Karanlığa doğan ışık

 “Şiir kalbin dilidir. Ben bir kadınım. Kalbimle duygularım bir erkeğinkinden elbette farklıdır; eğer bir erkeğin sesiyle konuşursam yürekten konuşmamış olurum.” der Füruğ Ferruhzad. 

Füruğ gerçekten de bir kadın yüreğinin en derininden gelen sözcüklerle seslenir şiirlerinde. Yüzyıllardır dünyayı yöneten, doğu kültürlerinde daha güçlü bir şekilde kendisini gösteren ataerkil yapının kadına dayattığı rolleri,  gelenekselci yaklaşımları reddeder… Kadınlığını cesurca ortaya koyarak yaşar; bir kadın olarak kendisini istediği şekilde var eder ve tabi bunun bedelini de öder. Kadınların sözde eşit haklara sahip olduğu günümüzde bile her gün pek çok kadın kendi olma savaşı vermiyor mu? Bunun için ağır bedeller ödemiyor mu?

1934 yılında İran’da doğmuş olan Füruğ, orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Lise eğitimini bitirememiş olsa da teknik okulda resim, kostüm eğitimi almıştı; bir yandan da şiirler yazmış, gazeller bestelemişti. Ferruhzad, ataerkil toplumun savunucularından olan albay babasının evinde, kendisini dış dünyadan soyutlayan duvarlar ardındaki kasvetli tutsaklığından kurtuluş olarak ilk uçma denemesini yaptığında on altı yaşındadır. Kendisinden on bir yaş büyük olan karikatürist ve ressam Perviz Şapur’a aşık olur. Uzaktan akrabası olan bu kişiyle evlenmesine başta ailesi karşı çıkmış olsa da, daha sonra babasının desteği ve bir yıl bekleme koşuluyla, on yedi yaşına girdiğinde evlenir. Evlendikten bir yıl sonra oğlu Kamyar doğar. Oğlunun doğumuyla birlikte eşiyle arasında anlaşmazlıklar başlar. Bir eş ve anne olarak yüklendiği geleneksel rollerin esaretiyle, özgür bir şair olarak sınırları aşma isteği arasında, gerilimli çelişkiler, derin ızdıraplar yaşar ki bu ruh hali ilk üç kitabına açık bir şekilde yansır. Profesör Farzeneh Milani’nin ‘Yayımlanmamış Mektuplar Eşliğinde Edebi Bir Biyografi’ kitabında belirttiğine göre, onun şiirine hakim olan bu yarı karanlık hal, adının anlamı ‘ışık’ olan bir ruhun iyi ve kötü, esaret ve özgürlük, bireysel ve toplumsal, yeryüzü ve gökyüzü gibi zıtlıklarla bezeli, ‘kimsin sen’ sorusunun ardı sıra örülmüş, tabularla sınırlanamayan bir yaşamdır. Füruğ’a göre de, bu yaşantının öznesi eğer şairse, şiiri ve yaşamı birbirinden ayrılamaz bir bütündür; şairin şiiri kendi yaşamına göbek bağıyla bağlıdır. 

“Bir şeye daha inanıyorum; o da yaşamın her anında şair olmaktır. Şair olmak insan olmak demektir. Şiirleri günlük yaşamlarıyla bağdaşmayan kimilerini tanıyorum. Yani sadece şiir yazdıklarında şairdirler. Sonra bitiyor… Kendi kendime, ‘sakın bir tabak pilav için bağırmış olmasınlar’ diyorum.” “Şiir… Yaşamıma vermem gereken yanıttır. Benim şiire duyduğum saygı, inanmış bir insanın dinine karşı duyduğu saygı gibidir.” diyerek gerçek Tanrısını ilan eden Füruğ, oğlunu ve anneliğini şiir Tanrısının sunağına kurban eder, oğlunun velayetini babaya verir. Bir daha da oğlunu göremez çünkü içinde bulunduğu dönem itibariyle, bir kadın kocasından ayrıldığı takdirde çocukların velayetini babaya vermek zorundadır. Hiçbir kadın örgütünün içinde yer almaksızın, bireysel olarak ataerkil geleneğin nüfuz ettiği toplumsal sorunlara isyan ederek ördüğü şiir-yaşamı, bu başkaldıran örgünün saldırıya uğradığı yerden yani kadınlığından gerçekleştirdiği öz savunması onun sınırsız var-oluşudur. 

İlk şiir kitabı ‘Esir’, İran’daki bireyin uymak zorunda olduğu bir takım kurallar ve sosyal hayat hakkında bilgi verir. Füruğ, toplumun anlamını yitirmiş sözde değerler ve geleneklerle ördüğü duvarlar arasında bir mahkum olarak görür kendini ve bu tutukluluktan tek kaçışı aşktır ve bu duygularını gizlemeye gerek duymadan, bütün içtenliğiyle dizelere dökmüştür. 

İkinci şiir kitabı ‘Duvar’, üçüncüsüyse ‘İsyan’dır. Bu süreçte, yönetmen ve aynı zamanda modern İran edebiyatının öncülerinden olan İbrahim Gülistan ile tanışır. Gülistan Film Stüdyosunda çalışmaya başlar. 1954 yılında bir dergiye göndermiş oldugu mektupta şu satırları yazmıştır: “Benim arzum, İranlı kadınların özgürlüğü ve onların erkeklerle eşit haklara sahip olmalarıdır. Ben bu ülkede bacılarımın uğradıkları haksızlıkları ve adaletsizlikleri, çektikleri sıkıntıları tamamıyla biliyorum. Bu yüzden eserlerimin yarısını onların sıkıntılarını dile getirmeğe, problemlerini tasvir ederek gözler önüne sermeğe ayırıyorum.” 

Tebriz’de cüzzamlıların tecrit edildiği bir evde farklı ezilmişliklere, dışlanmışlıklara tanık olur. Toplumun onu tutsak kılan yasalarına karşı duruşuyla dışlanmış ‘günahkar’ biri olarak cüzzamlıların kendi vatanlarında sürgün olmalarını, tutsaklıklarını çok iyi anlar ve onların yaşamlarını anlatan ‘Ev Karadır’ diye şiirsel anlatımlı bir belgesel çeker. Böylece toplumun karanlıkta kalan bir yüzü gün ışığına çıkar. Burada tanıştığı cüzzamlılardan birinin çocuğunu, Hüseyin’i kendi oğluna benzetir ve onu evlat edinir. Ancak en verimli çağında, otuz üç yaşında bir trafik kazasında yaşamını yitirir.

Belki de bir İran’lı kadın şairin yaşamı üzerinden, Türk kadınının mücadele etmeden, acı çekmeden kazanmış olduğu hakları nasıl kullandığını, toplumun genelinde kadının ataerkil baskıdan ne kadar özgürleşebildiğini, geleneksel yapıdan kurtularak ne kadar eşitlikçi ve demokratik olduğunu sorgulamak uygun olur. Biz kadınlar her 25 Kasım’da hala ‘Kadına Şiddete Hayır’ diye yürüyorsak ve her yıl yüzlerce kadın öldürülüyor ve tacize uğruyorsa, hala kadın bir birey olarak dünyaya gelme nedeni olan özgür iradesiyle yaşamını seçme ve yönlendirme hakkını kullanamıyor ve hatta her geçen gün haklarını kendi iradesiyle geri veriyorsa belki de bu İranlı kadın şairin kendi kalabilmek uğruna verdiği mücadeleyi ve çektiği acıları tekrar hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor!

”ve bu benim 
yalnız bir kadın 
soğuk bir mevsimin eşiğinde 
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın 
                                                  başlangıcında 
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu 
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü” 
Füruğ Ferruhzad

Müge BULUÇ