Günlerdir yazı konularını belirlemiş, üzerine notlar almış olmama rağmen bir türlü yazmaya başlayamadım. Türkiye’ye giden Afgan mülteciler, mülteci sorunu ve politikaları, planlı bir entegrasyon programının gerekliliği, mületcilere karşı nefret söylemleri… Cihadist, radikal islamcılara karşı olmak ile mülteci karşıtlığının birbirine karışması… Özellikle sosyal medyada çok kolay bir şekilde, sapla sapan birbirine karıştırılabiliyor ve meseleler birden tamamen farklı bir hale bürünebiliyor.
Sonra, pandemi koşulları ve dibe vuran ekonomi… Nefret söylemlerinin sokakta ırkçılığa yol alan görüngüleri ve bu tehlikeli gidişatın sonuçları…
Tüm bu sorunların ortasında Manavgat’tan, Dersim’e kadar ülkeyi saran orman yangınları… AKP iktidarının yangın karşısındaki tutumu… Cumhurbaşkanı’nın yangın yerine gidip insanların kafasına çay fırlatması… Orman yangınlarında yanan canlılara beyaz et muamelesi… Ne yalan söyleyeyim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, belki vatandaşları da beyaz et olarak görüyordur diye içimden geçirdim.
Fransa’da ise farklı gündemlerde akıyor hayat. Aşı olma zorunluluğuna karşı olanlar ve aşı olup “pass sanitaire” uygulamasına karşı olanlar… Pass Sanitaire uygulaması, iki doz aşı olunduğunun ispatı için gerekli olan aşı sağlık kartı. Toplu taşıma araçlarına bindiğinizde, bir kafede oturduğunuzda, şehirler arası yolculuk yaptığınızda, konserlerde, sinemalarda, tiyatrolarda, tatile gittiğinizde kısacası yaşamın tüm alanlarında yanında taşımanız gereken bir belge. Tıpkı kimlik kartı gibi. Bu hafta Pass Sanitaire- Sağlık Kartı’nı onaylayan Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına karşı Fransız halkı protesto gösterileri yapıyor.
Bu cumartesi dördüncü haftasına giren protesto gösterilerine, her hafta katılım artıyor. Kitlesel eylemlere dönüşmesinin nedeni, sağlık kartı uygulamasının özgürlükleri kısıtladığı ve bunun sosyal kontrole doğru evrilme tehlikesi. Mesela, Paris’te bir kafeye oturmanız için sağlık kartınızın olması gerekecek aksi takdirde bir kafede oturup kahvenizi veya biranızı içemeyeceksiniz.
Özetle, bu kitle hareketinde aşı karşıtları azınlığı oluştururken çoğunluğu oluşturan kitlelerin talepleri farklı. Fransız halkı, Fransa’nın, vatandaşın özgürlük haklarını koruyan bir ülke olduğunu, bu uygulamanın diktatoryal, distopik bir rejime yol açacağını düşünüyor. Sadece Paris’te değil, Fransa genelinde bu eylemlere halk, kitlesel olarak katılıyor. Zaten sosyal medyada birçok vatandaş sivil itaatsizlik çağrısı yapıyor. Fransa’da durumlar böyle… Ha bir de bu hafta Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, tiktok konuşması var gündemde. Neyse ki, Macron cool kıyafeti ve tik tok konuşması ile gündemde, henüz halkın kafasına çay fırlatmış değil.
Tüm bu gündemlerin her biri ayrı yazı konusu. Sonra fark ettim ki yüreğime sıkışan cümlelerin ağırlığı tüm bunlardan daha fazlası… Hani bazen olur ya, içinizde kalan, dile getirmediğiniz cümleler, sanki her an infilak edecekmiş gibi bir hisse kapılırsınız. İşte öyle bir şey… Bastırılmış, katran tutmuş bir öfkenin dışavurumundan bahsetmiyorum. Çevremizi saran kötülük zincirinden bahsediyorum. Dünya, distopik bir sisteme evrilirken, sanki her birimiz rehin alınıyormuşuz gibi… Küresel bir çete, tüm insanlığı yok etmeye yemin etmiş sanki… Küresel sermayenin efendileri, hayata dair ne varsa elimizden almaya and içmişler sanki… Yaşama dair ne varsa, en çokta gülüşümüzü, umudumuzu çalmak için fırsat kolluyorlar. Umudumuzu yitirirsek geriye ne kalır. Umudumuzu, yaşama sevincimizi yitirirsek, geriye bir et ve kemik yığını kalır. Ve bir et ve kemik yığınına dönüşen insanları yok etmek daha kolaydır.
Bu organize kötülüğün çemberinde, bazen insan karamsarlığa kapılmıyor değil. Ne zaman
kötülüğün o dipsiz karanlığı çökse üzerimize, içimizdeki umuda tutunuruz. Hele de insana dair umudu yitirmemek gerek. Hayır, hayalperest bir tutumdan bahsetmiyorum. Tam da insan realitesinden bahsediyorum. Her insanın içinde kötülük olduğu kadar iyi olan da vardır. Mesele, insanın içindeki o iyi olanı görmek, iyi olanı teşvik etmek ve beslemek…
Türkiye’deki yangın felaketinde, gönüllülerin karınca misali o büyük yangına su taşıması… Evi yanan insanlara, bölge halkının, yiyecek yardımı ve barınma koşulları sağlamaya çalışması… Terk edilmişliğin ortasında büyüyen toplumsal dayanışma, bize umutlu olmamızı söylüyor usulca… Bir
toplum ya da bir birey felaket anlarında sınanır adeta. Yangınların ortasında büyüyen bu sosyal dayanışma ağı, dayanışma bilincini geliştiriyor. Bu günler elbet geride kalacak ve yeni olan küllerinden doğacak.
Uruguay’lı şair ve yazar, Mauricio Rosencof bir röportajında şöyle der: “ Bizim için politik çalışma ve mücadele, sevgiden bir bölümdür. Ve mücadeleci gücümüzün kaynağı budur, insanı, çocukları, ülkemizi sevmek, insan varlığını sevmek. “
Öyle bir nefret iklimi yaratıldı ki, insanlar sevmeyi, sevginin gücünü unuttular. Nefret, nefreti doğurdu. Yangınlar ve sellerdeki enkazdan daha büyük bir enkaz bu! Siyasal islam iktidarının, Türkiye’ye bıraktığı en büyük enkaz budur bence. Kötülük, bir virüs gibi yayıldı.
Küllerinden doğacak olan bir şeyler var, umut gibi… Doğayı, insanı, hayvanları, ağaçları, çocukları, ülkemizi, dünyamızı, gezegenimizi sevmeyi öğrenmek gibi… Bu ekosistemde birbirimizle yaşamayı öğrenmek gibi… Zenginler, son dönemde uzay yolculuklarıyla gündem oluyorlar. Zenginlerin tek kişilik uzay seferi bileti 450 bin dolar. Onlar, bir başka gezegende yaşam arayışı içinde. Peki, ya biz? Bizim gidecek başka bir gezegenimiz yok! O halde, ya hep beraber dünyamıza, doğamıza sahip çıkacağız ya da hep birlikte korkunç bir yok oluşa sürükleneceğiz.
Hala vaktimiz var. Küllerinden doğacak bir umut bekliyor bizi…
- Karanlığın Gölgesinde Kadınlar - 12 Ocak 2025
- Okyanusta Bir Damla - 3 Ocak 2025
- HTŞ’nin Cicim Ayları - 15 Aralık 2024