Kişisel Tanrı tecrübem ve tartışılabilir İlahi Adalet düşüncem

Din felsefesi (teoloji) ve kelam ilminin Tanrı ve Tanrı’nın varlığının ispatına yönelik getirdiği temel deliller, sübjektif de olsa yaptığı tanımlamalar, keza Batı’daki akıllı tasarımcıların kişisel çabaları dinsel konularla amatör düzeyde de olsa ilgilenen pek çok kişinin malumudur.

Son yüz yıldaki bilimsel gelişmeler, evrenin amaçsız, başıboş bir rastlantılar yığını olmadığını, aksine; Big Bang’in patlama hızından atomların fiziksel dengelerine, dört temel kuvvetin (yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, zayıf nükleer kuvvet) oranlarından yıldızların kimyasına, Güneş’in yaydığı ışığın cinsinden suyun akışkanlık değerine, Ay’ın Dünya’ya olan uzaklığından atmosferdeki gazların oranına, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığından ekseninin yörüngesine olan eğimine, Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızından Dünya üzerindeki okyanusların, dağların fonksiyonuna kadar her detay insanoğlunun yaşamı için (anthropic principle) ince ince ayarlandığını (fine tuning) gösteriyor. 

Örneğin evrenin başlangıcı kabul edilen Big Bang (Büyük Patlama), rastgele ve kontrolsüz bir patlama olmayıp, üstün bir güç ve akıl sahibi Biri tarafından tasarlanmış planlı, düzenli ve kontrollü bir patlamadır. Sıcak ve yoğun ilk nokta, biraz daha hızlı patlasa (genişlese), evreni oluşturan kozmik materyal tamamen dağılacak; biraz daha yavaş patlasa, patlayan ilk noktanın yüksek çekim gücü dolayısıyla, evren genişleyemeden tekrar kendi içine çökecekti. Big Bang’in patlama hızı belirlenenden milyar kere milyarda bir oranda farklı olsaydı galaksiler, yıldızlar, Güneş ve Dünya yani bildiğimiz evren oluşmayacak dolayısıyla üzerinde yaşam da oluşmayacaktı. 

Keza evrimciler tarafından kör tesadüflerle oluştuğu iddia edilen sekiz milyon yedi yüz bin canlı türünden biri olan insanın tek bir hücresindeki DNA’nın bile içerdiği bilgi, eğer kâğıda dökülseydi, her biri 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane olurdu…

Ya da Dünya’nın Güneş’e uzaklığı olması gerekenden daha fazla olsaydı, Dünya çok soğur ve buzul çağına geri dönerdi; daha yakın olsaydı bu sefer de kavrulur ve yaşam yine imkânsız hale gelirdi. Hatta Dünya’nın ekseninin yörüngesine 23 derece eğik olmasının bile bir mucize olduğu ve mevsimlerin bu sayede oluştuğu, yerçekimi kuvveti daha güçlü olsaydı Dünya’nın daha küçük olacağı kabilinden evrendeki yaşamı mümkün kılan kanaunlarda ince bir ayar ve hassas bir denge olduğunu dile getiren yaratılış delillerini burada tekrarlamak yerine bu kısa çalışmamda kişisel Tanrı tecrübemi ve bu tecrübenin bende uyandırdığı “İlahi Adalet” düşüncesini/inancını okurlarımla paylaşmak istiyorum. 

İşte, kişisel yolculuğumda beni Tanrı’ya götüren ipuçları…

Giz perdesinin ardındaki şefkat eli…

Vücudumuzun göğüs, kol ve bacak gibi çeşitli yerlerinde yedek damarlar vardır. Bu yedek damarlar, damar tıkanıklığı vakalarında, asıl damarın tıkanan bölümünü cerrahi operasyonlarla bypass (baypas) etmek için tıpta kullanılıyor. Peki, bu operasyonların yapılacağını düşünerek vücuda bu yedek damarları koyan kim?

İnsan soluduğu zaman, içine çektiği havayla beraber aldığı oksijenin % 16’sını geri dışarı verir. Ne tesadüftür ki, bu miktar, suni teneffüs esnasında hastayı hayata döndürecek miktardaki oksijendir.

Bir yaralanma vakasında akan kan, hava ile temas edince yaklaşık 10 dakika içinde pıhtılaşır. Pıhtılaşma neticesinde damardaki yırtık tıkanarak kanın dışarı akması engellenir. Kanamanın durmasını sağlayan pıhtılaşmayı kandaki “fibrinojen” adı verilen bir protein sağlar. Pıhtılaşma kanamayı tek başına durduran bir etken değildir elbette, başka faktörler de vardır. Örneğin kanama esnasında damarlarda bir daralma olur, bu da dışarı akan kanın miktarını ve hızını azaltır. İnsanın yaşamı söz konusu olunca giz perdesini aralayıp müdahale eden şefkat eli kimin?

Yağmur damlası yere düşerken yerçekiminin etkisiyle başlarda biraz hızlanır. Hızlandıkça da sürtünmeden kaynaklanan bir hava direnciyle karşılaşır. Hızlanma, ta ki hava direnci damlanın ağırlığına eşit oluncaya kadar sürer. Yağmur damlası, tam da bu noktadan sonra, Tanrı’nın bir nimeti olarak, en son ulaştığı limit hızla ağır ağır yere düşmeye başlar… Yoksa 558 km hıza ulaşacağı tahmin edilen yağmur damlası bile tek başına yeryüzünde yaşamı sonlandırabilirdi. Fizik kanunlarını bitkilerin ve canlıların yaşamlarını dikkate alarak düzenleyen şefkat eli kimin? 

Anne sütü mucizevi bir şekilde ilk altı ay (kimilerine göre ilk dört ay) bebeği hastalıklara karşı korur. Anne sütündeki “kolostrum” adı verilen antikorlar, bebeğin savunma sistemini güçlendirerek ilk altı ay vücudunun mikroplara karşı bağışıklık kazanmasını sağlarlar. Görüldüğü gibi yine aynı şefkat eli vahşi doğaya dur demiş: Mikroplara karşı kendini savunamayacak durumdaki bebek; bir istisna olarak ilk altı ay korunmuş ve her şeyi sonradan öğrenmek zorunda olmasına rağmen, annesini emmeyi öğrenmiş olarak dünyaya gelmiştir.

Doğada hiçbir şey israf edilmez… 

Canlıların solunum yoluyla atmosfere attığı karbon dioksit gazı (CO2), bitkiler tarafından “fotosentez” yoluyla besine dönüştürülür. 

Peki, bu nasıl gerçekleşir? 

Havadaki atık karbon dioksit gazı, bitkiler tarafından yapraklarındaki pigmentler aracılığıyla alınır. Alınan bu karbondioksit gazı, bitkinin kökleri kanalıyla aldıkları suyla birlikte, güneş ışığının da devreye girmesiyle, kimyasal tepkimeye girerek bitkilerin besin kaynağı olan glikoza (nişastaya) dönüşür. Yani bitkiler, karbon dioksiti kullanarak hem havayı temizlerler hem de biz insanlar (hatta hayvanlar) için vazgeçilmez temel besin kaynağı olarak besin zincirindeki yerlerini alırlar.

Karbon, canlıların yapısını oluşturan en temel elementtir. Karbonun ana kaynağı ise, atmosferde ve sularda çözünmüş halde bulunan karbondioksittir. 

“Karbon döngüsü” ve  “fotosentez” olayları; her ikisinin de değişmezi karbon olan bileşik kaplar benzeri iç içe geçmiş kimyasal olaylardır. Fotosentez olayıyla birlikte havadaki karbondioksitin “karbonu” bitkilere, oradan da onları yiyen diğer canlılara geçer. Canlılar yaşamları için gerekli olan enerjiyi, vücutlarındaki besinleri solunum yoluyla aldıkları oksijenle yakarak açığa çıkan enerjiden temin ederler. Hücrelerde gerçekleşen bu yanma olayı sonunda açığa çıkan karbondioksit gazı solunum yoluyla tekrar atmosfere salınır. Bu olay, kendisinin ne işe yaradığını bilmeden “su döngüsü” gibi doğada tekrarlanır durur.

Keza ölen canlıların cesetleri de ziyan edilmez, topraktaki mikro organizmalar (çürükçül bakteriler) tarafından çürütülerek elementlerine ayrıştırılır ve bu elementler doğada tekrar başka canlıların yapımında kullanılır. Ayrıca bitki ve diğer canlıların fosilleri toprak altında uzun süre kalırlarsa, insanoğlunun yüzyıllardır uğrunda savaştığı petrol oluşur. 

Doğada hiçbir şeyi israf etmeyen kör tesadüfler midir, yoksa herşeyi bilen gören, bütün disiplinlerden anlayan mutlak bir irade ve akıl sahibi olan Tanrı mıdır?

Vücut fonksiyonlarımızın sürmesi için gerekli olan normal vücut ısısı 37° dir. Vücudumuz bu ısıyı hep korur, aksi halde vücut fonksiyonlarımız için gerekli olan kimyasal tepkimeler gerçekleşmez ve hastalanırız. Spor yaparken, yazın güneşte kaldığımızda ve kalın giyindiğimizde vücut ısımız artar ve istem dışı olarak terleriz. Terimiz, buharlaşmak için kendisine gerekli ısıyı vücudumuzdan emerek vücut ısımızı ayarlar/düşürür. Yani terleme vücudumuz için bir tür klima görevi görmektedir. Bu ağdalı fizik ve kimya yasalarını akılsız, kör ve sağır atomlardan oluşan et ve kemik yığını vücudumuz nereden biliyor olabilir?

Çok kötü gibi görünen cinayet, kaza gibi trajik olaylar da boşuna değildir. Aristoteles (MÖ 384-322)’in yorumuyla, “Trajedi, izleyenlerin acıma ve korku duygularını uyandırarak ruhlarını kötü düşüncelerden arındırır.” (Aziz Çalışlar, Tiyatronun ABC’si) Sosyolojik bir olgu olarak savaş zamanlarında adi suçlarda görülen azalma, belki de insanların savaş gibi bir trajediden ders çıkarmasıyla, “doğadaki hiçbir şeyin ziyan edilmemesi” ilkesinin bir başka açıdan örneğini oluşturur.

Tanrısal sanat…

Doğadaki mucizeler kabilinden konular değişik yazarlar tarafından çok fazla işlendiği için, biz daha çok Tanrı’nın sanatçı yönünü öne çıkramak fikrindeyiz. Tanrı, doğadaki en mükemmel varlık olan insana; sindirim sistemi, boşaltım sistemi, sinir sistemi, solunum sistemi, dolaşım sistemi, iskelet sistemi; göz, kulak, burun, dil ve deri gibi mükemmel sistemler ve duyu organları bahşetmenin yanında estetik görünümünü de unutmamıştır.

İnsanın dış görünümünde ilk göze çarpan estetik detay, Aristo’nun güzellik “kriterleri” arasında da saydığı simetridir. İnsan vücudu, tam ortasından geçen hayali bir simetri eksenine göre simetriktir.

İnsandaki estetik detaylar simetriyle bitmiyor, “güzelliğin kod numarası” olarak adlandırılan “altın oran” da kullanılmış. 

Eski Mısır ve Yunanlılar tarafından keşfedilip Antikçağ’daki ressam ve heykeltıraşlar tarafından mimaride ve sanatta kullanılan altın oran, yaklaşık 1,61 sayısına tekabül eden bir matematiksel oran. İnsan gözüne hoş gelen bu orana, başta insan vücudu olmak üzere; ağaç dallarında, ayçiçeğinde, çam kozalağında, tütün bitkisinde, salyangozda ve deniz kabuğu gibi başka pek çok canlının yapısında rastlamak mümkün. Platon (MÖ 427-347)’un “kozmik fiziğin anahtarı” dediği altın orana Leonardo Da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosunda (tablonun boyunun enine oranı altın oranı verir), Keops Piramidinde (piramidin tabanının yüksekliğine oranı, altın oranı verir), ünlü yönetmen Sergei Eisenstein (1898-1948)’ın “Potemkin Zırhlısı” filminde ve Fibonacci sayılarında da rastlamak mümkün. İdeal ölçülere sahip bir insan vücudunda; boyu, göbek ile ayak arasındaki uzunluğa böldüğümüzde altın orana ulaşırsınız. Yine kafatasının boyunu enine böldüğümüzde de aynı oran karşımıza çıkar. 

Evreni ve içindekileri matematiksel ölçülere göre yaratan kör tesadüfler olabilir mi? 

Dünyada herkes, kendi hayat filminin başrolünde oynamaktadır. Yaşam; mucizelerle dolu olmasının yanında hem herkesin başrolde oynadığı hem de bir başkasının başrolde oynadığı hayat filmi için figüran ve hatta seyirci olduğu çılgın bir projedir. Bu dev prodüksiyonda kullanılan senaryo, sahne/dekor, oyuncular, ışık, kamera ve seyirciler tamamen gerçektir. Dekor olarak tüm evrenin, senaryo olarak gerçek yaşamöykülerinin, ışık olarak Güneş’in ve kamera olarak gözün kullanıldığı bu iç içe geçmiş hiç bitmeyen filmin yönetmen koltuğunda ise tıpkı Yeni Ahit (2015) filmindeki gibi Tanrıyı görmekteyiz.

Tanrı; doğada insana her çeşit meyve ve sebzeyi sadece ikram etmekle kalmaz, bu ikramı hizmet kalitesi ve dizayndan ödün vermeden yapar. Elma, armut, kiraz, vişne, dut, üzüm, şeftali, erik, nar, portakal, mandalina ve ayva gibi yüzlerce çeşit meyve elimize rastgele tutuşturulmaz; iştah açıcı renk ve kokularla bezenerek, simetri ve renk uyumu gibi estetik detaylar unutulmadan harika tasarımlarla paketlenerek ikram edilir. Üstelik Tanrı meyveleri paketlerken sırf sanatçı kimliğini öne çıkarmaz, onları uzun süre dayanacak şekilde paketleyerek, kimya mühendisi ve beselenme uzmanı yönünü de ortaya koyar. Ona ne kadar teşekkür etsek azdır.

Tanrı; özellikle portakal, mandalina ve üzüm gibi meyveleri ikram ederken, onları kendi içinde küçük paketçiklere bölerek aynı zamanda “paylaşımcı” politik mesajlar vermeyi de ihmal etmez.

Bilimsel bir inanç: Evrim

Evrim teorisi için pek çok şey yazıldı çizildi, hepsini burada tekrarlamak hem yersiz hem de bu kısa çalışmanın sınırlarını aşar. Elbette evrim teorisi bilimsel bir teoridir: İspatlanması ya da çürütülmesi akademik bir çabayı gerektirir. Ancak biz burada birçok kişinin gözden kaçırdığı birkaç mantık hatası üzerinde duracağız. 

Birincisi: Kimi dostlarımız evrim teorisine iman etmemizi bekliyor, bu kanımca yanlış bir yaklaşım ve üstelik diyalektik yasasına da aykırı. Çünkü evrim teorisine inanılmaz; bilimsel metotlarla ispatlanır ya da çürütülür.

İkincisi: Canlıların evrim mekanizması sayesinde basitten karmaşığa (mükemmele) doğru lineer (doğrusal) bir gelişme yolu izleyeceği varsayımı. Bence bu varsayım insandaki yaşlanma olgusuyla çelişmektedir. İnsan; embriyodan bebekliğe, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten olgunluğa geçişte doğrusal bir yol izlerken birdenbire başka bir akıl ve irade devreye giriyor ve bu sürece aksi yönde müdahale ediyor. Evrime göre insanın olgunluktan daha olgunluğa ya da başka kompleks bir canlı türüne sıçrama yapması gerekirken birden süreç tersine dönüyor, yaşlanıp ölüyor… Demek burada bizim dışımızda başka bir irade/akıl devreye giriyor ve süreci tersine çeviriyor.

Üçüncüsü: Canlılar gibi çok kompleks yapıdaki varlıkların tesadüfler sonucu oluştuğu iddiası. Sadece üç tane rakamın yan yana gelme olasılığı binde birken, insan DNA’sını düşündüğümüzde, yan yana gelmiş o kadar fazla genetik bilginin tesadüflerle açıklanması olanaksızdır. 

10.10.10=1000

Doğadaki akıllı tasarımlar, bizi Tanrı’ya götüren ipuçlarıdır. Gördüğümüz canlı ve cansız bütün varlıklar; tıpkı bir ressamın, bir kimyagerin, bir heykeltıraşın, bir fizik mühendisinin ya da var olan bütün sanatlardan ve disiplinlerden anlayan insanüstü bir zekânın elinden çıkmış gibidir. Özellikle canlılardaki göz, kulak gibi kompleks organların; kan dolaşımı, sinir sistemi gibi sistemlerin mükemmellikleri dolayısıyla tesadüfler sonucu oluşmaları mümkün değildir. Bunlar ancak sonsuz bir güç ve akıl sahibi varlık tarafından yaratılbilirler. 

Sosyalist Tanrı…

Sırada “sosyal adaletsizliğin kaynağı Tanrı’dır” yanlış algısı var. Bu yanlış algının temelinde ne yazık ki, İslam’ın çarpık Tanrı anlayışı yatmaktadır maalesef. 

Oysa doğada gözlemlediğimiz bazı hadiseler bize, Tanrı’nın “sosyal adaletsiz” değil, aksine “sosyalist” olabileceğini işaret ediyor.

Portakalı düşünün… Adil bir paylaşım için dilimlenmiş halde biz insanları beklemiyor mu? 

Üzüm salkımına ne demeli? Sanki daha adil paylaşımlar için küçük paketçikler halinde hazırlanmış, kendisini paylaşacak insanlar aramıyor mu? 

Her iki örnekte de sırf “eşitlik-adalet” mesajları verilmiyor üstelik, başka mesajlar da gizli: Doğada israfa yer olmadığı gibi: Doyacak kadar ye, dua et, kalanını sakla… 

Atmosferdeki oksijeni herkes ihtiyacı kadar kardeşçe solur. 

Zengin-fakir herkes, dokuz ay on gün annesinin karnında kalır, kimseye bu konuda torpil yapılmaz.

Hepsinden de öte öldüğümüzde sahip olduğumuzu zannettiğimiz bütün malı mülkü geride bırakıp gitmiyor muyuz? Yanımızda götüremediğimize göre, demek ki sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin asıl sahipleri değilmişiz, sadece birer kiracıymışız. Madem kiracıyız o halde özel mülkyetten söz edilemez. 

İlahi Adalet

Sosyalist Tanrı, elbette mutlak adaletinin gereği olarak, öteki dünyada bir ödül-ceza mekanizması olan cennet ve cehennem tesis etmiş olabilir. 

Ancak mizan terazisinde asıl tartılacak olan en büyük günah, sömürüdür. Ardından belki de yalan söylemek, ikiyüzlülük, çevreyi kirletmek, ilkesizlik, haksız yere adam öldürmek, şiddet ve terörü çözüm yöntemi olarak görmek, rüşvet alıp/vermek, dolandırıcılık, sahtekârlık, hırsızlık, adam kayırmak, iftira atmak, mobbing uygulamak, tecavüz etmek, haksızlığa boyun eğmek, nankörlük, tembellik, savurganlık, bencillik, saygısızlık, duyarsızlık, dedikodu yapmak ve arabozuculuk sayılabilir.

Elbette kötü huylar bunlarla sınırlı değildir, burada aslolan evrensel ahlak yasalarıdır. Örneğin nankörlük dediğimiz, “iyiliğe kötülükle karşılık vermek”, evrensel ahlaka göre günah sayılmasının yanında matematiksel olarak da günah teşkil eder.

 

Sosyalist Tanrı’nın olası cennetine sahtekâr hacı-hocalar değil, eşitlik ve adalet mücadelesi veren sosyalistler girecektir. 

Namaz ve oruç gibi şekli ibadetleri reddediyoruz. Bizce temel ibadetler; “çalışmak”, “dua etmek” ve “erdemli olmak” tır. 

Dua etmek, Tanrı’dan yardım istemeyi ve O’na şükretmeyi içerir, ancak hiç çaba göstermeden sırf tevekkül içinde O’ndan bir şey dilenmeyi içermez. 

Dua herhangi bir şekle bağlı değildir, Tanrı’yla iletişim halinde olunduğunun ciddiyeti ve bilincinde olunması yeterlidir.  

Yorucu bir günün ardından evinizde ailenizle birlikte aynı sofrada oturuyor olmak, Tanrı’ya şükretmeniz için tek başına yeterli bir nedendir.  

“Gerçek tapınmanın hiçbir koşulu, sınırı ve biçimi yoktur.” (Şeyh Bedrettin, Varidat, 1407) 

Ruh; maddeden bağımsız, belli bir hacmi olmayan ve bölünemeyen bir varlıktır. Dolayısıyla, insanın fiziki ölümünden etkilenmez, ruh ölümsüzdür.  

Öldüğümüz zaman, muhtemel yeni maceralar bizi bekliyor olacak. Bu yeni maceralarda bize eski ve yeni pekçok boyut da eşlik edecek. Daha önce de sözünü ettiğimiz bu boyutlardan “sonsuzluğun” nüvesi daha dünyadayken bilinçaltımıza atılmış durumda. 

Bilindiği gibi “sonsuzluğu” bir “veri” olarak alıp inceleyen ve işleyen bilim dallarının başında matematik gelmektedir. 

Matematiğin sonsuzlukla ilgili sunduğu verilere bakılırsa, sonsuzluklar ülkesinde “kıskançlık” yok ya da herkes payına düşenden memnun. 

0, 1, 2, 3, 4,  5, …, ∞     
1, 3, 5, 7, 9, 11, …, ∞

Sonsuz elemanlı yukarıdaki kümeler arasında bire bir eşleme yapılırsa, denk kümeler oldukları görülür. Oysaki alttaki tek sayılar kümesi, üstteki doğal sayılar kümesinin alt kümesidir! Herkesin anlayacağı şekilde söylersek; doğal sayılarla tek sayılar karşılıklı iskambil oynasalar, bu oyun sonsuza dek sürer. Her iki kümenin de ellerinde birbirlerine atacak kâğıtları daima bulunur. 

Öteki dünyada zihnimizin tasavvur ettiği her şeyin en ideal olanı mevcuttur.

Orada haksızlık yapanlar ve haksızlığa boyun eğenler hariç, herkes hakkını tam olarak alacak. Çünkü haksızlığa başkaldırmayan insanlar, hem kendilerine hem yaşadıkları topluma hem de kendilerine haksızlık yapan zalimlere karşı sorumludurlar. Eşitlik ve adalet savaşı verselerdi, belki de cehennemi andıran dünyayı cennete çevirecek, kendilerine haksızlık yapan zalimleri de dönüştürmüş, belki onlara da iyilik etmiş olacaklardı. 

Öteki dünyada “cinler, periler, zebaniler, melekler, şeytanlar var mı?” sorusuna verilecek en güzel yanıt, “bilmiyoruz” şeklindeki yanıt olsa gerek. Ancak şu tahminde bulunabiliriz: Tanrı’nın bilgisayara benzeyen tarafsız, renksiz ve ruhsuz makineleri olabilir.

İnsan, kul hakkı dışında, eksileri ve artılarıyla bir bütün olarak değerlendirilip ona göre ödüllendirilecek veya cezalandırılacak diye tahmin ediyorum. 

Tanrı, kutsal kitaplarda sözü edildiği gibi insanlara sırat köprüsü türünden, komik tuzaklar kurmaz. Amelleri tartıldıktan sonra günahları ağır basan birine cehenneme gitmesinin bir işareti olarak amel defterini sol elinden verip sonra da alay eder gibi ona sırat köprüsü mizanseni kurmak, Tanrı’ya yakışan bir davranış değildir; bir zayıflık ve acizlik ifadesi olan “tuzak kurma” olsa olsa insana özgü bir davranıştır. 

Bir araştırmaya göre; sesler kaybolmuyor, atmosferde katmanlar halinde birikiyormuş. Olabilir, biz fani insanlar olayları ses ve görüntü olarak kaydedebiliyorsak Tanrı neden kaydetmesin. 

Bu kaydedilen ses ve görüntüler, öteki dünyada karşımıza “amel defterimiz” denen suç dosyamız olarak karşımıza çıkabilir.

Cezaların “eğitici ve insan onuruna yakışan türden” olmaları gerektiği ilkesini hesaba katarsak; ahirette Kuran’da bahsi geçen “işkence”ye benzer; zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı cezaların olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 

O zaman akla şu soru geliyor: Öteki dünyada bir günahkâr cezasını çekip yaptığı hatayı anlayıp da ne yapacak? Elbette bu sorunun cevabı çok önemli: Bir defa öteki dünyada yan gelip yatacağımıza dair bir işaret yok. Bu, çalışmayı ve üretmeyi sevmeyen, başkalarına avuç açmayı marifet sanan bazı Müslümanların çürümüş beyinlerinin kokuşmuşmuş bir ürünü olabilir ancak. 

Varlık âlemindeki yolculuğumuza yeni boyutlar kazanarak devam edeceğiz kanımca. Belki de dünya ve ahret hayatı bu uzun yolculuğun belli evreleri. 

Öteki dünyada günahkâr insanlara “insan onuruna yakışan” cezalar verilecekse, bu nasıl olacak? Kanımca, sonsuzluklar ülkesindeki cezalar; sömürdüğümüz, zarar verdiğimiz ve katlettiğimiz insanlara kazancımızdan pay verilmesi şeklinde olacak. 

Elbette kaybettiklerimizi küçümseyenler olabilir, ama şunu söylemekle yetinelim: Kaybettiklerimiz, herkesin kazandığına denk büyüklükte olacak. 

Sonsuzluklar ülkesinde küçük bir parça bütüne denktir. Bu yüzden bu dünyada birilerini sömürürken, öteki dünyadaki kredimizi sömürdüğümüzü unutmayalım.

İnsanlarımızı sonsuzluklar ülkesine eşitlik ve adalete yakışır sade bir törenle uğurlamalıyız. Ölülerimizi en son giydikleri kıyafetle, yıkamadan gömmek tarafımdan tavsiye edilmekle birlikte arzu eden ölü yakınları, kefene sarma geleneğini de sürdürebilirler. Ancak bu iş, cenaze törenini geçim kapısı yapan imamlara kesinlikle bırakılmamalıdır. 

Mezarda ölünün başının ne tarafa geldiğinin bir önemi yoktur, ancak isteyen ölü yakınları estetik bir düzenlemeye gidebilir. 

Ölüm yıldönümlerinde ölüler, mezarlarına karanfil bırakarak, saygı duruşunda bulunarak veya mezarları başında alkol alınarak, şiir okunarak hatırlanabilirler. 

Ancak bunları katı kurallar haline getirmemek doğal akışına bırakmak gerekir. Aslolan özgürlüktür; kurallar ve yasaklar eskilerin tabiriyle kerhen (tiksinerek) konulmalıdır. Gereksiz yasaklarla ve kurallarla çepeçevre kuşattığımız ve sürekli bir baskıladığımız insan ölür, canlılık/hareket için belli bir boşluğa gereksinim vardır.  

Asıl gerçek; bedenimizin doğadan geldiği gibi mezarda çürüyerek tekrar doğaya karışmasıdır. Ölülerimizi mezarlık gibi belli yerlere değil, doğaya karışacak şekilde, rasgele yerlere gömmeliyiz. Ölülerimizi mezara dik koymuşuz, üst üste koymuşuz… Şekli şeylerin cenaze açısından bir önemi yoktur. Ancak kendini savunamayacak durumdaki cenazeye, kimliği ne olursa olsun, hiçbir şart altında saygısızlık yapılmamalıdır. 

Tanrı, emekçilerle beraberdir; onların her ihtiyacını gözetir. Akşamları relaks olup rahatlamaları için uyuşturucu bile verir. Evet, yanlış duymadınız uyuşturucu! Stresli ve yorucu bir iş günün ardından vücutta bir rahatlama hissedersiniz. İşte bu vücudun salgıladığı mutluluk hormonu endorfinin bir sonucudur. Endorfin, laboratuar ortamında üretilemeyen ve yan etkisi olmayan bir tür doğal uyuşturucudur: Yan masadan Tanrı’nın ikramı, buyurun, çekinmeden kullanın!

Esrar, eroin, kokain, ekstazi gibi uyuşturuculara kirli paralarıyla sahip olan kan emici vampirler, istiyorlarsa bu doğal uyuşturucuya ancak tıpkı yoksullar gibi “çalışarak” sahip olabilirler.  

En büyük ibadet çalışmaktır. Tembellik sanılanın aksine insan doğasına da aykırıdır. Üretmeyip sadece tüketmek için yaratılmış olsaydık, herhalde bir bitki olurduk. Zannımca bitkilerin üretmediğini söylemek, tüketim toplumunun asalaklarının aksine, fotosentez yaparak havayı temizleyen bitkilere haksızlık! O yüzden sözümüzü geri alıyoruz. 

Bacaklarımız yürümek ve ellerimiz, kazma-küreği kavramak için özel olarak tasarlanmıştır. Dikkat ettiyseniz ellerimiz, iş aletlerini rahat kavramak için, araba lastiklerindeki yolu iyi kavramaya yarayan tırtıllı kısımlara benzer yapılarla donatılmıştır.

Gözlerimiz, sanatsal faaliyetleri izlemenin yanında yaptığımız işi görebilmek için de yaratılmıştır. 

Çalışan insan; kendini gerçekleştirip toplumda saygın bir statü kazanmanın yanında bir işe yaramanın getirdiği psikolojik hazzı ve mutluluğu da yaşar. Bu haz ve mutluluk, diğer insanlarla olan ilişkilerimize de yansır, toplumda bir sinerji oluşur. 

Tanrısal hoşnutluk ve psikolojik-fiziksel sağlığımız için ekmeğimizi alın terimizle, bileğimizin hakkıyla kazanmalıyız. Kapitalizm, sömürenler dâhil, hiç kimseye mutluluk getirmemiştir. Nerede psikolojisi bozuk, mutsuz, tatminsiz ve ahlakı dejenere olmuş birini görürseniz bilin ki, o bir sömürgendir. Doğasındaki vicdan mahkemesi, onu “işe yaramaz bok solucanı” olarak etiketlemiş ve “mutsuzluk” cehennemine atmıştır. 

Bu güzel ülkenin üreten güzel insanları olarak böylesine bir cehennemden ve tüm kötülerden ve kötülüklerden uzak kalmak dileğiyle… 

Osman AKYOL
Latest posts by Osman AKYOL (see all)