Kansu Yıldırım: Erdoğan’ın Anayasa Hamlesi, Hegemonya İnşasında Yeni Adımlar

Kansu Yıldırım

Türkiye’de kurumsal siyaset ve ekonomik ilişkilerin temelinde iki ana dinamik yatıyor. Bir yanda farklı üretim ve ticaret kapasitelerine, uluslararası kapitalizmle bağlantılarına göre farklılaşan sermaye grupları; diğer yanda ise bu sermaye gruplarının çıkarlarına göre siyasi ve hukuki alanı düzenleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan. Ancak anayasa tartışmaları, bu iki dinamiğin ortaklaşa etkisini göz ardı eden, Erdoğan merkezli kişiselleştirilmiş bir otoriterlik anlayışıyla yorumlanıyor.

Kansu Yıldırım’ın Evrensel Gazetesi’ndeki köşe yazısı, Türkiye’de anayasa tartışmalarının yalnızca otoriterleşme çerçevesinde ele alınmasının yarattığı sığlığı ve sermaye sınıfları ile siyasi iktidar arasındaki dinamiklerin göz ardı edilmesinin tehlikelerini ele alıyor. Yıldırım’a göre, anayasa tartışmaları, üretim biçimlerinden ve sınıfsal ilişkilerden koparılarak değerlendirildiği sürece, hem mevcut rejimin sınıfsal niteliği hem de anayasal düzenlemelerin gerçek hedefleri eksik anlaşılmaya devam edecek.

Sınıfsal Vektörler: Erdoğan ve Sermaye İlişkisi

Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yapısını belirleyen iki temel vektör var: Farklı üretim kapasitelerine ve uluslararası kapitalizme eklemlenme biçimlerine göre çeşitlenen sermaye grupları ve bunların taleplerini düzenleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan. Yıldırım, liberal teorisyenlerin genellikle bu iki vektörü birbirinden kopuk ele aldığını, hatta Erdoğan’ı tek bir güç odağı gibi görerek süreci kişiselleştirilmiş bir otoriterleşme analiziyle açıklamaya çalıştığını belirtiyor.

Max Weber’in otorite teorisinden beslenen bu tür analizler, Yıldırım’ın vurguladığı gibi, sermaye ve devlet arasındaki ilişkileri, sınıfsal temsil mekanizmalarını ve burjuva siyasetinin kurumsal yapısını ihmal ediyor. Erdoğan’ın tek başına otoriter bir figür olarak görülmesi, anayasayı yalnızca onun “şahsi” arzularının bir ürünü gibi yorumlama eğilimini beraberinde getiriyor. Ancak bu yaklaşım, anayasanın sınıfsal karakterini ve sermayenin siyasal temsil mekanizmalarındaki rolünü görmezden geliyor.

Hukuk, Anayasa ve Üretim İlişkileri

Yıldırım’ın yazısında dikkat çektiği bir diğer önemli nokta, anayasanın sınıfsal niteliği ve üretim ilişkileriyle bağlantısı. Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserine atıfla, hukuk sisteminin hakim üretim biçiminden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlatıyor. Her üretim biçimi, kendi sınıfsal yapısına uygun hukuk sistemini ve yönetim biçimini yaratır. Bu bağlamda, anayasa metinleri, yalnızca hukuki bir düzenleme değil; aynı zamanda sınıf mücadelesinin ve egemen ideolojinin normatif ifadesidir.

Yıldırım, bu çerçevede Server Tanilli’nin Devlet ve Demokrasi eserine de gönderme yaparak, anayasanın asli işlevlerinden birinin, devlet iktidarının sınıfsal kuruluşunu meşrulaştırmak ve kurumsallaştırmak olduğunu vurguluyor. Demokratik anayasalar olduğu kadar otoriter ya da diktatoryal yönetim biçimlerinin de anayasal bir zeminde şekillenebileceği, ancak bunun tamamen “şahsi arzulara” göre değil, sınıf mücadelesinin yoğunluğuna ve üretim ilişkilerinin yapısına göre belirlendiği gerçeğinin altını çiziyor.

Başkanlık Rejiminin Sermaye İhtiyaçlarına Yanıtı

2017 yılında yapılan anayasa referandumuyla Türkiye’de başkanlık rejimine geçiş sağlandı. Ancak Yıldırım’ın yazısında belirttiği üzere, bu geçiş hukuksal bir kodifikasyonla tamamlanmadı. 1982 Anayasası’nın kolonları üzerine inşa edilen başkanlık sistemi, “fiili” (de facto) ve “hukuki” (de jure) uyumsuzluklar barındırıyor. Bu uyumsuzluk, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı kararnameleri ile sistemin yürütme süreçlerini düzenlemesi sırasında sık sık Anayasa’ya aykırı eylemler gerçekleştirilmesine neden oluyor.

Yıldırım’a göre, başkanlık sisteminin temel amacı, sermaye birikim sürecindeki bürokratik ve demokratik engelleri ortadan kaldırmak. Doğayı ve emeği sömürerek ortaya çıkan zararların toplumsallaştırılması (halkın omuzlarına yüklenmesi) ve kârların özelleştirilmesi için, “etkin” bir devlet mekanizması oluşturulması gerekiyor. Bu bağlamda, anayasa; grev yasaklarından çevre koruma yasalarının esnetilmesine kadar geniş bir yelpazede, sermaye sınıfının çıkarlarını gözeten düzenlemeleri içerecek şekilde yapılandırılıyor.

Yeni Anayasa: Bir Hegemonya Projesi

Yıldırım, Poulantzas’ın hegemonya kavramını kullanarak, yeni anayasanın sadece mevcut rejimin ömrünü uzatma amacı taşımadığını; aynı zamanda sermaye sınıflarının doğrudan çıkarlarına hizmet edecek bir hegemonya inşası hedeflediğini belirtiyor. Yönetici sınıfların her zaman hegemonik sınıf olmadığına dikkat çeken Yıldırım, yeni anayasanın sermayenin devlet üzerindeki egemenliğini daha monokratik bir düzeye taşıyacağını savunuyor.

Bu bağlamda, TÜSİAD gibi büyük sermaye grupları ile siyasi iktidar arasındaki gerilimlerin de anayasa aracılığıyla çözülmesi hedefleniyor. Ancak bu süreç, halkın ihtiyaçlarından ve demokratik temsilden tamamen kopuk bir şekilde ilerliyor. Yıldırım’a göre, anayasa tartışmaları, yalnızca otoriterleşme ve Erdoğan’ın kişisel hamleleri çerçevesinde değil, sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları bağlamında değerlendirilmeli.

Muhalefetin Sessizliği ve Toplumsal Dinamikler

Yıldırım’ın yazısında düzen muhalefetine yönelik eleştiriler de dikkat çekiyor. Emekçilerin geçim sıkıntısıyla boğuştuğu, geniş halk kesimlerinin ekonomik ve sosyal krizlerin altında ezildiği bir dönemde, muhalefetin bu süreçte etkili bir tavır alamadığına işaret ediyor. Seçim hesaplarına odaklanan muhalefetin, anayasa tartışmalarını sınıfsal bir perspektifle ele almadığı, bu nedenle de iktidarın hegemonyasına karşı bir alternatif üretemediği eleştirisi yapılıyor.

Yeni Anayasa Kimin İçin?

Kansu Yıldırım’ın analizine göre, Türkiye’de anayasa tartışmaları, otoriterleşme söylemiyle sınırlı tutulduğu sürece mevcut rejimin sınıfsal karakterini gözden kaçırmaya mahkum. Yeni anayasa, halkın demokratik taleplerine yanıt vermekten çok, sermaye sınıflarının çıkarlarını gözeten bir düzenleme olarak tasarlanıyor. Bu bağlamda, anayasa tartışmaları, sınıf mücadelesinin ve sermaye-devlet ilişkilerinin bir yansıması olarak ele alınmalı.

Yıldırım’ın yazısı, anayasanın yalnızca bir metin olmadığını, sınıf ilişkilerinin ve sermaye birikiminin ihtiyaçlarını yansıtan bir araç olduğunu ortaya koyuyor. Bu çerçevede, emekçilerin ve muhalefetin sürece müdahil olabilmesi için sınıfsal bir perspektifle hareket etmesi gerektiğini hatırlatıyor.