Kabuğu kırın!

“Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, 
biz zaten kördük, 
Gören körler mi,  Gördüğü halde görmeyen körler. 
(Saramago, Körlük, s. 132)

Gözümle gördüğüme mi inanayım yoksa sana mı? Gazzâlî bin yılı aşkın bir zaman ötesinde gördüğünüze hemen inanmayın der. Çünkü “Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.” Gazzâlî İslam alimi, filozof, mutasavvıf. İşin ilginç yanı soruya Marx’da farklı bir açıdan aynı cevabı verecektir; “Dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” Gazzâlî ve Marx görme ile hakikat arasındaki farklılığı işaret etme konusunda birleşiyorlar ve evet gördüğüne inanma diyorlar. Gazzâlî daha da radikal bir yorum yapıyor. Gördüğün seni yanlış yönlendirebilir ve cevizi kabuk zannedebilirsin.

“(Hakikat): imdi bil ki göz nurunun birtakım kusurları var. Çünkü o başkasını görüyor ama kendisini göremiyor. Kendinden çok uzak olan ve kendine ve çok yakın olanı göremiyor. Eşyanın dışını görüyor, içini göremiyor. Varlıkların hepsini değil, ancak bir kısmını görüyor

Hakikate ulaşmak için gördüğünüzün ötesine geçmek için mukavemet etmeniz gerekiyor; kabuğu kırın! Gazzâlî’ kabuğun ötesine geçip cevizi görmenin kaynağını da gösteriyor;

Göz kendine çok yakın ve çok uzak olanı göremez. Halbuki akıl için uzak ve yakın birdir. O bir anda göklerin en yükseğine yükselir ve bir anda yerin derinliklerine nüfuz eder (Gazzâli; Mişkatül Envar, s; 17).

Gazalli bakma ile hakikat arasındaki ilişkiye eleştirel bir mesafe ile bakıyor ve bu mesafenin birlikteliği için akılı öne çıkarıyor. Adına ne dersek diyelim gözlerimiz baktığı yerdeki nesneye odaklanır.

Odaklandığı şeyle arasına mesafe koymadığında görünen üzerinden bir yargıya ulaşır. Ve hayır kabuk var der. Hayır kabuk var diyen körleşme halini Platon Devlet adlı çalışmasında ne güzel anlatır; “İnsanları mağaraya benzer bir mekân da yaşamak mecburiyetinde (bıra)kalmış ve sadece karşılarına (ön tarafa) bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını çeviremeyecekleri şekilde boyunlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde yaşamaktadırlar ve çok uzaklardan, arkalarından ve yüksekten bir ateşin ışığı parlamaktadır;  ateşin (ışığının) karşılarındaki duvara yansıttığı kendi gölgelerinden ve öteki şeylerin gölgelerinden başka bir şey görmüyorlar. Bu zincirlenmiş insanlar kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek (hakiki) nesnelerden söz ettiklerini sanacaklardır, öyle değil mi? Sonuç olarak: Bu insanlar o araç gerecin gölgelerinden başka hiçbir şeyi gerçek (sahici) yerine koymayacaklardır” (Platon, Devlet, s:172).

Platon’un mağara mahkumları sadece cevizi görmemizi engellemez ama daha önemlisi cevizin oluşumunu, oluşumuna yol açan işleyişi de bizlerden gizler. Sadece gerçeği gizlemekle de kalmaz körleşme. Platon’un işaret ettiği gibi zincirlerinden kurtulup özgürleşenlerle körleşenler arasında gerilim artacaktır. Bakar körler verili iktidar-güç ilişkilerini de gizler. İktidar/güç sahipleri de bakar körlüğü beslerler. Devlet’i yeniden yeni koşullara göre yazan Badiou’un işaret ettiği gibi mağara miti, sinema salonuna o kadar benziyordu ki, günümüz medyasının seyirci-tutsakları da Platon’daki tutsaklara cuk oturdu. Ve bir diğer güncelleme yazıda bizim de kullandığımız “İyi İdeası”nın “Hakikat”e çevirmek olacak. (Badiou, 2016, Devlet)

GÖZ HAKİKATİN HAMMADDESİ

Göz hakikatin hammaddesi ama işlenmesi gerekiyor. Aristoteles On Sense and Sensible başlıklı çalışmasında görmeyi sadece gözün hüneri olarak açıklayan bakışları kabul etmez ve gözün görme yeteneğini dışsal olan ışıkla bağlantısını kurarak açıklar. Görme o zaman sadece göze ait/bedene ait değil, kendisinin de içinde olduğu yaşam ortamı ile ilişkili. Yaşam ortamlarımız zaman içinde değişiyorsa, gördüğümüz nesnelere atfettiğimiz anlamlarda değişecektir. J.Berger güzel bir örnek verir;

İnsanların Cehennemi’in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ’da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı –yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.” (J.Berger, Görme Biçimleri, sayfa 7). O zaman görme eylemliliğini ortamından ayrı ele alamayız. Ortam hem kendi bileşenleri ve hem de bileşenlerinin tarihsel oluşlarının toplamıdır. Bu toplam görülmez ama analiz ile içsel bağlantılar kurulur. Nietzche meramımızı ışık tutuyor gibi:

Zerdüşt, altında delikanlının oturduğu ağacı kavradı ve şöyle buyurdu: ‘Bu ağacı ellerimle sallamak istesem, sallayamam. Oysa bizim görmediğimiz yel, onu dilediği gibi üzer ve eğer. Bizi en çok, görünmeyen eller eğer ve üzer.” (Nietzche, Böyle Buyurdu Zerdüşt,)

Değil mi bize görünmeyen eller en çok üzüyor. Değil mi görülmeyen ellerin yaptıklarını işaret etmek, yapılanlara tanıklık etmek gerekiyor. O zaman görmediğimiz yeli, gördüklerimizle birleştirmeliyiz. Hakikat ile görme/gözetme arasındaki bağlantıyı canlı tutmalıyız.   

“Generalim, bu hastalık bana göre dünyanın en mantıklı hastalığı, görmeyen göz, gören göze körlüğü bulaştırıyor, işte bu kadar basit.”  (Saramago, Körlük, s. 45)

Körlük adlı romanında Saramago görmenin egemenliğindeki körlüğün nasıl tüm topluma salgın hastalık gibi yayıldığını anlatır. Ve önemli olan görmeyen gözlerin, gören gözlere körlüğü bulaştırıyor olması. Platon gözün ışıkla bağlantı kurduğu gibi ışık ve karanlığa alışmak kolay değil. Ama salgın hastalık olarak Saramago’nun da kurguladığı gibi zaman alıyor. Gerçi yaşadığımız topraklara yani Türkiye gerçeğine baktığımızda salgının bir hastalık olarak körleşmenin ne kadar hızla yayıldığını görüyoruz/yaşıyoruz. Görür körlüğün hızla yayılmasının tabiki tarihi nedenleri var. Bu tarihi nedenleri üç başlık altında toplayabiliriz;

i)- zaman içinde yaygınlaşıp egemenliğini kuran sermaye birikim mekanizması ve metalaşma,

ii)- ülkeden ülkeye değişen ama bizim gibi geç modernleşen-kapitalistleşen ülkeler de daha bir belirleyici olan siyasi iktidarın en başında olana atfen kullanılan karizmatik lider (yani “baba”, yani “reis”, yani “başkan”) kültürü.

iii)- bir diğer değişken ise tabiki görsel toplumun temel bileşeni olan gören körler ordusu, yani kitleler.

Sayfa ve vuruş sınırlamasından dolayı azap çekmekteyim. Bu üç değişken ve iç bağlantıları kurma isteğimi sınırlayarak kısa notlar olarak bakmaya çalışalım.

 “Modern üretim koşullarının hakim olduğu toplumların  tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür”  (Debord, Gösteri Toplumu).

Gören körlerin yaratılmasının ilk kaynağı kapitalizmi tanımlayan dinamik içsel bağlantıları sürekli yeniden yeniden oluş halindeki ikili; sermaye birikimi ve ulus devlet. Ayrımlar çağı olan sanayisermaye birikimi değişim değerini öne çıkarıp onu kullanım değerinden kopardığında ihtiyaç ile arzuyu da ayrıştırdı. Dolayısıyla üretim ile tüketim birbirinden ayrıldı. Üretimin amacı ihtiyaç değil kapitalist birikim olunca, üretilen ürünlerin tüketilmesi, tüketilmesi için ise daha fazla arzu pompalanması, daha fazla üretmek ve tüketmek için emek ile emek-gücü birbirinden ayrıştı. Öyle bir işleyiş/mekanizma oluştu ki emek-gücünün yarattığı karşılığı ödenmemiş emek zamanı ücret içinde kayboldu, öyle bir işleyiş yaratıldı ki toplumsal zenginliği yaratan girişimci ve kapitalistler olarak göründü. Öyle bir işleyiş oldu ki karşılığı ödenmemiş emek zamanı yani artı-değeri göremediğimiz için kar, faiz ve rantı birbirinden gelir kaynakları olarak gördük. Ama öyle bir işleyiş oldu ki dokunduğu her şey metalaştığı ölçüde, metalar reklam ve benzeri mekanizmalarla paketlenerek ihtiyaç olarak sunuldu.  İnsanlar arası ilişkiler en çok görünen metalar ve dolayısıyla da en çok görünen para formu olarak görünmeye başladı. Devasa gösteri birikiminin egemen olduğu toplumlarda görünüş hakikatin yerini aldı. G.Debor’dan hareketle sorunu ele alan Ranciere’ye sözü bırakalım.“İlk olarak, bakmak bilmenin zıddıdır. Seyirci bir görünüşün karşısına geçer, ama o görünüşün üretim sürecini veya gizlediği gerçekliği bilmez. İkinci olarak bakmak, eylemenin zıddıdır. Edilgen olan seyirci yerinde olduğu gibi, hareketsiz durur. Seyirci olmak,  hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir. Ne de olsa, saklanan sır makinenin apaçık işleyişinden başka bir şey değildir. Gösteri toplumunda yaşayanların durumu o halde, Platon’un mağarasında zincirlenmiş tutsakların durumuyla aynıdır (Ranciere, Özgürleşen Seyirci, s:10).

BÜYÜK BİRADER BİZİ İZLİYOR 

 “İster KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazsın, ister yazmasın fark etmiyordu. Günlüğü tutsa da,  tutmasa da, yine fark etmiyordu. Düşünce Polisi onu er geç ele geçirecekti. Buna Düşünce suçu deniyordu” (Orwel,1984)

Ön taraftan yansıtıldığında holografik halüsinasyon kusursuz olduğu kadar büyüleyicidir de” (Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon) Dünyayı seyre dalanların yanı sıra, yanı başında seyre dalmalarını hazırlayan, seyre dalmayanları da cezalandıran bir diğer değişken ulusdevlet ve daha güncel işleyişi olarak siyasal iktidar.  Siyasal iktidar neyin görülüp, neyin görülemeyeceğini baskı ve ideolojik aygıtlarla düzenler. Kendi varoluş koşulları sermaye birikimi ve devletin varoluş koşulları olduğundan seyre dalacak olanlar için uygun mağara-hapishaneler yaratır. Yeniden üretim koşullarında zorluk çıktığı anda yeni görme rejimleri yaratmak için daha bir baskıcı olur. Dünya ölçeğinde işleyişe entegre olan bizim gibi toplumlarda melez oluşumlar iktidar istencinin yer yer kişileşmesine neden olur. Baba, reis, başkan sever toplumlarda körleşme hybride ve hybride olduğu ölçüde de pragmatik biçimlere yol açar. Kapitalizmin görünmesi istenmeyen makinesi ile baba-reis olma birbiri ile farklı etkileşimlere neden olur. Baba, reis görünürgörünmez sermaye birikim mekanizmasının sağladığı olanaklarla sadece nelerin görüleceğini işaret etmez, nelerin görülmeyeceğini de işaret eder. Ama çok daha önemlisi kendisini her anlamda toplumda görünür kılar. Medyada, sokaklarda, kitlelere karşı hep öne çıkar, tüm görüntülerin içinde en çok görünen olmak ister. Başını çevirdiğiniz her yerde neredeyse onun sesi, onun posteri, onun kitlesi ile karşılaşırsınız.  Kişileşen iktidarın görüntüsü zamanla hologram gibi etkide bulunur.

 GÖREN KÖRLER ORDUSU

“Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer  ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —  kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
N.H.RAN

Gösteri toplumunun tüm olanaklarını kullanan siyasi iktidar gücü görüntüye dönüşmüştür, görüntüler üzerindeki egemenliği gücü olmuştur. Artık biz seyre dalanlar için güç sadece görüntü mü, görüntüsü gücünden mi gelir onu da bilemeyiz. Gücün kaynağını bilmek yerine hep görüntüler üzerinden düşünürüz ya da düşündüğümüzü varsayarız. Seyre daldıkça hareket yeteneğimiz azalır. Kitleler artık cevizi kabuk zannetmiyor, tüm kabuklar ceviz olmuştur. Yanılsama kutsanarak hakikat dışarıda bırakılmışsa burada ele alamadığımız kitlelerin, kör olan/olmayı seçenlerin suçu da az değil. Gidişat ne yazık ki haksız suçlamalara maruz kalan Nietzsche’i haklı çıkaracak nitelikte.

Solucandan insana dek yol aldınız ve sizde çok şey daha solucandır. Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur”. (Nietzsche; Böyle Buyurdu Zerdüşt)  

Son Yerine;

“Vuracaklar beni umurumda değil ensemden vuracaklar beni umurumda değil kahrolsun büyük birader insanları hep enselerinden vururlar umurumda değil kahrolsun büyük birader. Arkasına yaslandı, biraz kendinden utanmıştı, kalemini bıraktı. Bir an sonra şiddetle irkildi. Kapı çalınıyordu.
Bu kadar çabuk mu?  (G.Orwell, 1984)

 

Fuat ERCAN