikte ideolojik mücadelenin yürütülebilmesi için örgütlenmenin öznesi ise partinin kendisidir. Dolayısıyla işçi sınıfının tarihsel kazanımları, eskiden devralınan deneyimleri yeniden üreterek, geliştirerek, iktidar perspektifiyle bunu gerçekleştirecek güce sahiptir.

Burjuva Kültürü

Kapitalist toplumlarda burjuva kültürüne “egemen kültür” de denir. Sosyal Bilimler Vakfı; burjuva kültürünü; “Bir toplumda, ekonomik ve siyasi gücün de desteğiyle dilini, davranış biçimlerini ve değerlerini diğer alt kültürlere kabul ettirebilecek düzeyde güç kazanmış olan baskın kültürü” olarak tanımlamıştır. 

Burjuvazi, 19. yüzyılın sanayi kapitalizmiyle ortaya çıkan ekonomik ve siyasi devrimini işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştiren egemen sınıftır. Bu yüzyılda kültürel evrimi de gerçekleştirmiştir. Üretim araçlarına, sermaye birikimi ve pazar ilişkilerine dayanan burjuvazi, bu süreçte salt ekonomik bir güç olarak değil, toplumsal, siyasal ve kültürel yapıları dönüştüren her şeye muktedir bir güç haline gelmiştir. 

Burjuvazi ile proletarya karşıt iki sınıf olmakla birlikte birbirini tamamlayan iki sınıftır. Bu iki sınıf üretim ilişkilerini düzenler, ama burjuvazi lehine. Sınıf mücadelesi, üretim ilişkileri kaynaklıdır ve sömürü üzerinde kuruludur. Mücadelede başarılı olan sınıf, hem siyasetini hem de ideolojini ve kültürünü başkalaştırır. Günümüzde kapitalist toplumlarda bu mücadelede burjuvazi kazançlı çıkmıştır. 

Sınıf mücadelesi, sömürü oranı, kapitalizmin iktisadi parametrelerini başkalaştırdığı gibi, burjuvazinin kendisini, devletini, siyasetini, ideolojisini ve kültürünü de başkalaştırır. [7] Burjuvazi, iç gerilimleri kendi içinde barındırır; siyaseti, sürekli değişken ve parçalanmış durumdadır. Kültürel ve ideolojik formları, bunalıma girdiği dönemlerde sürekli değişikliğe uğrar; dengesizdir. Bu da kapitalizme özgüdür. Dolayısıyla egemen sınıfın doğası gereğidir. Üretim araçlarını çağa uygun bir şekilde geliştirme yeteneğine de sahiptir. Ancak bunu yaparken toplum ilişkilerini de sürekli değiştirir. İstikrarsızdır. Komünist Manifesto’da Mark ve Engels’in tespitleri bu istikrarsızlığı vurgular mahiyettedir. “Burjuvazi üretim araçlarını sürekli değişikliğe uğratmaksızın ve bu yoldan üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini değiştirmeksizin var olamaz. (…) Bütün sabitlenmiş, donmuş ilişkiler, peşleri sıra çekip getirdikleri yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle yıkılır gider; yenilerinin de daha kemikleşmeye vakit bulamadan modası geçer.”

Kapitalist toplumlarda eğitim, hukuk, devlet, ideoloji gibi üstyapı kurumları egemen sınıfa hizmet ettiği gibi, egemen kültür de burjuvaziye hizmet eder. Dolayısıyla egemen kültür de “burjuva kültürü”dür ve bu kültürün sorumluğunu taşıdığı hiçbir ilericilik nosyonu mevcut değildir. Burjuvazinin emekle birlikte emeği savunan sol ile olan mücadelesinin ötesinde bu tür dinamiği yakalamaya ihtiyacı da yoktur. Düzenin bekasını kendi bekası gibi gören bu sınıfın her durumda gerici karakteri ön plandadır. İlerici yönü diye nitelenen yön ise, reformistleri, revizyonistleri ve ulusalcı geçinen kesimleri kendi safına çekmesinden başka bir şey değildir. Özünde bu kesimleri bir tehdit olarak algılamış olsa da kendisine eklemleyebilmiştir. Egemen kültür tıpkı temsil ettiği sınıf gibi mutlak, önceden ve sonradan gelen bir yapı değildir. Yapısı itibariyle egemen sınıf kültürü zaaflarla doludur. İnceldiği yerden kopma eğilimine yatkındır. Kültürel alanda yarattığı boşluğun doldurulması mümkün değildir. Egemen üretim ilişkilerinden beslendiği için sürekli gediklere maruz kalması olasıdır. Bu gediklerin genişletilmesi, yapısal karamsarlığa rağmen mümkündür. 

Burjuva kültürünün genişlemesinde din formunun etkisi yadsınamaz.  Din formunun burjuva kültürü üzerinden kendini yeniden ürettiği gerçeğini unutmamak gerekir. Burjuva kültürü ile eklemlenen din, egemen ideolojinin bir parçası olması nedeniyle sınırlı bir ekonomik gücü temsil edebiliyor. Ancak ekonomik gücü elinde bulunduran burjuvazi, din formuna istediği yönü verebilir. Tahir Kalemci, “Laiklikten Ne Anlamalıyız” adlı makalesinde şunları belirtiyor: “Bir dönem dinin baskısına ve otoritesine karşı savaşan burjuvazi kendi egemenlik araçlarını oluşturmaya başlamasıyla birlikte dini ve dinsel örgütlenmeleri kendi tarafına çekmiş, onlara toplumda ciddi bir misyon biçmiştir. Dinsel otoritenin kapitalizmin vazgeçilmezliğini vaaz eden, insanları soyut bir huzura davet eden yaklaşımları burjuvazi için gül bahçesi demektir. Bu gülleri yetiştirmek, bunları ‘dünyevi hayatın’ pınarlarıyla beslemek burjuvazi için son derece karlı bir uğraştır.” [8]

Egemen kültür ve ideolojik bir motif olarak din formu, kısmen ezilen sınıfların yanında da saf tutmayı ihmal etmemiş, zaman zaman egemen kültür karşısında mazlum rolünü oynayabilmiştir. Egemen sınıfın safında yer tutan din formunda, ezenin değil, ezilenlerin dindar olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Egemenlerin dindar olmamasına rağmen din, egemen kültür ile olan bağını koparamamıştır. Bu bağ dönem dönem zayıflasa bile gizlenerek devam etmiştir. Örneğin, türban ile ilgili kargaşa nedeniyle din, burjuva siyaseti karşısında mazlum rolünü oynamış, burjuva kültürü ile olan bağını gizlemeyi kusursuz başarmış, bu bağ üzerinden burjuva ideolojisine eklemlenmiştir. Dolayısıyla burjuva kültürü demek, insanlığın ortak mirasını görmezden gelmek demektir. Tarih bilimi saptırılır, sınıf çıkarı gözetilerek hâkim sınıf yüceltilir. Bu bakımdan egemen kültür, kapitalist-emperyalist sistemin ülke koşullarına uydurulmuş burjuva kültürüdür.

Sonuç

Toplumda mevcut sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizlikler, kültürel eşitsizlikler ile birlikte pekiştirilmiştir. Düşünceler farklı; yaşam koşulları, eğitim, hatta simgeler farklı bir durum arz etmiştir. Ekonomik düzenin yeniden üretimi, salt ekonomik değil, aynı zamanda kültürel kaynakların aktarılması ile mümkündür. [9]  Sınıf eşitsizliklerinin yeniden üretilmesi, toplumdaki dengeleri alt üst etmiş durumdadır. Sosyal eşitsizliklerin kaynağı üretim ilişkileri üzerindeki mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Bu eşitsizlikler toplumsal tüm yapılarda kendisini gösteriyor. Eğitimden tutun da, hukuka, aile yapısına, eğitime, siyasete, sosyal statüye varıncaya kadar kendisi hissettiriyor. Örneğin, bu eşitsizliklerden biri olan eğitim sistemi, toplumda mevcut olan eşitsizlikleri azaltan bir araç olmaktan ziyade, eşitsizlikleri meşrulaştırıcı bir görev gibi görmekte ve kurumsal bir işlevmiş gibi kabul görmektedir. Toplumsal yeniden üretim olarak iddia edilen bu durum; sınıflar arası mevcut farklılıkları bir sonraki kuşağa aktararak, hiyerarşik yapıyı yeniden üretmeye ve toplumsal tabakalaşma düzenini devam ettirmeye yöneliktir. Kültürel aktarımlarda devletin rolü inkâr edilemez.

Kültür, üretim ilişkileri tarafından belirlenir; tıpkı ideoloji, siyaset, hukuk, devlet, ritüeller, eğitim, ahlak vb. gibi… Altyapı tarafından belirlenen kültür, ideoloji, hukuk, devlet, eğitim vb. kurumlar sınıfsaldır. Üstyapıdaki unsurlar altyapıdaki üretici güçlerin gelişmesine yetişemezler ve bu durum sınıf mücadelesine yol açar.

Kapitalizm nazarında önemli olan paradır. Sermaye para değil, birikim yoluyla artan paradır. Yani  “para getiren para”dır. Marks’a göre kapitalizm, kapitalistler tarafından ödenmeyen emeğin işçilerden sürekli olarak çalınmasına dayanmaktadır. Sermayenin vampir ve kurt adam olarak nitelendirilmesinin sebebi budur. “Sermaye, vampir benzeri, sadece canlı emeği emerek yaşayan ve daha fazla emdiği zaman, daha fazla emek emen ölü emektir.” Marks, kültür üzerine ayrı bir eser yazmamıştır. Kültür ile ilgili görüşlerini Kapital’de, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, Komünist Manifesto’da yazı ve makalelerin satır aralarında okuyoruz.  

İnsanların varoluşlarını belirleyen bilinçleri değil, tam tersi, toplumsal varoluşları, bilinçlerini belirler. Maddi yaşamdaki üretim tarzı, toplumsal, siyasal, ahlaki vb. manevi yaşam süreçlerinin genel niteliğini belirler. Üretim ilişkilerinin toplamı, toplumsal ekonomik yapıyı oluşturur. Bunun içine hukuk, siyaset, devlet vb. kurumlar da dâhildir. Kültür, maddi koşullarca belirlenmekle birlikte maddi temeldeki değişimler, kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Sınıflı bir toplumda kültür, gerek ideolojik içeriği, gerek pratik amaçları bakımından sınıfsal bir nitelik arz eder. Sermaye sınıfının iktidarda olduğu ve üretim araçlarının üzerindeki mülkiyet hakkını elinde tuttuğu toplumsal düzende burjuva kültürü, egemen kültür niteliğindedir. Çünkü maddi kültür ve onun üretimi için gerekli donanım ve finans, burjuvazinin tekelindedir. Günümüzde maddi kültür topyekûn burjuva kültürüdür. Dolayısıyla siyasete bağlı ve onun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.  

Burjuvazinin yükseliş döneminde mevcut kültür ile ilgili görüşü, bireyselliğe rağmen maddi temellere oturmaktan uzak, fakat olumlu, ileriye açık ve ahlaksal bir içeriğe sahip olmakla birlikte; günümüzde yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi bu alanda da tutuculuğa, gericiliğe ve her türlü yozlaşmaya elverişli bir ortam oluşturmuştur. 

Proleter kültür ya da sosyalist kültür; sosyalizme geçişte evrensel bir yasa olarak eski burjuva kültürü yerine, sınıfsal özüyle yeni bir kültürün yaratılmasıdır. Üretim ilişkilerinde özel mülkiyeti ortadan kaldırılan sosyalist devrim ile yaratılır. İşçi sınıfı kendi yeni kültürünü oluşturur. Bu da ancak belli bir aşamayla, gerekli yöntemlerin izlenmesi yoluyla ve titiz, sabırlı bir çaba ve örgütlenmeyle yapılabilir. Sosyalist toplum ve kültür denilince ilk akla gelen, Ekim Devrimi’nin ardından genç Sovyetler Devleti’nde ortaya çıkan “Proletkult”, yani proletarya kültürü sanat ve edebiyat alanındaki yankılarıdır. Dolayısıyla sınıfsal çelişkilerin yok edilmesi, etnik ve toplumsal engellerin ortadan kaldırılması, kültürün evrenselleşmesi, yabancılaşma sorunlarının ortadan kaldırılması, ancak sosyalist kültürün ikamesiyle mümkündür.


[1] Karl Marx – Friedrich Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1996, s. 101-103

[2] Raymond Williams, Marx, Marksizm, Kültür Kuramı, Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu (skop.com, 04.11.2019)

[3] Raymond Williams, Kültür ve Toplum Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu (İletişim Yayınları, 2007 sf.467-470)

[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1992, sf.41

[5] Doğan Ergun, Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, İmge Yayınları İst. 2000, sf 59 (Alıntı: Metin Çulhaoğlu, Sınıf Kültürü: Olmazsa Olmaz mı? Gelenek Dergisi, Sayı 82, Ekim 2004)

[6] Serdar Yılmaz, Kültürel Çalışmalar Yaklaşımının Ortaya Çıkmasında Gramsci ve Althusser’in Düşüncelerinin Etkileri (academia.edu, 2020 PDF dosyası)

[7]  Ali Doğan Güneşli, Burjuva Kültürünün bir Üst Aşaması Olarak Kültür Emperyalizmi (Gelenek Derg. Sayı 57, Haziran 1998)

[8]  Tahir Kalemci, Laiklikten Ne Anlamalıyız (Gelenek, sayı 54 sf.95 Aktaran Ali Doğan Güneşli)

[9]  Cengiz Yanıklar, Kültürel Sermaye, Eğitim ve Toplumsal Tabakalaşma (Sosyoloji Dergisi, s. 22, sf.123, İst. 2010)

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)