Kapitalizm, genellikle özgürlük ve fırsatlarla ilişkilendirilen bir sistem olarak sunuluyor. Ancak, bu sistemin özünde bir haksızlık ve tahakküm ilişkisi barındırdığına dair derin bir eleştiri, son yıllarda birçok düşünür tarafından dile getirildi. Nicholas Vrousalis’in “Sömürü ve Tahakküm” başlıklı kitabı, kapitalizmin adaletsizliğine dair önemli bir teorik katkı sunuyor. Vrousalis, sömürüyü sadece ekonomik bir ilişkiden ibaret görmüyor; aksine, kapitalist ilişkilerin temelinde yatan tahakküm dinamiklerine odaklanıyor. Kapitalizmin özü, bir grup insanın diğerlerinin emeğine tahakküm etmesidir ve bu tahakküm, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve politik bir yapıdır.
Vrousalis’in ortaya koyduğu temel tez, sömürünün aslında bir tahakküm biçimi olduğudur. Sömürü, bir tarafın diğerinin üzerinde keyfi bir kontrol kurmasıdır. Kapitalizm, bu türden bir tahakkümün sistematik bir şekilde sürmesini sağlayan bir yapı olarak işlev görür. Bu görüş, ekonomik ilişkilerde, özellikle de iş gücü ve ücretli emek ilişkilerinde belirginleşir. Kapitalist ilişkilerde, işçiler kendi iş gücü üzerinde tam kontrol sahibi değillerdir. Bu durum, kapitalistlerin işçilerin emeğini bir tür ‘hizmet’ gibi görmelerine ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına olanak tanır. Vrousalis, bu durumu “tahakküm altında hizmet” olarak tanımlar; yani işçi, kendi iradesi dışında, kapitalistin ihtiyaçlarına ve isteklerine hizmet etmek zorunda kalır.
Kapitalizmin haksızlığı, sadece sömürünün açık biçimleriyle değil, aynı zamanda bu sömürünün yapısal doğasıyla da ilişkilidir. Vrousalis, kapitalizmin bir “kafes” gibi işlediğini, bireylerin özgürlüğünü sınırlayan ve onları sürekli olarak tahakküm altında tutan bir sistem olduğunu savunur. Bu sistemde, güçlüler zayıfların emeklerini sömürürken, bu durumu sürdürmek için devlet ve diğer toplumsal kurumlar da önemli bir rol oynar. Kapitalizmin doğasında var olan bu üçlü ilişki—dominasyon, sömürü ve düzenleyici güç—insanları ekonomik ve toplumsal olarak hapseder. Bu, sadece bireysel ilişkilerde değil, küresel ölçekte de geçerli bir olgudur.
Günümüzde, kapitalizmin bu yapısal adaletsizliği yalnızca ekonomik sömürüyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf gibi faktörler de bu yapıyı pekiştiren unsurlar olarak devreye girer. Vrousalis, bu noktada cinsiyetçilik, ırkçılık ve emperyalizmin kapitalist sömürü ile nasıl iç içe geçtiğini de gösterir. Örneğin, seks işçiliği, taşıyıcı annelik ve organ ticareti gibi uygulamalar, kapitalizmin sömürücü doğasının çağdaş örnekleridir. Bu durumlar, yalnızca ekonomik çıkarlar uğruna insanların bedensel ve duygusal emeklerinin sömürülmesiyle değil, aynı zamanda onların toplumsal olarak marjinalleştirilmesiyle de ilişkilidir.
Kapitalizme yönelik eleştirinin temelinde yatan nokta, aslında bu türden bir yapının ne kadar adaletsiz olduğudur. Kapitalizm, bireylerin kendi emek gücünü kendi iradeleriyle kullanmalarını engelleyerek, onları belirli bir çıkar grubu için çalışmaya zorlar. Bu durum, yalnızca ekonomik eşitsizliği derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal özgürlüğün de önünü tıkar. İnsanlar, sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda hayatta kalmalarını sağlayan yapıları yeniden üreten bir çarkın parçası haline gelirler.
Kapitalizmin bu yapısal haksızlıkları, yalnızca bireylerin yaşamlarını etkilemekle kalmaz; aynı zamanda küresel adalet mücadelesini de zorlaştırır. Emperyalizm, kapitalist sömürünün uluslararası düzeyde nasıl işlediğini gözler önüne serer. Zengin ülkeler, daha az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını sömürerek, kendi ekonomik çıkarlarını pekiştirmeye devam ederler. Bu, sadece ulusal düzeyde değil, küresel ölçekte de bir tahakküm ilişkisi yaratır.
Sonuç olarak, kapitalizm sadece ekonomik eşitsizlikleri derinleştiren bir sistem değil, aynı zamanda toplumsal tahakküm ve sömürü üreten bir yapıdır. Vrousalis’in teorisi, kapitalizmin sadece bireysel ilişkilerdeki adaletsizliği değil, bu adaletsizliğin toplumsal ve yapısal boyutlarını da ortaya koyuyor. Bu tür bir yaklaşım, kapitalizm eleştirisini derinleştirirken, aynı zamanda daha adil bir dünya için alternatiflerin önemini de vurgulamaktadır. Toplumsal eşitlik ve özgürlük, sadece bireylerin özgürleşmesiyle değil, aynı zamanda bu özgürlükleri güvence altına alacak bir ekonomik ve toplumsal yapının kurulmasıyla mümkün olacaktır.