“Mevcut gerçekliği kesin ve değişmez görmek gerektiğine inanmıyorum”
Luis Buñuel
Nakarat I: Gerçeklik ve Tekrar
Kriz üzerine ne kadar çok yazılıyor, ne kadar çok laf ediliyor. Her şeyin kavramsal düzeneklerden uzaklaştırılıp söze çevrildiği günlerde, kriz üzerine bu kadar konuşmanın neresi güzel diye soracak olunursa, krize ilişkin her konuşmanın mevcut gerçekliği şurasından burasından tırtıklamasının fevkalade güzel olduğunu düşünüyorum. L. Buñuel gibi düşünenlerin olması ne güzel. Güzel çünkü her şey, herkes bizleri gerçekliğe çağırıyor. Ama mutlaklaştırılan gerçeklik olarak şimdi, çelikten bir kafes gibi her birimizi içine çeken bir kara delik gibi çalışıyor. İçine çekip aldığı bizleri belirli bir tempo ve belirli bir düzeneğe bağlıyor. Kriz işte bu düzeneklerin kırıldığı, gerçekliğin çatladığı anlara karşılık geliyor. Ama kapitalist toplumsal varoluşun tepeden tırnağa kriz üreten bir içsel dinamizme sahip olmasının yanında, bir de kendine özgü bir bellek oluşturma hali var. Krizler patlak veriyor, konuşuyoruz, heyecanlanıp umutlanıyoruz, ama müdahaleler ile düzenek daha bir güçlenerek karşımıza çıktığı anda yeni gerçekliğimiz daha önceki kriz anlarına ait birçok şeyi unutturuyor. Düzeneğin oluşması aynı zamanda belleklerimizin de yeniden düzenlenmesi, belleklere müdahale anlamına geliyor. A.Huyssen “kültürümüz ölümcül bir bellek yitimine yakalandığı için derinleşen bir bunalım duygusundan” bahseder. (Huyssen, Alacakaranlık Anıları). Gerçekliğin mutlaklaştırılmasına karşı çıkan L.Bunuel bellek için anlamlı bir belirlemede bulunur: “Belleğin yaşamlarımızı yapan şey olduğunu fark etmek için, parça parça da olsa belleğinizi yitirmeye başlamanız gerekir. Belleksiz yaşam yaşam değildir… Belleğimiz; tutarlılığımız, aklımız, duygumuz, hatta eylemizdir. Onsuz birer hiçiz.”(L. Buñuel, Son Nefesim) Evet, sürekli şimdide yaşatılan bizler biraz da hiçleşiyoruz. Belleksizliğimizi hatırlamak için krizin patlak verdiği günleri önceleyen bir-kaç aya dönelim. Aklımıza gelir miydi Bear Stearns’ın, Fannie Mae ve Freddie Mac’in, AIG’in, Washington Mutual’ın düşeceği halleri, aklımıza gelir miydi İngiltere’de Northern Rock ve Bradford & Bingley’in devletleştirilmesi. Kapitalizm belleğimiz üzerinde öyle bir işlemiş ki sanki var olan durum hep varolagelmişti. Öyle ya, dünyanın sonu gelse de kapitalizmin sonunun geleceği düşünülmezdi. Slavoj Zizek bir yazısında “bilim kurgu alanına bakın: dünyanın sonunu tahayyül etmek kapitalizmin sonunu öngörmekten çok daha kolay” diye belirtmişti. Bu bellek yitiminin krizle doğrudan bağlantısını, 1929 krizine karşı gerçekleştirilen düzenlemelerin (Glass-Steagal Act -1933), sanki tüm bunlar yaşanmamış gibi krizin kalbi olan ABD’de 1999 yılında (Gramm-Leach-Bliley Act) kaldırılmasında görebiliriz (G.Fındıkçıoğlu’nun sunuşundan). Belki burada biraz S. Freud’un yorumunu hatırlayabiliriz: “normal gelişme, krizle karşı karşıya gelmiş olmanın yarattığı travmanın unutulması yoluyla sağlanır” (K:Karatini,Transkritik).
Kriz anları belleklere giydirilen mutlak şimdinin mutlaklığını bir an olsa bile parçaladığı gibi daha önce yaşanan travmaları da yeniden bilince taşıyor. Daha önceki krizlerle yaşadığımız krizi karşılaştıran onlarca yazı/makaleyi burada alt alta sıralayabilirim. Kriz anları bir de belleklerden silinen/silinmesi istenen ve travma yaratan bir aktörü K. Marx’ı da yeniden hatırlattı. K. Marx’ı hatırlamamak olası mı? K. Marx, toplumsal ilişkiler sistemi olarak kapitalizmi karakterize eden sermaye birikim sürecini “süreç halindeki çelişki” olarak tanımlamıştı. Unuttuk/unutturuldu; kapitalizmin süreç halinde çelişki olduğu. K. Marx’ın ifadesi ile krizler, sürekli varolan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleridir. Onlar bozulmuş dengeyi bir süre için yeniden kuran şiddetli patlamalardır.
Ama süreç içinde çelişki olarak kapitalizm, karşılaştığı çelişkileri aşmak için kendi bedenine zor uyguluyor. Zor çelişkilerin aşılması ama genellikle de çelişkilerin baskı altına alınması anlamına geliyor. Krizlerden çıkmak için kapitalizmin kendi kendine zor uygulaması, kapitalizmin yeniden güçlenerek krizden çıkması anlamına geliyor. Çelişkilerin değil de temel antagonizmanın ortadan kalkması için kapitalizmin antagonistik çelişkilerin ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu gereklilik aynı zamanda nesnelleştirilenlerin özne olarak sürece müdahale etmesinin gerekli olduğunu bizlere veriyor. Ama kapitalizm tüm bu travmalara rağmen hala devam ediyorsa, kapitalizmin kendi krizlerini kendi aştığını ya da baskıladığını, baskılayarak ötelediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu kadar sözün edildiği ortamda kriz üzerine yazı yazmak oldukça zor, ama biz bir nakarat yani bir tekrar üzerinden krizi açıklayacağız. Nakaratımız; krizlerin kapitalizmde belirli aralıklarla yinelenen ama her tekrarın bir diğerinden farklı olduğunu işaret etmek olacak. Siz okurlar için bu basit bir ifade ve okuyup geçebilirsiniz. Oysa kendi adıma krizi / krizleri anlamaya çalışırken (kriz üzerine Türkiye’nin hemen hemen her tarafında konuşmalar yaptığım da göz önüne alınırsa) şu an yazmaya çalıştığım metnin düşünsel sistematiğim üzerinde önemli bir yıkım ya da yeni açılımlara yol açtığını sahicilik adına sizlerle paylaşmak istiyorum. Tekrar ve fark üzerinden kapitalizmi anlamak, kullandığım bazı kavramlara, mesela soyutlama, öz ve biçim gibi kavramlara/kavramlarıma eleştirel bir gözle yeniden bakmama neden oldu.
Luis Buñuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filmi kapitalizmin canlı kanlı bir şekilde ve egemen sınıf üzerinden bu tekrar ve farklılığı o kadar iyi ele veriyor ki. kriz2Bunuel büyüleyici filminde altı burjuvayı hep tekrar eden eylemliliklerde bir araya getiriyor. Yemek için, sevişmek için ya da bu iki eylemliliğin tekrarı sonunda altı burjuvamız trafiğin olmadığı bir yolda yürürken bir araya geliyorlar/getiriliyorlar. Ama gerçekleşen her tekrar, aslında farklılıkları içeriyor. Diğer yandan her tekrar da burjuvazinin tekrarın tekrar edememe halinden korktuğunu bizlere gösteriyor. Farklılıkların ortak yanı ise verili olanın tekrar kanalı ile kendisini yenileyemeyeceği korkusu. Bu korku/endişe her tekrarda karşımıza çıkar. Aslında tekrarların olmaması burjuvazi için ölüm demektir ve filmde burjuvazinin dış dünyasına yansımayan bu tekrarın olmaması yani ölüm korkusunu rüyalar dolayımında yakalarız. Latin Amerika’nın diplomat burjuvası rüyasında yine yemek esnasında iken gerillaların silahlarla saldırdığı bir anda yemek masasının altına saklanır ve saklanırken bile eli gizlice masa üzerindeki salama gider. Yani kriz anı, ölüm anında bile yemek, ya da her durum ve şartta sermaye birikiminin devam etmesi gerekiyor. Kapitalizmi tanımlayan işleyiş/mekanizmanın belki de en önemli belirleyeni, insanın tarihsel/toplumsal doğal koşullarında inanılmaz değişikliklere, insanlığın kabul etmeyeceği değişikliklere yol açmasıdır. İnsanın kendi emeğinin kendinden ayrılarak bir para (ücret) karşılığı belirli zamanlar içinde belirli mekânlara kapatılması, milyonlarca yıl süren varoluş için kabul edilmez bir istisna halidir. Yine binlerce-onbinlerce yıl insanların ihtiyaçları için üretim yapmaları, yerini sadece değişim değeri, birikim ve kâr için üretim yaplamalarına bıraktı. Belirli bir yaşam düzeyi, belirli bir sınıfın yaşam düzeyi için üretimin yeniden yapılanması sadece insanlık için değil, doğa için de tam bir istisna halidir. Çünkü bu amaçla örgütlenmiş bir üretim sadece insanı değil, doğayı ve varolan tüm yaşam ortamını tahrip ediyor. Kapitalizmin ve onun taşıyıcı öznesi olan burjuvaların bu istisna halini birer kurala çevirmeleri, kuralları birer düzenek olarak tekrar etmesini sağlamaları, gereklilik ve zorunluluk hali. G.Agemben güzel ifade etmiş: “İçinde yaşadığımız çağda, istisna durumu her geçen gün biraz daha temel siyasal yapı haline geliyor ve nihai anlamda da kural olmaya başlıyor”(G.Agamben, Kutsal İnsan).
Bunuel’in “mevcut gerçekliği kesin ve değişmez görmek gerektiğine inanmıyorum” sözlerinin karşısında gerçekliği burjuvazi adına yeniden yeniden, yeni koşullara uygun halde tekrarını sağlayan dini kurumları temsilen piskoposu, işkence yapan polisleri ve orduyu temsilen askerleri de burjuvazinin bir türlü başaramadıkları yemek sahnelerinde ya da rüyalarında görürüz. Yani korktukları ve tedirgin oldukları her anda onlar yanı başlarında, tekrarın sağlanamama tehlikesine karşı görev başındadırlar. Tekrarı bu anlamda sadece tekrar olarak algılamak, sadece belleklerimizin bize oynadığı kötü bir oyun değil, bu oyun kapitalizmin tekrarları hızlandıran ama tekrarlar dolayında günübirlik istisna halini yeniden yeni koşullara göre üreten gerçekliğin /işleyişinin sonucu olarak da tanımlanabilir.
Tekrar olsa bile kapitalizmin başından itibaren yinelenen krizleri, kapitalizmin yapısal işleyişinin farklılıklarını içinde barındırır. Yineleme ve farklılık zamanı ve zaman içinde farklılaşan kapitalizmin ilişkisel varlığını bilgiye ve politik bir dile çevirebilir. Belleklerimiz yinelenen benzerlikler değil, yinelenmede kapitalizme ait farklılıkları işaret ettiğinde sağlıklı bir belleğe dönüşecek. C.Colebrook ifade etmek istediğim şeyi o kadar açık bir şekilde dile getirmiş ki: “Farklılığı ve düşünmeyi yinelememiz gerekiyor; tam da düşünmenin ve farklılığın ne olduğunu kavradığımızı hissettiğimiz an farklılığın gücünü kaybediyoruz. Yineleme, aynı şeyin tekrar tekrar yeniden vuku bulması değildir basitçe; bir şeyi yinelemek tekrar başlamaktır, yenile(n)mek, sorgulamak ve aynı kalmayı reddetmektir”(C.Colebroook,Gilles Deleuze,17-18)
[chapter:Nakarat II: Kriz, Kritik, Farklılaşma]
Entelektüel, bir sıkışma durumunda, çıkış yolu gözükmeyen ve öylesine giden, olması gerekirken hiçbir şey olmayan bir düzende, bir kopma, karma, ayırma işlemi yapan kişidir… Sözcüğün ilk anlamında belki. Bir kriz yaratmak, varolan bir hali eleştirip, bu değişmezlik tarlasına “kuşku” tohumları ekmektir. (Cogito, sayı 27).
Kapitalizmin şanslı kulları olan burjuvaların kendilerini var eden sermaye birikiminin sorunsuz tekrarlar üzerinden devam etmesi, L.Bunuel’in sahnelerinde sinema diliyle bir şölene çevrilerek anlatılmıştı. İstisna halinin kurala dönüşmesi için polise, askere ve papaza, hacıya, hocaya ne kadar ihtiyaç duyulsa da, bir o kadar da istisna halinin doğal, evrensel ve değişmez olduğunun “kültürel bilinç dışına” aktarılması gerekiyor ve aktarılıyor da. Bu istek zaman içinde yapısallaşarak insanların uymaları gereken bir dizi zorunluluğa neden oluyor. Bireyler olarak sermayelerin bugüne/şimdiye ilişkin taleplerinin en önemli destekçisi, zaman içinde yapısal hal alan bu zorunluluklardır. Zorunlulukların ilk elden dile geldiği alan düşünme tarzını/tarzlarını belirlemekten geçiyor. Kapitalizm tekrarlarla güçlenen yapısı, artık kendisi için düşünen, düşüncelerini burjuvaların varkalma koşuları için hazır tutan/sunan aydınlar üretiyor. Bazen bu aydınlar kendilerini de var eden sistem adına, hizmet ettikleri insanlara karşı da laf etmekten geri kalmıyorlar. Sermayenin en candan aydını Eyüp Can bakın bir yazısında durumun ulaştığı aşamayı nasıl açığa çıkarıyor. Yazısının başlığı “Alaton, Şahenk ve Akın nasıl komünist oldu!” ve yazısında : “İshak Bey, GE’nin efsanevi CEO’su Jack Welch’e, İşTcell Liderler Konferansı’nda şöyle bir soru sordu: “Aşırı derecede artan enerji ve gıda fiyatları binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine, hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” Salonda çok büyük bir alkış koptu. Fakat Welch hem soruyu hem de alkışı tam olarak anlayamadığı-belki de Amerika standartlarında fazla ideolojik bulduğu-için “saçma” diyerek kestirip attı.” Soruya sadece Welc sinirlenmiyor, Can’da sinirleniyor ve devamla: “Evet haklısınız, servet dağılımının çok hızlı ve haksız bir biçimde yer değiştirdiği haksız bir dünya ile karşı karşıyayız. Dünyanın bir kısmı şımarıklaşırken diğer kısmı fakirleşiyor.” Fakat çözüm Marx’dan ziyade Smith’de. Çünkü Marksist teori sosyal demokrasinin gelişmesine yaptığı katkılara rağmen hala büyük ölçüde korumacı, anti-piyasacı ve küreselleşme karşıtı. Oysa Smith’in talebeleri sürdürülebilir-karlı modellerle kapitalizmi yeni bir aşamaya taşımanın yollarını arıyorlar” diyor. (E.Can, Referens Gazetesi).
U. Eco’nun entelektüelin yapması gereken şeyi “varolan bir hali eleştirip, bu değişmezlik tarlasına “kuşku” tohumları ekmektir” olarak açıklarken, kriz döneminde sadece E. Can gibi sermayeye candan servis yapanlar değil, ne yazık ki muhalifler de istisna halinin orta yere döküldüğü bu anlarda, krizden kurtulmak için neler yapılması gerektiği konusunda bir dizi açıklama yapıyorlar: Yok efendim devlet biraz daha etkin olmalı, üretken yatırımlar desteklenmeli, istihdam şöyle yaratılmalı gibi. Örnekleyelim mi? Yok Yok örneklemeyelim.
Eleştirel bakış açısı, aynı zamanda eleştirel olan bakış açılarına da yönelmeli. Bu bağlamda son dönem krize yönelik eleştirel yaklaşımlara baktığımızda da oldukça sorunlu analizlerle karşılaşıyoruz. Marksist analizlerde de varolan tekrarlar, kavramsal düzeneklerde ve bir de toptancı yaklaşımda kendini açığa çıkarıyor. Birçok analiz örtük olarak Keynesyen ya da Monthly Review okulunun dili üzerinden krize açıklamaya çalışıyor. Ya da kâr oranlarının düşme eğilimi YASASI gibi toptancı bir dil çerçevesinde krizlerin kapitalizme içsel olduğu vurgusu ile analiz açılıp-kapanabiliyor. Yani kavramsal düzenekler bu sefer farklılaşmaları içermeden yineleniyor. Burada, kavramları üretme tekniğimizin olmazsa olmazı olan soyutlamaya ilişkin farklı bir açılım yapmamız gerekiyor. “Kapitalist toplumda gerçek soyutlama, farklılıkların uzağında mantıksal bir soyutlama değil, aksine, farklılıktan ve tamamen özgül bir toplumsal belirlenmişlikten doğan bir soyutlamadır. Bu yüzden de farka gebedir ve tüm bir toplumu eklemleme yetisindedir” (Finelli’den akataran Toscana, Otonom). Kriz ortamı, kapitalizmin istisnalarını açığa çıkardığı gibi yenilenme ve dolayısıyla olası farklılaşmaları açığa çıkarıyor. Örnek olarak içinden geçtiğimiz kriz, kapitalizmin istisnalarla dolu işleyişinin dünya ölçeğinde belirleyici olduğunu ama aynı zamanda bu belirleyiciliğini para olgusunun en fetiş olan borçlanmayı da metalaştırarak yaptığını göstermesi gibi bir çok farklılığı ve daha da önemlisi alınan önlemlerle biçimlenecek farklılıkları ele verecek nitelikte.
Kriz olgusu ve bu olgunun kavramsallaştırılmasında ilk elden işaret edeceğimiz ama bu çalışmanın sınırları içinde detaylı olarak tüm yönleri ile ele alamayacağımız problemleri birkaç başlık altında toplayabiliriz:
1- Krize yönelik analizlerdeki farklılaşmayan tekrar, krizin toplumsal gerçekliğin sınırlı bir alanından analiz edilmesi anlamına gelmektedir. Bu alan ya iktisadi denen olgu üzerinden ele alınıyor. Ya da son zamanlarda muhalif/sosyalist/Marksistlerin de içinde olduğu geniş bir kesimin koro halinde ifade ettiği gibi kriz sadece parasal değişkenler, finansal değişkenler üzerinden ele alınıyor. “Kriz finansal bir krizdir”. Bu tanım, TC Başbakanı ile muhalif iktisatçı-Marksisti aynı koroda, krizi analiz etme konusunda birleştiriyor.
Kriz, bir olay ve o olayın gerçekleştiği an üzerinden analize konu oluyor. Temel nakaratımız olan kapitalizmin genişleyen toplam yeniden üretiminin çelişkili sürekliliğini göz önüne aldığımızda, krizin zaman içinde özellikle krizi aşmak isteyen L.Bunuel’in sermayedarları, polisi, askeri, teknokratını harekete geçireceğini ve yapılan müdahalelerin krizin ötelenmesine ve farklı biçimlere neden olacağını daha sonra açmak üzere ifade etmekle yetinelim.
3- Kriz, belirli bir alan, belirli bir an ve belirli olaylara bağlandığında bir başka sorun kendisini gösterir: Krizi homojen bir olgu olarak ele alıp tüm ülke ve toplumlara aynen uygulamak. Kapitalizmi tanımlayan mekanizmalar, oluşumu başından itibaren dünya ölçeğinde etkileşimle gerçekleşmiştir, ama bizzat bu etkileşimin kendisi bir dizi eşitsiz ilişkilere neden olmuştur. İlk elden bir ayrım/genelleme yapacak olursak, kapitalizmle erken tanışan ve sermaye birikiminde yol alan erken kapitalistleşen toplumlarla, erken kapitalistleşen ve birikimde yol alan sermaye-ülkelere maruz kalan toplumlar arasında önemli farklılıklar vardır. Farklılıklar zaman içinde nitelik farklılıklardan daha çok nicelik farklılığa dönüşmüştür. Kapitalist işleyişe geç de olsa eklemlenmeye geç kapitalistleşme diyoruz. Aynı sistem içinde ama farklılıklara sahip bu gerçekliklerin krizleri ve krizden etkilenmeleri farklı biçimlerde gerçekleşiyor. Sadece şu olgusal gerçekliği işaret edelim, Türkiye’nin yaşadığı tüm krizlerde döviz kısıtı her zaman belirleyici olmuştur, ya da kriz kendini hep döviz krizi olarak göstermiştir. Ama her krizde döviz talebinin niteliği ve kaynağı farklı olmuştur.
[chapter:Nakarat-III: Kriz, Beden ve Kapitalizm]
“İlerleme ve yıkım aynı paranın ilki yüzü gibidir” H. Arendt
Krizin patlak verdiği ilk günlerde sermayenin organik aydınları ilk elden kapitalizmin sonunun gelmediği üzerine ve K. Marx’ın haksız olduğuna dair yazılar yazdılar. Örnek olarak Harvard Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden Jeffrey A. Miron’un krize ilişkin bir soruya verdiği cevap ruh halini iyi yansıtıyor “Krizin, kapitalizmin sonu “olması” gerektiğine inanmıyorum, çünkü kriz kapitalizmden kaynaklanmıyor. Kriz, borç alanlar ve kredi sağlayan kuruluşların aşırı risk almasını teşvik eden kötü hükümet politikalarından kaynaklandı”. Kriz biz anti-kapitalistleri ne kadar kapitalizmin yıkımına dair umutlandırıyorsa, sermayenin organik aydınlarını da kapitalizmin yıkılacağından korkarak savunmaya sokuyor. Aslında her iki yaklaşım da yani bir bütün olarak kapitalizmin yıkılacağı ya da yıkılmayacağı ifadeleri aslında kriz kavramının tarihsel kökenleri ile yakından ilişkili. Kavram eski Yunanca ve Arapça’da tıp terminolojisi için kullanılıyor. Kriz, ölümcül hastanın ölüm ile yaşam arasındaki o ince ayrımı ifade etmek için kullanılıyor, yani bir sistem olarak bedenin kendini yeniden üretememesi. Gustav Klimt’in Ölüm ile Yaşam Arasında tablosunu çağrıştıran bu ifade kriz analizlerinde genellikle kullanılmıyor, yani kapitalizmin bir sistem olarak toplam toplumsal yeniden üretiminin kendini yeniden üretememe koşulu olarak ele alınmıyor. Krize ait analiz ve açıklamalara baktığımızda, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi iktisat disiplinin tanımladığı bir gerçekliğe ve bu gerçekliğin işaret ettiği yöne doğru bakıyoruz. Doğallaştırıp mutlaklaştıran gerçekliğin bilgisi olarak iktisat üzerinden krizi anlamaya çalışmak, hani sıkça derler ya, “olmayan kediyi karanlık bir odada aramaya benziyor”. Kriz koşulları istisna durumu kural olarak kodlayan ve sürekli farklılaşmalarla yinelenen düzeneği deşifre ederken, iktisat disiplini ve sermayenin organik aydınları ya da yabancılaşma sürecine maruz kalan muhalif yazarlar beden yerine bedenden bağımsızmışçasına bazı organları gösteriyorlar. “Gözü kör oldu ama hastamız kör değil” demek gibi bir durumla karşılaşıyoruz.
Son yıllarda durum daha da vahimleşti. Kapitalizm ve onun toplumsal genişleyen üretim mekanizmaları finansal işleyiş üzerinden ele alınıyor. Böyle olunca kriz sadece iktisadi düzenekler üzerinden ve dahası finansal işleyiş üzerinden analiz ediliyor. Bugünlerde gazetelerde yayınlanan DİSK’e ait bir ilan yabancılaşma ve akıl almazlığı gözler önüne seriyor. İlanda “milyarlarca dolarlık yatırımların hurdaya dönüşmesinden ve sanayicinin, tefecilerin eline düşmesinden” şikâyet ediliyor. Yani aslında sistem ve onun asli unsuru olan üretken kapitalistler “iyi” olarak değerlendirilirken, sisteme kene gibi yapışan para-sermaye ya da bankalar sistemin işleyişini olumsuz yönde etkiliyor. Şizoid durumu denmez, ikiye yarılma yok yer değiştirme var ve ilanda “İşverenin üzerindeki enerji ve prim yükleri de kalksın” deniliyor. Bunu sendikacı yapıyor ama aynı zamanda akademiya da muhalif sol olarak kendini tanımlayan kesimler ve bu kesimlerden el alan sol gruplar da yapıyor.
Kapitalizmde yaşanan sorunların ve krizlerin temel nedenin kapitalizm olduğunu işaret etme ihtiyacını ilk elden K. Marx duymuştur. K. Marx bu ihtiyacı ve dahası kapitalizmin işleyişine ait derinlemesine analizini kriz öncesi dile getirmişti. Grundrisse ilişkin ilk el yazmalarında K. Marx “kapitalist sistemin kötülüklerinin üreticilerin bankerler tarafından sömürülmesinden kaynaklandığı fikrini temel alan ve özel mülkiyete dayalı üretim sistemini dönüştürmeden parasal sistemi değiştirmekle bunların üzerinden gelinebileceğine inanan parasal reformculara saldırıyordu. Parasal reformculara göre bankerler krediyi kısıtlayarak yüksek faiz oranları dayatmak için tekelci para politikalarını kötüye kullanıyor, böylece üreticinin meşru kârına haksız yere el koyuyor ve en kıt olduğu zamanda krediyi kısıtlayarak daha da kötüleştirdikleri ticari ve mali krizleri başlatıyorlardı.”(S.Clarke, Marx’ın Kriz Teorisi). DİSK’in ve DİSK’e akıl hocalığı yapanların yeniden okuması gereken satırlar değil mi ama?
Kriz kavramının ölüm ile yaşam arasındaki sınırda olan bedenle analojik bağlantısını kurduktan sonra, hemen farklılıklara değinmek gerekiyor. Kapitalizmi tanımlayan bedenin en önemli belirleyicisi, bedende değişiklikleri zorunlu kılan artı-değerdir. Ama artı-değere ulaşmak için, sınıfsal ilişki ve bu ilişkilerin ördüğü düzenek gerekiyor. Bizzat bu ilişki ve düzenekler istisna halini eşitsizlik ilişkileri dolayında kurallara dönüştürüyor ve yine bu düzenek istisna koşulları üzerinden oluştuğu/oluşturulduğu için de düzenek oldukça kırılgan bir yapıya sahip oluyor. Genel olarak kapitalizmi ama özelde krizleri “bilmek” için ister istemez kapitalist düzeneğin/bedenin işleyişini bilememiz gerekiyor. Kapitalizmin üretim mantığı ve bu mantığa egemen olan değişim değerini bilmeden, bedenin işleyişini ve kırılganlıklarını bilmemiz olası değil. Ama aynı zamanda değişim değerinin varlığında var olan metalar, metalaşan emek-gücü ve değişim değerlerinin ontolojik kaynağı olan para bilinmeden işleyişi ve krizleri anlayamayız.
Analojiden hareketle insan bedeni ile kapitalist beden arasındaki önemli bir farkı açığa çıkarmak yazımız açısından önemli. Kapitalist toplumsal ilişkiler, üretim ve dolaşım ilişkilerinin kendi içindeki bir dizi bağlantı dolayında biçimleniyor, ama bu biçimlenmede en önemli farklılık kapitalizmin artı-değer yaratma kapasitesidir. Artı-değer yaratmak için kendisi de değişim değeri olan emek-gücü ile yine değişim değeri ve birikim aracı olarak paranın ve bu üç ilişki arasında içsel bağlantıların kurulması gerekiyor. İşte bu bağlantı kurulduğu andan itibaren artı-değerin her yaratılma anı, aynı zamanda sadece dolaşım alanında yeni tüketilecek metalar yaratılması anlamına gelmez, kapitalist bedenin genişleyerek yeniden üretecek üretim araçlarının da yaratılmasına yol açar. Kapitalist beden masallarda olduğu gibi her şeyi yiyip-yutan devlere benziyor. Farkı yaratan üretim aşamasındaki artı-değer iken, zaman içinde biriken artı-değerler bir bütün olarak kapitalist toplam toplumsal koşulların değişen farklılaşan bedeninin yeniden üretilmesi anlamına gelir. Bu anlamda kapitalist düzenek katı sistem dili üzerinden anlaşılamaz, kapitalist beden ilişki ve ilişkilerin zaman içinde yarattığı farklılıklar üzerinden anlaşılır. Bu yüzden yaşanan her kriz aynı zamanda kapitalist bedenin krizidir. Kapitalist beden ise ilk başlarda ancak üretimin, artı-değerin yoğunlaştığı mekân/alanlar üzerinden anlaşılabilirdi, ama zaman içinde yaratılan artı-değerler daha fazla üretim malları üretimine yol açtığı ölçüde dolaşım alanı ve gündelik yaşamın temposu da hızlanmaya başlamıştır. Kapitalist birikimde gözlemlenen artış ve dolayısıyla hız, sermayenin imalat üzerindeki yeni değerlenme olanaklarını zorlaştırmanın yanı sıra elde biriken para biçimindeki sermayelerin değersizleşmesi tehlikelerini hızla arttırmıştır. Son otuz-kırk yılın, sermayenin değerlenme çabaları ile dolu geçen yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Değerlenme çabaları zora girdikçe, üretim alanının yanısıra dolaşım alanında inanılmaz yeni buluşlarla karşılaşıyoruz. Yaşamın tüm alanlarının metalaşma sürecine çekilmesi yani sağlık, yani eğitim, yani su ve doğanın dönüştürülmesi bu değişim/farklılaşmaları ele verecek nitelikte. Yine sermayenin hem yeni mekânlarda yeşermesi ama hem de yeni mekânlara sermayenin akması da bu zorunluluğun açığa çıktığı olgular olarak tanımlanabilir. Özellikle erken kapitalistleşen ülkelerde para biçiminde biriken sermaye ile sermayeye ihtiyaç duyulması sonucu açığa çıkan borç biçimindeki sermaye arasındaki ilişki “para yönetici kapitalizm” olarak (Minsky) tanımlanacak bir düzenekle ve bu düzenekte akla hayale sığmayacak yeni finansal araçlarla karşılaşıyoruz. J.Baudrillard’ın Amerika gezisine atfen kullandığı “nedenlerini yitirmiş sonuçlar toplumu” tanımlamasını doğrulayacak bir gelişme ile bir dizi finansal kavramla yüzleşir olduk ve kendi adıma bu kavramların işleyişini öğrenmekte epey bir zorluk çektim (“Mortgage-backed securities” (MBS), teminata dayalı tahviller (CDO’s), kredi temerrüt takaslamalarır, “kredi sigorta primleri” (CDS’s) ve yine bunlar üzerinden açığa çıkarılan sayısız türev ürünler). Fakat kriz derken bu ürünler ve bu ürünleri icat edenler, bu ürünlerle iştigal eden bir takım kapitalistler suçlanıyor, ama bu ürünler ve ürünleri vareden kapitalizm ve sermaye birikim mekanizması eleştiri/analiz nesnesine bir türlü dönüşmüyor. Dönüştürülmüyor.
Uzatmadan krizi anlamak için kapitalizmin toplam toplumsal genişleyen yeniden üretiminin analizlerin çıkış noktası olması gerektiğini ısrarla belirtmek istiyorum. Kapitalist toplumda kriz sadece parasal ilişkiler alanında kendini göstermez, kriz bedenin işleyişinin herhangi bir yerinde açığa çıkıp bedenin farklı bölgelerine yayılabileceği gibi, bu alanda çıkan kriz bir müdahale ile önlenebilir, ya da bir yerde açığa çıkan krizi önlemeye yönelik müdahaleler zaman içinde krizin bedenin başka bölgelerinde kendini göstermesine neden olabilir. Klimt’in tablosunda olduğu gibi kapitalizm, ölüm ile yaşamı ya da yaşam ile yıkımı eşzamanlı yaşatır insanlara. Üretim insanların ihtiyaçları için değil de değişim, yani kâr, yani sermaye birikimi için gerçekleştirildiği anda en önemli mekanizma olan metaların genişleyen yeniden üretimi dediğimiz süreç ve mekanizma ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden olsa gerek, kapitalist toplumsal ilişkilerin genişleyen yeniden üretiminde üzerinde en çok durulan konu metaların yeniden üretimi olmuştur. Kapitalist toplumsal ilişkilerde burada detaylandıramayacağımız kadar merkezi öneme sahip olan metalaşma süreci ise sadece insanların en temel ihtiyaçlarını metalaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda insanlık tarihinin en acımasız dönüşümü olan emek gücünün metalaştırmasını da gerçekleştiriyor. Emek-gücünün, insanların kendi bedenlerinden çekilip alınarak metalaşması, hem sistemi ayakta tutan en önemli değişimdir, hem de krizin en önemli kaynaklarından biridir.
Ama hem sistemi ayakta tutan, hem de sistemi oldukça kırılgan yapan emek-gücünün metalaşması aynı zamanda emek-gücünün genişleyen yeniden üretimini gerekli kılıyor. Bu ilk elden meta ile emek-gücü arasındaki yapısal ve içsel bağlantıların sorgulanarak analiz edilmesinin önemini işaret ediyor. Ama gerek metaların kendi aralarındaki ve insanlarla olan ilişkisini düzenleyen fiyat mekanizması, gerekse emek-gücünün zaman üzerinden nicelikleştirilmesi (ücret), değişim değerinin egemenliğini sağlayan paranın da kapitalist mantık içinde yeniden biçimlenmesini zorunlu kılmıştır. Değişim değeri toplumsal ilişkilerde egemen olduğu oranda, değişime konu olan şeyler arasındaki ilişkileri sağlayan ve ortak ölçü olan paranın da toplumsal ilişkilerde genişleyen yeniden üretimi en çok göze çarpan ve ama analizi en zor olan paranın toplam genişleyen yeniden üretim sürecini başlatmıştır. Marksizm, belki de daha doğru bir ifade ile K. Marx, analizlerini metaların genişleyen yeniden üretimi üzerinden gerçekleştirmiştir. Bir başka ifadeyle K. Marx, metanın en fetişistik karakteri üzerinde yoğunlaşarak, kapitalizmin yapısal olarak oldukça önemli olan bu alanını deşifre etti, yani kavramsal düzeye taşıdı. Ama gerek emek-gücünün toplumsal olarak genişleyen yeniden üretimi ve gerekse de paranın toplumsal olarak genişleyen yeniden üretimi konusu yeterli önemde ve düzeyde Marksist analizlere konu olmamıştır. Evet, bir meta olarak emek-gücü ve evet bir meta olarak para, analiz edilmiştir. Ancak emek-gücü ve paranın toplumsal olarak genişleyen yeniden üretimi ve bu alanların içsel derin bağlantıları üzerinde yeteri kadar durulmamıştır. Emek-gücünün genişleyen yeniden üretim merkezi olan hane halkı, öncelikle feminist ama daha sonra Marksist feministlerce ele alıp analiz edilmiştir. Sermaye birikim düzeneği, hane halkı ile fabrikalar ve bürolar arasında ilişkileri emek-gücü açısından kurmak zorunda olduğu ölçüde, kapitalist öncesi ilişkilerde belirleyici olan patriyarkal sistem dönüştürülerek sisteme entegre edilmiştir. Kapitalist toplumun farklı aşamalarında ve kapitalist toplumun eşzamanlı olarak farklı mekânlarında kapitalist patriyarkanın ya da patriyarkal kapitalizmin öne çıktığını görürüz. İlişki lineer değildir, patriyarka ve kapitalizmin yapısal işleyişinin koşullara bağlı olarak etkin olduğunu söyleyebiliriz. Kriz her koşulda kadınları ve erkekleri ama ücretli kadın ve erkekleri olumsuz etkiler, ama fabrikada emek-sermaye ilişkisi içinde etkilenme ve taraflar (sermaye, erkek iş arkadaşı, amir vs) farklı olacak, hane halkı içinde etkilenme ve taraflar (koca, eş) farklı olacaktır. Metaların yeniden üretim alanında kriz açığa çıktığı anda, krizin etkisi dalga dalga fabrikalardan, bürolardan evlere yansıyacaktır.
Diğer yandan yukarda belirttiğim gibi paranın toplumsal genişleyen üretimi, üstyapı kurumu ya da özün açığa çıktığı biçimler olarak tanımlandığı için de yeterli ve gerekli düzeyde kavramsallaştırılmamıştır. Bahsettiğimiz toplumsal ihtiyaçların yeniden üretim alanı olan üretim ve üretimin gerçekleşmesi için gerekli olan emek-gücü ve paranın yeniden üretiminin içsel derin bağlantıları yeteri kadar geliştirilmemiştir. Ama toplumsal gerçekliğin kapitalist anlamda inşası bu alanların içsel-çoğul bağlantıları dolayında gerçekleşiyor. Egemen sosyal bilimlerin tanımladığı şizofrenik dünyada bu alanlar bir gerçekliğin parçaları olarak değil, her biri farklılaşmış disiplinlerin araştırma nesnesine dönüştürülmüştür. İhtiyaçların yani zenginliğin (metaların) yeniden üretimi ekonomi disiplinine havale edilirken, zenginliğin paylaşımı siyaset bilimine, aile (hanehalkı) ise sosyolojiye bırakılmıştır. Bu ayrışma anlaşılmasından öte, gerçekliğin belirli iktidar ilişkileri içinde analiz edilerek verili gerçekliğin yeniden üretimini sağlamıştır. Oysa sistemin, yani kapitalist sistemin istikrarı, tam da bu içsel bağlantıların her gün yeniden farklılaşarak yinelenmesini gerektirir, kriz ise bu içsel bağlantıların artık yeniden üretilemediği anlar/zamanlarda açığa çıkar.
Kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekli genişleyen yeniden üretilmesi sermaye birikimi anlamına geldiği ölçüde sermaye birikimini ilk elden kanlı-canlı sınıflar arasındaki antagonistik ilişkiler üzerinden gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Toplumun önemli bir kesimi üretim sürecine ya da sermaye birikim sürecine emek-gücü olarak entegre edilmiştir. Yani nesnelleştirilmiştir. Emeğin emek-gücünden ayrışması, insanlık tarihinde insana karşı uygulanan en acımasız şiddettir. Üretken kapitalist ile emek-gücü arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin kaynağı bizzat kapitalizmin yapısal mekanizması olmuştur. Bu mekanizmanın varlığı, ücretlilerin herhangi bir krize gerek kalmadan kriz çıkarmasının koşullarını bizlere veriyor. Sistemin en zayıf noktası bu olmasına rağmen, sistemin tarihsel olarak zorlandığı aşamalar daha çok kapitalizmin yapısal işleyişinden yani meta, para ve emek-gücünün nesnel iç işleyişinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kriz iç işleyişe bağlı olduğu oranda da kapitalizmin krizi aynı zamanda değerlerin, ideolojilerin ve dahası verili iktidarların krizi olarak ele alınması gerekiyor.
[chapter:Nakarat-IV: Kriz: An, Süreç]
“Kriz olarak gördüğümüz her şey aslında birer ‘olay’dır. Bir noktada bunlar, tarihsel andır. Ama doğrusu ‘olay’ zaten varolan olay-dışında (‘non-evenementielle) bir arka plan sayesinde “olur”. Olay yalıtılmış bir şey olamaz. Olay haline tekilliği sayesinde gelir”
- (U.Eco, Cogito)
kriz6Krize ilişkin egemen analizlere baktığımızda, önemli belirleyenlerden birinin krizin sadece “belirli bir an” açığa çıkan bir “olay” olarak analiz edildiğini görürüz. Oysa evet kriz anı/anları önemli, çünkü sistemin genişleyen yeniden üretiminin devam etmediği, kuralın işlemediği andır. Ama bu anın arka planı oldukça önemlidir. Özellikle 1971’den günümüze geçen süre açısından krizin zaman içinde hem üretimden dolaşıma özellikle metadan paraya ve hem de belirli mekânlardan dünyanın dört bir yanına saçılma eğilimi içinde olduğunu görüyoruz. 1960’ların sonlarına doğru erken kapitalistleşen ülkelerde belirginleşen ve kâr oranlarının ya da sermaye/hasıla oranlarının düşüşü olarak kendini gösteren ve 1971’de patlak veren kriz, öncelikle baskı altın alınarak ama özellikle de sermayenin toplam sosyal döngüsünün farklı aşamalarını da baskı altına alarak, başka alanlara taşınarak aşılmak istenmiştir. Bu çabalar, üretim aşamasından başlayıp dolaşıma varan oldukça önemli yeni işleyişler ve farklılıklar yaratmıştır. Ama Marksist literatürde çifte kriz dediğimiz olay yeni bir boyut kazanmıştır. Üretilen metaların paraya dönüşmemesi yani metaların ölüm parendesini atlayamamaları olayı daha çok parasal alana yöneltmiştir, ama zaman içinde aşırı sermaye birikimine ulaşan sermayelerin de değerlenme sorununu açığa çıkardığı ölçüde, geleceği bugünden tüketilmesi anlamına gelen kredi mekanizması devreye girmiştir. Ama zaman içinde paranın değişim değeri, yeniden değişim değeri biçiminde dolaşıma sokulunca işler iyice ilginç bir biçim almıştır. Aşırı birikime karşı birikimin hayali değerlendirme aracı olarak borçların varlıklaştırılması ve elden ele artarak çoğalması gündeme gelmiştir. İşleyiş böylece zincirleme bir değerlenme ama birikimli olarak da sistemin tümüne farklı biçimlerde yayılan bir mekanizmanın varlığına neden olmuştur. Yukarıda kapitalizmin yenileyerek /çoğalarak yeniden büyüdüğünü gösterdiğimiz bedeni üzerinden, sorunu detaylı olarak analiz etmek gerekiyor. Ama ne sayfalarımız ne de verilen zaman buna olanak sağlıyor. O nedenle burada sadece farklı mekânlarda ve farklı biçimlerde açığa çıkan krizi tanımlayan en temel özelliğin, krizin bir bütün olarak kapitalizmin krizi olduğunu tekrar etmek, ama farklılıklarıyla birlikte tekrar etmek gerektiğini ifade etmek istiyorum.
Nakarat-V: Kriz: Fark Olarak Geç Kapitalizmler
[indizar:2,200,right]
Krizi dünya ölçeğinde yaşıyoruz, ama krizin açığa çıkışı ve sonuçları oldukça önemli farklılıklar gösteriyor. Bu farklılıklar denizine girmeden ilk elden genellik arzeden bir farklılığı işaret etmek isterim. Farklılık kapitalizmi daha geç yaşayan bizim gibi toplumlara ait. Kapitalizmi tanımlayan toplumsal işleyiş genişleyerek ve çeşitlenerek kendini yeniden ürettiği tüm aşamaları da etkileyerek içine almıştır. İlişki/düzenek ilk başlarda tamamen niteliksel farklılıklara sahip iki toplumsal ilişki sisteminin birbiriyle yüzleşmesine neden olmuştur. Tabi ki eşitsiz bir ilişki vardır ama buradaki ilişki bir yapının kendini geliştirerek diğerini aynı ya da daha farklı bir konuma dönüştürmesi değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin bu toplumsal alanlarda da egemenliğini inşaa etmesi sürecine işaret eder. Zaman içinde fark niteliksel fark olmaktan çıkmıştır, ama hala oldukça önemli nicel farklılıklar vardır. En önemli farklılık hiç kuşkusuz üretim süreci kapitalist ilişkilere geçmiş olsa bile, üretimde departman-I malları yani üretim için üretime henüz gelişmemiş olmasıdır. Sınıf ve sermaye birikimi açısından oldukça önemli olan bu fark, aynı zamanda krizin geç kapitalist ülkelerde farklı yaşanmasına neden olmaktadır. Bu farkın açığa çıktığı en önemli ülke Türkiye’dir. Özellikle 2001 kriz sonrası Türkiye’de gerçekleşen değişimler, sermaye birikimi açısından ve sermayedarlar açısından oldukça başarılı olmuştur. Sınıfsal bir tercih olan değerli TL ile yüksek faiz oranları, Türkiye’de üretim ve dolaşım alanında önemli değişimlere yol açmıştır. Bu tercihle birliklte nitelikli ara ve sanayi girdi malları ucuz döviz kuru ile ithal edilirken, yüksek faiz oranları ile de bu ithalatı sağlayacak sermaye (yabancı sermaye) sağlanıyordu. Bu mekanizmanın diğer belirleyenleri büyümede gözlemlenen artış ile ihracatın artması ve aynı zamanda işsizlik ile küçük ve orta boy işletmelerin önemli ölçüde zarar görmesi ile eşzamanlı gerçekleşemeye başlamıştır. Yani görece artı-değer üretme koşullarının derinleşip yaygınlaştığı bir aşamanın tüm bileşenlerini bir arada gözlemler olmuştuk. Aynı şekilde bu tarz bir işleyişin açığa çıkardığı zayıflıklar ise ödemeler dengesinde artan cari açıklar ve işsizlik olmuştur. Bu iki olumsuz eğilim, ABD’de başlayan ve bize etki edeceğini düşünülen krizden daha önce bu topraklarda hep konuşuluyordu. Ve hatta bu kriz eğilimlerini önleyecek bir dizi düzenek ise IX. 5.Yıllık Kalkınma Planı’nda ele alınmıştı. Politik olarak ise içsel ikame sistemi lafları orta yerde dolaşırken ve bu yapı-içi dönüşümün egemen sınıflar arasında önemli açmazlara yol açtığı bir dönemde Türkiye dünya ölçeğinde yaşanan krizle karşılaştı. Bu karşılaşma 2001 krizinden önemli ölçüde farklılık arz ediyor, çünkü 2001 krizinde daha çok kısa süreli sermaye biçiminin egemen olduğu ve bu yüzden bankadaki/borsadaki sermayelerin ülke dışına çıkması ile daha çok dolaşım alanında etkili oldu. Ama kriz şimdi daha çok üretim alanını etkiliyor ki bu etkiyi işsizlik ve firmaların döviz biçiminde borçlanması biçiminde yaşıyoruz.
Ama Türkiye’de yaşanan en önemli kriz, sermayenin kriz ortamını fırsat bilerek uzun erimli yapısal düzenlemeler ile doğrudan teşvikler istemeleri. Başbakan T. Erdoğan Bolu konuşmasında bu durumu o kadar açık ifade ediyor ki; “Başbakan Erdoğan, konuşmasında finans sektörünü sert bir dille eleştirerek, kriz fırsatçılığı yapmakla suçladı ve buna müsaade etmeyeceğini kaydetti. Türkiye’de krizin etkilerini azaltmak için finans çevreleri ve sosyal taraflarla toplantılar yaptıklarını belirten Erdoğan, ‘Hükümetten sihirli reçete beklemek, süreci tribünden izlemek doğru olmaz. Kriz yoktu. Geçen yılın karı 11.7 milyar dolar. Kriz yaşandığı anda bu yılın karı 11 milyar dolar. Peki finans sektörü niçin kredi çağırmaya başladı. Niçin faiz oranı ile oynamaya başladı. Peki bu adil mi? Bu dürüstlük mü? Böyle bir uluslararası krizi ranta, fırsata dönüştürmek değil mi?” diye konuştu.
Evet, adil değil, evet, dürüstlük değil ama kapitalizm bu işte. Özellikle Türkiye topraklarında geç kalmanın tedirginliği ile olsa gerek burjuvalarımız/sermayelerimiz daha gergin ama gergin olduğu ölçüde daha agresif ve dolayısıyla daha talepkar. Luis Buñuel bu topraklara özgü olanı da içine katarak burjuvanın gizemli çekiciliğini çekse nasıl olurdu acaba? Daha çok yinelenen yemek yeme için bir araya gelme ve daha çok korku ve tedirginlik, daha çok yineleme anlarına katılmış polis, asker ve sermayenin organik aydınları.
* Bu yazının gidişatını değiştiren Luis Buñuel’e ve Buñuel filmlerini bana aktaran arkadaşım Emel Yuvayapan’a ve yine zamanla yarışırcasına yazdığım metni son anda zaman ayırarak okuyan arkadaşım Ümit Akçay ve Ece Kocabıçak’a çokca teşekkürler..
- Kalabalıklaşan Pragmatizm - 3 Temmuz 2022
- Bir Yasanın İşaret Ettiği Türkiye’nin Bileşenleri, Zeytin mi Tesis mi? - 2 Mart 2022
- “Bir Başkadır” - 20 Kasım 2020