“Bütün devrelerin birbirlerine girdiği bir dünya zamanıydı, viraneydi zahir. Bizi ilmek ilmek sökmüşlerdi, hiçbir şey söktükleri yerde değildi” (B. Keskin, Ba, s:45)
Birhan Keskin’in günümüzü anlatan ifadesinden hareket edersek virane olmuş, devreleri karışmış ve ilmik ilmik sökülmüş Türkiye’yi anlamak/analiz etmek zor. Zahir olanları mı sıralayacağız? Hayır! Görünür olanlar analizin hammaddeleridir. Ama virane zamanlarda bazı şeyler çok mu çok öne çıkar, görünür olur. Bu yüzden olsa gerek yaşanan akıl almaz süreç, ‘faiz lobisi’, ‘döviz lobisi’ gibi daha çok parasal değişkenler üzerinden yani en fetiş biçimler üzerinden analiz ediliyor. Parasal değişkenlerin analize katılması kötü mü? Değil tabi ki. Ama sürecin, yaşanan değişimin sadece parasal, finansal değişkenler üzerinden ele alınması eksik, eksik olduğu ölçüde kötü. Ne yazık ki bu çok kötü olma hali sadece iktidarın aydınları, kurucuları için geçerli değil, muhalif kesimler arasında da çok yaygın bir eğilim. Görünür olan diğer şeyleri de (çalışanlar, köylüler, işsizlik, üretim, enerji ve tabi ki doğa) analize katmak gerekiyor. Peki açığa çıkan, görünür olan kendisini öne çıkaran değişkenlerin dökümünü yapmak yeterli mi? Cevap yine hayır! Görünür olanlar arasında bağlantı kurulması gerekiyor. Bağlantı kurma ise ancak bu bağlantılara yol açan işleyişi-oluşu açığa çıkartıyorsa anlamlı. Bu sadece bilme hali için değil tabi ki. Bilme hali önemsiz mi? Çok çok önemli ama bu bilme hali, virane haline dönmüş yaşam ortamını mahveden işleyişi açığa çıkardığı ölçüde önemli. Virane oluşu dönüştürecek potansiyel özne oluşları işaret ettiği oranda önemli.
Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa
İplik iplik sökülmüş ülkede en zahir olan para, finans, rant ve inşaat analizlerin temel belirleyeni iken bir anda kamuoyunda dikkatler başka bir düzleme taşındı. İlginç olan ise “faiz lobisi’ ve ‘döviz lobisi’ ifadelerini sıklıkla kullanan siyasal iktidar tarafından bu değişimin gerçekleştirilmiş olması. Siyasi iktidarın 1 Temmuz 2017 Cumartesi tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan 7033 Sayılı yasa taslak halinde iken gerçekleştirilen tartışmalar önemli, anlamlı. Virane oluşun başka boyutlarını açığa çıkaracak nitelikte. Yasanın başlığı zaten amacını belirtiyor; Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair. Egemen dilin işaret ettiklerini daha uygun bir dile çevirerek okuyalım. Sanayi yerine sermayeyi koyalım ve bir de yasanın sadece içeriğine değil çıkarılış tarzına bakacak olursak devletin kendisi için kaynak yaratması ve meşruluk kazanmasını da ekleyelim. Yasa aslında önemli sayıda değişikliği içeriyor. Kamuoyunda haklı olarak zeytinliklerin konut ve turistik tesis inşaatına açılmasına dair madde en çok tartışılan konu oldu. Komisyonda kabul edilen tasarı özellikle zeytinlik sahalarının ölüm fermanı olduğu yönünde yoğun eleştiriye tabi tutulmuştur. Siyasi iktidarın kamuoyunun eleştirilerine yönelik savunmacı tavır oldukça önemli. Başbakan Binali Yıldırım yasa taslağını “Zeytin mi daha önemli, tesis mi?” diye savundu. Başbakan’ın bu ifadesi işte bir anda tartışmaya yeni bir değişken kattı, ülke-toplum virane olsa da tesise ihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Konuşmasında tesis kurulumunun ‘kamu yararına” bağlı olduğunu söyledi. Kamu yararı ifadesinin ne anlama geldiğini ise yasayı hazırlayan Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü tarafından dile getirildi; “Türkiye’nin büyümesi lazım.” Tartışma tesis ile zeytinlik alanlarında haklı bir tartışmaya yol açtı, ama yasanın belki de en önemli yanı tesis kavramını maden ve diğer alanları içerecek biçimde (ilk madde) tanımlaması olmuş idi. Ama çok daha önemlisi tesisin bileşenleri (yani emek-gücü ihtiyacı, nitelikli emek-gücü ihtiyacı, enerji ihtiyacı, arazi ihtiyacı, organize tesislerin sanayi bölgelerin oluşturulması) için gerekli düzenlemeleri içermiş olması idi. Kamuoyunun baskısı zeytinlik ve tesis üzerinden biçimlendiği için, zeytinlik alanları ile ilgili defalarca yapılan düzenleme yasadan çıkarıldı. Tartışma haklı bir kazanım sevincine dönüştü. Ama yasanın temel yönelimi yani tesisin yeniden tanımlanması ve gerekli bileşenleri için yapılan müdahale-düzenlemeler gündeme alınmadı. Sorunun ekolojik duyarlılık üzerinden biçimlenmesi anlamlıydı. Tarkan’ın “Rant için zeytin ağaçlarına kıymayın” mesajı ile bu içerik sadece daha da netleşmekle kalmadı yasa taslağının çıkar yönelimli çatışmacı yanını da açığa çıkardı. Bunu da yine siyasi iktidar kimseye bırakmadan kendisi gerçekleştirdi. Bakan Özlü gazetecilerin Tarkan’ın mesajına yönelik sorusuna verdiği cevap sorunun çıkar yönelimli boyutunu da gösteriyordu; “Tarkan’ın zeytinlikleri mi varmış, ne yapacakmış zeytinlikleri? Tarkan’ın şarkılarını seviyoruz. Tarkan şarkılarını söylesin” diye açıklama yaptı. Tesis mi zeytinlik mi tartışması sadece devlet-doğa, sermaye-doğa ilişkisi değil sermaye-sermaye arasındaki çelişkileri de açığa çıkarıyordu. Komisyonda yasa taslağı tartışmasından bir alıntı:
“Ali Aydınlıoğlu (Balıkesir) – Geçtiğimiz hafta sonu Edremit’te, Sayın Mustafa Bey, bizim Ticaret Odamızda -Burhaniyeli Yahya Ağacık var, zeytin, zeytinyağı tanıtım, UZZK’nın Yönetim Kurulunda- UZZK Başkanımız, Edremit Meclis Borsamız, zeytinyağı dernekleri, birlikleriyle, bunlarla bir toplantı yaptık, aşağı yukarı 15-20 kişi vardı. Dedim ki: “İlle bu kanun tasarısı tamamen çekilsin yerine somut bir şeylerle gidelim arkadaşlar, ne yapabiliriz?” Hatta önerileri de ben aldım, Sayın Bakanımıza getirdim.”
Yasa ve yasanın içeriği, çıkarılış biçimi Türkiye bileşenlerini anlamamız açısından çok önemli bilgiler veriyor. Ve süregelen egemen analizlerin dışına çıkmamızı olanak sağlıyor. Tümünü içermese bile bazı başlıklar altında değişkenler ve değişkenler arası ilişkileri kapitalizmin temel iki bileşeni olan sermaye birikiminin işleyişi ve ulus-devlet üzerinden içsel bağlantıları ile birlikte analiz etmeye çalışalım.
“Zeytin mi daha önemli, tesis mi?” (Başbakan Binali Yıldırım)
Zeytinlik alanlar ile sanayi arasında karşıtlık kuran ve tesise stratejik önem veren siyasi iktidarın bakış açısı önemli. Yaşam savunucularının zeytinlik alanlarına yönelik mücadeleleri anlamlı, önemli. Sadece Türkiye’nin içinden geçtiği konjonktürel ya da ülkeye özgü bir durum olmasının ötesinde dünya ölçeğinde yaşanan bir gerçeklik. Ulus-devlet ve sermaye birikiminin ihtiyaçları artık yaşam ortamını tahrip edecek bir aşamaya ulaşmıştır. Türkiye’de ise birikimin ve ulus-devletin ve şu anki siyasi iktidarın kendine özgü dinamikleri doğanın
yani ekolojik ortamın tahrip edilmesini daha bir hızlandırmıştır. AKP 2002 yılında sadece siyasi iktidarı ele geçirmedi, ama aynı zamanda ulus-devlet ve sermaye birikiminin açığa çıkardığı zaman içinde birikmiş problemleri de üstlendi. Bu problemler sadece sorun olmadı, AKP iktidarını besledi. AKP katmanlaşmış sorunlu şimdiden çıkış için pragmatik değer yüklü umut vaat eden geleceği kalkınma üzerinden bir dil kuruyor. Tüm bu kalkınma ise şanlı bir geçmiş (Güçlü Osmanlı) ve ama kaybedilmiş bir geçmişle birlikte tanımlanıyor. Zaman içinde bu geri ve ileri hareket etme yeteneğinin temel amacı şimdi, şu ana müdahale etmek, müdahaleyi meşrulaştırmaktı. 2023 Güçlü Türkiye üzerinden yürütülen propaganda sadece kaybedenleri değil (sadece maddi değil manevi olarak köşeye sıkıştırıldığına inanılan/inandırılan islami değerleri) ve daha çok kazanmak isteyen (sadece maddi anlamda değil değerler olarak da) kitlelerden destek aldı.
“Boş vakit çevrecileri. Dünyanın çeşitli yerlerinde çevreciler vardır. Bunlara “ne yaparsınız” dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece onların boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu. Yarın, gazeteler bunu ’çevrecilere karşı çıktı’ diye yazacak. Ama ben çevrecinin daniskasıyım.” (Başbakan Tayyip Erdoğan /Rize-23 Ağustos 2008)
AKP hükümetinin 2023 yılı için önüne koymuş olduğu hedef; Güçlü Türkiye. Dünyanın en büyük ilk on ekonomik gücü olma ideali yaşam ortamının yıkımını (ekoloji) inanılmaz hızlandırdı. Yukarıda yasama sürecinin ortadan kaldırılarak KHK, Acele Kamulaştırma ve tabi ki OHAL ile yürütmenin önünün açılması ile gerçekleştirilen müdahalelere baktığımızda inanılmaz ilginç bir sonuç ile karşılaşıyoruz. “Milli Müdafaa ve Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunma ihtiyacına ve acilliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılması uygulaması AKP’li yıllarda muazzam artış göstermiştir. Alp Y.Kaya’nın OHAL öncesi dönem için gerçekleştirdiği çalışmasına baktığımızda vahim sonuçla karşılaşıyoruz.(Bakınız tablo) Acele kamulaştırma daha çok enerji ve kentsel dönüşüm için gerçekleştiriliyor. Her iki durumda da ekolojik yıkımın önü açılıyor. Yeşil, çevreci veya ekolojistler işte bu yıkıma karşı zamanlarını/emeklerini harcıyorlar ve yaşamlarını harcıyorlar. Aysin ve Ali Ulvi’nin yaşam ortamlarını (oikos-ekoloji) savunurken öldürüldüklerini hatırlamak gerekiyor Ve yeni yasa ile tesis kabul edilen madencilere karşı mücadele ederken öldürüldüler.
Türkiye’nin temel bileşeni ulus-devlet ile sermaye birikiminin emek üzerinden doğaya yönelmesi, doğanın tahribatını hızlandırmasıdır. Temel çelişki emek-sermaye arasındadır ama analizin zaman içinde değişen durumları gündeme alması gerekiyor. Sermayenin doğaya saldırması için sahip olduğu ilk sermaye doğal olarak emek-gücünün sömürüsüne dayanıyor. Ama sorun artık sermaye ve devletin varlığı için doğaya yönelmesidir. Sermaye-emek çelişkisi artık biriken sermaye ile sermaye-ekoloji yaşam ortamı çelişkisine dönmüştür. Tesis ile zeytinlik alanları arasındaki karşıtlığı işaret eden siyasi iktidar, işleyen sürecin gereğini hakkı ile yerine getirmektedir. Çok önemli bir vurgu yapalım; sadece zeytinlik alanın üstüne tesis kurulması değildir sorun, ama her zeytinlik alanına kurulacak tesis daha çok ekolojik ortamın (toprak, su, hava) tahribi anlamına gelecektir. Yani tesis sadece tesis değildir. Zeytinlik alanı ile tesis arasında kurulan ilişki bu anlamda ekonomi ile ekoloji arasındaki gerilimli ve hiyerarşik ilişkiyi açığa çıkarıyor.
“İlk oikos, hane halkı, erkeklerin kadın ve kölelerle birleştirilmesinden meydana gelmişti; ….Doğa yasası uyarınca kurulan ve günbegün sürüp giden bu birlik oikos yani hane halkıdır. Bundan sonraki aşama köy ve çeşitli köylerden oluşan şehir ya da devlettir (polis)(Aristoteles, Politika, sayfa; 11)
Gerek ekonomi ve gerekse ekoloji aynı kökten geliyor; oikos. Eski Yunan toplumunda insanların ihtiyaçları için bir araya gelerek kurdukları organizasyon yani yuva, hane halkı ifadesi zamanla politik iktisat ve bir sonraki aşamada bugün kullandığımız ekonomi kavramına evriliyor. Diğer yandan ekoloji kavramı da Oikos’tan geliyor. Bu oikos ise insanı içine alan yaşam ortamı olarak biyosfer; hava (atmosfer), toprak (litosfer), suyun (hidrosfer) oluşturduğu makro kozmos olarak yuvayı işaret ediyor. Bugünlerde biz buna ekoloji diyoruz. Tarım toplumlarında makro kozmos olarak oikos (biosfer) ile mikro kozmos olarak oikos (hane halkı) kendi içinde bir organik bütün oluşturuyor. Hiş kuşkusuz insan-doğayı etkin olarak kullanıyor ama bu kullanım ihtiyaç ve var olan teknolojik sınırlar içinde çok yıkıcı olmuyor. Yıkıcı süreç ve içsel bağlantılı organik bütün ne zaman bozuluyor? Hane halkı ile doğa arasına yeni bir değişken katıldığında. En somut hali ile şirket, şirketi harekete geçiren özne anlamında sermayedar ve sermayedar ile sermayenin zaman içinde oluşturduğu toplumsalı inşa eden işleyiş olarak sermaye düzeni. Bu düzen içinde artık bir oikos yani hane halkı ihtiyaçları için tüketim (dolaşım sürecinde) ve hem de en temel ihtiyacını karşılamak için emek-gücünü sunduğu üretim sürecinde şirketlere bağlı hale gelmiştir. Sermaye düzeni ve onun tüzel kişiliği olarak şirket artık hem hane halkı olarak oikos ve hem de biosfer olarak oikos’u yani yaşam ortamını tahrip etmeye başlamıştır. Tahribatın mekânsal açığa çıkışın mekânsal karşılığı üretim düzeyinde fabrikalar ve atölyeler olmuştur. Bu iki alanı organize edecek diğer bir mekan ise bürolardır. Fabrika ve atölyeleri daha genel ifade olarak tesis olarak tanımlayabiliriz. Sermaye birikiminin tarihsel gelişimi modernleşme ve aydınlanma ile doğanın bir parçası olan insanı doğadan ayırarak doğanın üzerinden bir yerde tanımlamaya başlamıştır. Doğa bu anlamda egemenlik altına alınacak bir değişken olarak yeniden tanımlanırken, insan ile doğa arasında karşıtlık ve hiyerarşi inşa edilmiştir. Doğa artık hammadde olarak, enerji olarak, atıkları absorbe edecek pasif bir unsur olarak tanımlamaya başlamıştır. İşte bu pasif unsurun girdiye dönüştürüldüğü yerin adı doğa olmuştur. İnsan merkezli ama daha doğru ifade ile sermaye ilişkilerinin kodladığı toplumsal ilişkiler alanı Afrika yerlilerinin anlattığı zaman içinde kendi kuyruğunu yiyen aç pitona benziyor. Yani kendi bedenini yemeğe başlıyor. İşin ilginç yani siyasi iktidarın islami, milliyetçi yorumlarına karşılık gerçekleştirdiği ise kapitalist modernleşmenin hızlandırılmasından ibaret oluşudur.
“Türkiye’nin büyümesi lazım.” (Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü)
“Milletimiz son 12 yıldır istikrar ve güvenle devam eden reformların üst seviyelere çıkarılmasını talep etmektedir. Bu seçim, bu kararlılığın bir ifadesi olacaktır. Yeni Türkiye vizyonumuz bu başarıların üzerine çok daha büyük hedefler ekliyor. Artık demokraside, refahta, şehircilikte ve uluslararası ilişkilerde 2023 hedeflerine doğru yeni aşamalar kaydetmeliyiz… Yeni Türkiye, eğitimden kültüre, enerjiden ulaşıma, sağlıktan çevreye her alanda artık dünyaya yeni aşamalar, yeni standartlar getiren, işler yapan bir Türkiye olacaktır. Yeni Türkiye, büyümüş, kalkınmış ve güçlü Türkiye’dir.” (www.rte.com.tr/tr/vizyon-belgesi)
Geç-kapitalistleşmiş ülkelerin hiç tüketilemeyen özlemidir kalkınma, büyüme. Diğer ülkelere yetişme, hiç olmazsa son kompartımana dahil olma hali aslında kapitalizmin tüm bileşenlerini içerme sürecidir. Bu anlamda kapitalizm ifadesini kullanmadan plastik balon gibi, isteyenin kendi çıkarına göre üflediği bir kavramdır kalkınma. Geç kapitalistleşen toplumlar da hem geç kurulan ulus-devletin ve hem de geç birikime giren sermayeler için tüm çıkarlar kalkınma balon sözcüğü içinde beslenir. Kalkınma isteği sadece diğer ulus-devlet ve sermayelere yetişme (onuncu büyük devlet) olma hali değil, ülke içinde sermayelerin zaman ve mekana bağlı olarak kendi içinde çıkarlara göre biçimlenir. İstanbul’a karşı Anadolu sermayesi, erken birikimci TÜSİAD’cılara karşı TÜSKON (bir zamanlar) ve MÜSİAD. Kalkınma balonu bu anlamda farklı bileşenlere sahiptir, daha çok biriktirme ama değerler olarak islami ya da batı yaşam tarzına göre kalkınma, batı tarzı siyasal iktidar işleyişe göre ya da muhafazakar islami iktidar biçimlerine göre değişir. Bu yüzden kalkınma kavramı kadar çok çıkar sınıf ilişkilerince belirlenen, ama kalkınma kadar da nötr bir kavram olmamıştır. 1960’larda hızlanan üretken sermaye oluşumu Türkiye’de sadece sermaye birikimini kalkınma kavramı ile ifade edilmesine neden olmamıştır, aynı zamanda belirli bir tarz, belirli kesimler, belirli değerleri için kalkınma gibi çeşitli üflemelere sahip bir kavramdır kalkınma. Bir dönem Necmettin Erbakan’ın ifadesi ile İstanbul sermayesinin tamamen batı değerlerine karşı maddi kalkınma kavramı yerine Anadolu üzerinden ama islami ve ulusal bir manevi içeriği de olan bir kalkınma tanımı yapılmıştır. Yukarıda işaret edilen zeytinlik alanlarını da içine alacak tesis tercihi tam da bu anlamda kalkınmanın yani sermaye birikiminin mekânsal olarak Anadolu’nun her bir köşesine sirayet etmesi anlamına geliyor. Eee zaten siyasi iktidardaki partinin adında kalkınma ifadesi yok mu? Adalet ile birlikte düşünüldüğünde daha önce kalkınamayanların da bu olanağa kavuşma anlamında adalet düşüncesi. Kapitalizmin tüm bileşenlerinin pragmatik bir tarzla değerlerle eklemlendiği bir adalet ve kalkınma isteği, uygulamaları. Mekan olarak Anadolu ve değerler olarak ise islam, Türk unsurları içeren kapitalistleşme. Türk üslü başkanlık sistemi gibi.
Türkiye için öykü hala geçip giden trenin son kompartımanına yetişmek ve hatta ilk ona girme üzerinden bu iken, dünyada kalkınma, büyümenin frenlenmesi gerektiğini işaret eden uyarılar ikazlar muazzam boyuta ulaşmıştır. Düzenin yapısal aklı kalkınma ve büyümenin en azında yaşam ortamını tahrip etme anlamında böyle sürgit devam edemeyeceği üzerine kafa yorduğu ve hatta bunun için uygulamalar başlattığı yıllarda gerçekleştirilmek istenen kalkınma. 1970’lerde Roma Klübü kapitalist işleyişinin yarattığı yıkım karşısında alternatif olarak sıfır büyüme önerilecektir. 1996 Tarihli UNDP’nin hazırladığı rapor kalkınma hamlesinin yarattığı yıkımı deşifre eder. Rapor kalkınmanın iyi yönetilmediğinde işsizliğe (jobbles future), ekolojik ortamı yıkacağı için geleceksiz büyüme (futureless), tarihsel kültürel örüntüleri tahrip edecek büyüme, katılım ortamını ortadan kaldırarak otoriter yapılara neden olacağını, kadınların süreç içinde daha çok ezileceği ortamlara yol açtığını verilerle açıklar. Türkiye’nin 2023 Güçlü Türkiye özlemli kalkınmanın tüm bu yıkımlarını ele verecek nitelikte değil mi? Dünyanın ilk on sanayileşmiş ülkesi olması daha fazla makineleşme ve çalışanların yerini makinelerin alması (bakın kapitalist sanayileşmeye özgü işsizlik rakamları), devletin daha fazla finansal kaynak, şirketlerin yeni yatırım alanlarına yönelmesi doğanın metalaşma sürecine çekilerek geleceğin şimdiden tüketilmesi ve tüm bunların gerçekleştirilmesi için de devletin yasa-baskı aracı olarak ekolojik ortamı yok edecek düzenlenmeleri gerçekleştirmesi gerekiyor. İşte ele aldığımız yasa tam da bu sürecin önünü açıyor. Hangi açıdan tesis kavramını genişleterek, tesisin bileşeni olan emek-gücü, emek-gücünün nitelik kazanması (üniversite-emek-gücü bağlantıları), tesis için gerekli tüm bu girdileri organize edecek bir tesis yani organize sanayi bölgelerini yeniden tanımlıyor.
Yasanın üçüncü maddesi tesis kavramını yasal düzenekler üzerinden genişletiyor. Bakalım;
MADDE 3 – “Bir maddenin vasıf, şekil, hassa veya terkibini makine, cihaz, tezgah, alet veya diğer vasıta ve kuvvetlerin yardımı ile veya sadece el emeği ile kısmen veya tamamen değiştirmek veya bu maddeleri işlemek suretiyle devamlı ve seri halinde imal veya istihsal eden yerlerle madenlerin çıkarılıp işlendiği yerler sanayi işletmesi, buralarda yapılan işler sanayi işleri ve buraları işletenler sanayici sayılır. Devamlı ve seri halinde tamirat yapan müesseselerle elektrik veya sair enerji istihsal eden santraller, gemi inşaatı gibi büyük inşaat yerleri ile bilişim teknolojisi ve yazılım üreten işletmeler de bu madde şümulüne girer.”
Kapitalist toplumda A.Smith’in gizli el olarak tanımladığı durum, her tesisin diğer tesislerle ileri ve geri bağlantısı olması. Ama her tesis mutlaka hammadde olarak doğadan elde edilen girdilere ve çok daha önemlisi sanayileşmenin önemli belirleyeni olan makineleri harekete geçirecek inorganik enerjiye ihtiyaç duyar. İşte yasa sadece tesis kavramını genişletmiyor, ama çok daha önemlisi tüm diğer tesisler için geri bağlaması olan (backward linkage) maden ve enerjiye yönelik işletmeleri de tesis olarak tanımlıyor. Yani doğanın daha hızlı tahribatı yani devlet-şirket iş birliği ile yaşam ortamı olan oikosun tahribatı.
“Soruyorum. İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.” ( R.T.Erdoğan’ın 12 Temmuz Konuşması)
Tesis sadece tesis değildir. Tesis için makine ve enerji ve hammadde girdilerini birbiriyle ilişkiye sokacak bir diğer enerjiye yani çalışanlara/emek-gücünün enerjisine ihtiyaç vardır. Emek-gücü, çalışanlar da tıpkı diğer girdiler gibi düşünülüyor ve sürekli emek-gücünün meta olmamasına rağmen meta gibi algılanmasına neden oluyor. Bakın yasanın ilk maddesi bir girdi olarak kazanılmış emek-gücü için nasıl bir düzenleme yapılmış;
“MADDE 1 – 2/1/1924 tarihli ve 394 sayılı Hafta Tatili Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılmıştır.”
O zaman bir başka soru daha sorulabilir; tesis mi, çalışanlar mı? Tabi ki tesis, çünkü kalkınmamız gerekiyor. Cumhurbaşkanı bir zamanlar ısrarla deşifre için emek harcadığımız gerçekliği açık bir şekilde ifade ediyor; Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” Kalkınmamız için zeytinlik doğa tahrip edileceği gibi emek-gücü de tahrip edilir ki. Kazım Kızıl’ın Ölmez Ağaç; Yırca Direnişi belgesinde konuşan dertli teyzemiz; “Eğer bir önüme çıksalar ya o beni ya ben onu öldürürüm, çünkü zaten 301 madencimiz ölmüş Soma’da ve şimdi 6000 zeytin ağacımız katlettiler, psikolojimiz bozuk” diyerek doğa ile emek-gücü yıkım sürecini bir çırpıda dile getirmişti.
Yasa taslağının ilerleyen maddeleri ise emek-gücüne nitelik kazandıracak maddeleri, yani görece artı-değer yaratmanın belirleyeni olan üniversite, yüksekokul tesis/işletme arasındaki bağlantıları düzenliyor.
MADDE 15 – 2547 sayılı Kanunun 46 ncı maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir. “l. Organize sanayi bölgelerinde kurulan meslek yüksekokulları için öğrenci başına ilgili yükseköğretim kurumlarına, Yükseköğretim Kurulu bütçesine bu amaçla tahsis edilen ödenekten eğitim desteği yapılabilir. Eğitim desteğinin tutarı ve kullanımı ile uygulamaya ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir.”
Bu ve benzeri onlarca madde var. Türkiye’nin belki de en önemli açığı nitelikli emek-gücü, ve bu açığı kapatmaya yönelik bir düzenleme yapılıyor. Tabi ki diğer yandan da OHAL dönemi KHK’larla üniversitelerin içi boşaltılıyor.
“Rant için zeytin ağaçlarına kıymayın!! (Tarkan)
Tarkan’ın ifade ettiği rant için ve kıymayın ifadeleri Türkiye’de yaşanan süreç açıklamaya yönelik bir doğru bir yanlışı içeriyor. Tesis mi, zeytinlik mi? sorusunu soran kim, tercih belirten kim? Siyasi iktidar. Yani sürece müdahale ediyor/ediliyor. Acele kamulaştırma, kanun hükmünde kararnameler, OHAL ile müdahale ediyor. Ağaçlara kıymayın efendiler! O zaman siyasi iktidar ile ekonomi, siyasi iktidar ile ekoloji (yaşam ortamı) arasındaki ilişkinin analize konu etmemiz gerekiyor. Yırcalı zeytin katliamında gözyaşlı anneler ve amcaların kaymakam ve jandarmanın süreç içindeki davranışlarına hayret ettiğini gözlemledik. Soru da şu Devlet, siyasi iktidar Yırca Zeytinlik alanlarında acele kamulaştırmayı KOLİN A.Ş için mi çıkarttı. Devlet bu müdahalesinde sadece KOLİN Şirketi için mi çalışıyor, yoksa siyasi iktidarın ve dolayısıyla farklı olmakla birlikte devletin müdahalelerinde kendi varoluşuna uygun çıkarları mı içeriyor? Türkiye’nin bileşenleri açısından en sorunlu ifade siyasi iktidarın sadece sermaye için ve rant amaçlı düzenlemeler yapması. Bazı doğruları içeren politik sonuçları yanlış olan açıklamalar. Oysa tesis dendiğinde doğa ve emek-gücünün metalaşma süreci içinde yarattığı değerlere el koyma, temel amaç. Bu el koyma devletin hem toplumun toplam yeniden üretimi, hem kendinin yeniden üretimi için zorunluluk alanı. Bu zorunluluk devletin finansal kısıt nedeniyle daha bir artış göstermiş, süreç hızlanmıştır. Siyasi iktidarın kendini yeniden üretiminin de koşulu olan tesis sayısını artırma ve bileşenlerine daha fazla değer elde etmek üzere müdahale zaten sermayenin de/ şirketlerin de KOLİN’lerin de genişleyerek yeniden üretimine neden oluyor. Yazı sınırları içinde sadece tesis ve zeytinlik tartışması siyasi iktidar, şirketler ve ekoloji arası ilişkileri daha işleyiş-oluş süreci üzerinden analiz etmeyi gerekli kılıyor.
“Zeytin ağacına bakınca yok etmeyi değil, onu var ederek sanayileşmeyi, enerji üretmeyi bilecek bir kalkınma hamlesini başlatmalıyız. Sanayi 4.0’ı yakalayan bir üretim dönüşümünün verimlilik stratejisinin temeli olması gerekiyor.” (Sayek Böke, Birgün Gazetesi, 08.06.2017)
Yasanın tartışıldığı günlerde bizleri hayrete düşüren bir alternatif ifade ana muhalif partisi CHP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü yapan Selin Sayek Böke’den geldi. “Yeraltı mı yerüstü mü? Yıkım mı, kalkınma mı? başlıklı yazısında zeytin ağacını koruma adına son zamanlarda başta Almanya’daki şirketler ve zamanla ABD’deki işletmelerin Çin ve Japonya’ya karşı geliştirdiği Endüstri 4.0’ı öneriyor. Bunu da katma değeri artırma adına söylüyor. UNDP’nin işaret ettiği kalkınmanın tüm hastalıklarını içeren işletmeler arasında rekabette bir adım öne çıkan bu yeni strateji daha fazla enerji (yani ekolojinin tahribatı) daha çok makine (machine to machine, sensörler, machine to human) ve hızla artan üretim için daha fazla girdi (madenler ve benzeri) gerektiren bir stratejiyi öne çıkartıyor.
“Zeytin ağacına bakınca yok etmeyi değil, onu var ederek sanayileşmeyi, enerji üretmeyi bilecek bir kalkınma hamlesini başlatmalıyız. Mesela zeytinin kendisinin katma değerini artırıcı yatırımlar kadar, zeytinciliğin yan ürünlerinin birçok katma değeri yüksek üretime girdi olacağını da bilmeliyiz…… Bilimsel temelli, laik eğitim anlayışının Sanayi 4.0’ı yakalayan bir üretim dönüşümünün verimlilik stratejisinin temeli olması gerekiyor.”
Böke analizinde sizin tesise karşıyız, ama bizim tesisimiz bilimsel, ve nasıl olur bilmediğimiz bir de tesisin laiki ama daha da önemlisi verimliliği yüksek olan bir tesis, yani Sanayi 4.0’ı yakalayan bir tesis öneriyor. Katıldığım Karadeniz Bölgesindeki seçim öncesi iyi niyetli CHP’nin ekoloji çıkışında ifadeyi hatırladım. HES ve Barajların sadece bu bölgesinde yoğunlaşmasına izin vermeyeceğiz. Enerjiye evet ama hangi bölge de hangi tür enerji sorusu? Nasıl bir kalkınma sorusu. Oysa sorun niçin bu kadar tesis, niçin bu kadar enerji. Ve daha önemlisi kimler için. Yine Karadeniz’de bir toplantıda liseli öğrencilerin sokak tiyatrolarında oyunlarına verdikleri ad anlamlıydı; HES’ler kimi besler?
Kaynak: Yeşil Sol Parti
- Kalabalıklaşan Pragmatizm - 3 Temmuz 2022
- Bir Yasanın İşaret Ettiği Türkiye’nin Bileşenleri, Zeytin mi Tesis mi? - 2 Mart 2022
- “Bir Başkadır” - 20 Kasım 2020