Kerbela’da Zalimin Zulmu Varsa

Hasan günlerdir uyumuyordu. Yorgundu. Gözlerinin önünden gitmiyordu babasının sessiz bir dağ gibi düşen bedeni. Kan olmuştu her yan, ne zaman gözlerini yumsa kızıl bir bayrak gibi dalgalanıyordu babası Ali. Kırkbirinci günün sabahında haber edip Muaviye’ye “gelsin”  dedi.

Korkusunu ardından sürüyerek koşturarak gelmişti Muaviye. Dostça karşılandı, huzura alındı. Babasından gördüğünü bildiğini yaşatan Hasan, konuk ağırlamada kusur etmedi. Yer gösterdi, bir hizada oturdular. Hal hatır sormadan söze başlamanın yakışıksızlığını bildiğinden halini hatırını sordu. Ve babadan dededen gördüğü ağır başlılıkla söze başladı;

“Çok uzun etmeyeceğim lafı” dedi ve az durup Muaviye’nin gözlerinin içine bakarak devam etti.

“Senin gözün halifeliktedir dedi. Babama hep muhalif oldun. Kavganın biri biter biri başlar kafanda. Şimdi de benle bir kavgaya hazırlanmaktasın. Benim gözüm yoktur baş olmaya. Yolda kalmışa yoldaş olmaya halifelik gerekmez. Hırkasız, kavuksuz da yolda kalana koşulur, muhtaç olana yardım edilir. Bizim ne tahttır istediğimiz ne saray. Biz gerçeği er bilip peşine düşenlerdeniz.”

Muaviye’nin kanı donmuş ne diyeceğini bilmez olmuştu. “Halife sensin Ya Hasan. Bize, sana uymaktan başka yapacak düşmez. Peygamberimizin nuru Ali’nin merhameti sendedir.”

Hasan söylenenlerin içten olmadığını bildiği için hafiften gülümsedi. “Ben atamın yolundan gideceğim. Kavgada yokum, sevmeye açtım kollarımı. Şimdilik bu kavga bitsin diye halifeliği sana bırakacağım. Ömrünce var halifemiz ol. Günü geldiğinde emanetimizi senden verdiğimiz gibi alacağız. Ama dedemizin gösterdiği, babamızın gittiği yoldan saparsan iki elim yakanda olacak bunu da bilesin. Atamıza söz etme, yaptığın ettiğinle bize kötü söz getirme.”

Muaviye bunu hiç beklemiyordu. Gerçi ilk teklif, tehditlerle Muaviye’den gelmişti ama yine de Hasan’ın gönül rızası göstereceğini beklemiyordu. Ne yapacağını bilmeden yerinden fırlayıp Hasan’ın dizlerinin dibine çöktü eteğini öptü…

Üç gün içinde halifelik hırkasını giydi Muaviye, Hasan’ı Küfe’ye uğurladı. Kardeş kanı akmasın, kavgalar bitsin diye Halifeliği, Muaviye’ye bırakan Hasan, önce Küfe’ye sonra da Medine’ye geçmişti. Muaviye’nin veziri Mervan, zalimin kara kanatlı kuşu oldu düştü Hasan’ın ardına, ne etti ne eyledi bilinmez, Hasan’ın zevcesi Cu’de’yi kandırdı ve elindeki zehri verdi ona.

Bir gün sonra güneş tam tepeye varmışken ve çöl yanarken yılan çıyan içinde, Hasan yatıyordu Hüseyin’in kollarında son nefesinde. Dizlerini dövüyordu evin kadınları. Zeynep sessiz usul ağlıyordu ince gözyaşları yanaklarından süzülerek.

Hasan açıp gözlerini baktı Hüseyin’e dudak kıvrımında bir gülümseme belirdi.  Her zamanki ağır başlılığı ile ve sözcükleri özenle seçerek başladı konuşmaya.

“Ardımdan ağlama, yasımı tutma, ev halkı sana emanetimdir. Dört bir diyardaki açı açın bil, mazlumu kardeşin seç. Hak yeme, yetimin hırkasını zalime giydirme. Benim intikamım yetimi giydirmen, açı doyurmanla alınır. Zalimin kılıcı keskindir ama gerçeği kesemez hiçbir kılıç. Sen gerçeğin urbasını kuşan, akıl yolundan yürü. Basra’dan Bağdat’a, Fırat’ın yukarısından, Şam’a, ata toprağı senden kardeş kanı görmesin.”

Az durdu “Zeynep kardeşim” dedi. Koşup vardı Zeynep elini aldı ellerinin arasına öptü… “Kadın kişiyim deyip Hüseyin’i yalnız bırakma. Kardeşin can yarısıdır. Her müşkülünde yanında ol. Evin kızı oğlanı birdir. Kızları erkeklerden ayırmayın. “Elif”i bilmeyen kadın, gecede yolunu bulamayan aya benzer. Kadının cahili ocağımıza ateş düşürür, zehir olur damarımızda akar.”

Zeynep bu sözleri babasından da duyduğunu anımsadı. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” dediğini dün gibi hatırladı.

Hasan son kez “Hüseyin” dedi, göz göze geldiler. “Suya giden yolun kesilirse bir gün, ayağını vurduğun yerden su fışkıracak bilesin ve o gün bil ki senle susuz çölüm. Mor dağların kar suyu da gelse ayağıma, bir tas su içmem senden önce.” deyip yumdu gözlerini.

Hüseyin ne anlam vereceğini bilmediği bu son sözlerle kendini yalnız ve bir başına kalmış hissetti. Ama yas tutmayacak karalar giymeyecekti, abisinin vasiyeti vardı. Zeynep’e sarılıp kaldı bir an öylece.

Muaviye tez elden Hasan’ın öldüğünü duymuştu. Bir emirle karalara boyadı Şam’ı. Kara don giydi kara sarık sardı.

Zalimin zulmü var, kılıcı bir çekilmesin bir daha sığmaz kınına. Kara donlu adamlar sokaklara düşmüş uçan kuştan hesap soruyorlardı. Kimsenin malı canı garantide değildi artık. Meydan Muaviye’ye kalmıştı. Önce hizmeti karşılığında Yezit’e yar olacağını bekleyen Cu’de ise, ölümlerden ölüm seçti.

Muaviye’nin bir emriyle Şam, karalar içinde bir kara çarşaflı gelindi. Duvarlar, kapılar karalara boyanmıştı ve yalandan gözyaşı döken bir garip kuş dönüyordu havada.

Hasan KAYA