“Egemen sınıfın çıkarlarına zarar vermeyen hiçbir davranış suç olarak düzenlenmemiştir”
Karl Marks
Kapitalizm, maskelenen karanlık yüzüyle suç üreten bir sistemdir. Bu sistem var oldukça cezaevleri hep dolacak, burjuvazinin izin verdiği ölçüde boşaltılacak; yeter ki zarar kendilerine dokunmasın. “Hukuk ihlalleri ve suç genellikle kanun koyucunun kontrol edemediği ekonomik faktörlerin sonucudur,” diyor Karl Marks… Kapitalist sistemin müsebbibi olduğu gelir dağılımındaki uçurum ve sömürü düzeni, bireyleri dengesizliğe ve suça itmektedir. Suç, kapitalist sistemin çürümüşlüğünü, af da bu çürümenin yansımasını gölgelemek için yapılan bir düzenlemeden öteye gidemiyor. Suç işleme bir yerde alışkanlık haline dönüştüğü zaman hiçbir önlem, suçun önünü kesmeye yeterli olamayacaktır. Ancak sistem, sürekli suç işlemeye elverişli bir düzene dönüşürse önüne geçilmesi mümkün olmayan sosyal patlamalara neden olur. Burjuvazi kendi düzenini tehdit etmeyen adi suçlar ile organize suçları affa yönelik yasaların çıkarılmasına itiraz etmez, oligarşilerde kendisini tehdit olarak gören özgürce düşünme, yazma ve yayma hareketleri ile çıkarına aykırı gösteri ve propagandalardan korkar ve af kapsamı dışında tutar. Bugün onu temsil eden siyasi otoritenin, düzeninin korunmasındaki “bodyguard” görevini fazlasıyla yaptığına tanık oluyoruz. Düzeni tehdit ettiğini düşündüğü her tür düşünce, görüş ve eylem, aynı zamanda kendisi için de bir tehdittir.
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanuna gelince;
Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 2/1 a bendinde suç ile ilgili kategoriler aşağıdaki şekilde sıralanmıştır.
- Şüpheli, Soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişidir.
- Sanık, kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişidir.
- Tutuklu, soruşturma ve kovuşturma aşamasında kaçma veya delilleri karartma şüphesi vb. nedenlerle tutuklanarak özgürlüğü kısıtlanan kişidir.
- Hükümlü, ceza yargılaması sonucunda hakkında verilen mahkûmiyet hükmü kesinleşen kişidir.
Suç, Türk Ceza Kanununda veya ceza hükmü içeren özel kanunlarda düzenlenen hukuka aykırı ve cezai yaptırıma bağlanmış eylemlerdir. Diğer bir deyişle, “toplumsal yaşamda hukuki kurumlar tarafından ceza veya güvenlik tedbiri yaptırımına bağlanan fiil”dir. Suçu işleyene “suçlu” denir. Hukuksal anlamda bir kişinin suçlu sayılabilmesi için, hukuki süreçler içinde suçun ispatlanması gerekir. Suçlu kişi, yasal kurumlar tarafından cezalandırılır, buna “hükümlü” denir. Bir de “tutuklu” kişi vardır. “İşlediği ya da işlemiş sanıldığı bir suç dolayısıyla, yargılama sonucuna kadar, yasalar uyarınca özgürlükten yoksun bırakılan kişi” olarak tanımlanmıştır. Tutuklu kişiye suçlu gözüyle bakmak hukuken mümkün değildir. Suçu ispatlana kadar suçsuz sayılır ve bu kural Anayasa’da güvence altına alınmıştır. “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” (Anayasa, Md. 38/4) kuralı gereği, tutuklular suçsuzdur.”
Bunları neden yazıyorum? Nisan 2020’de TBMM’ce kabul edilen “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” hükümlü, tutuklu ve şüpheli ayırımına bakılmaksızın topluma layık gördükleri bu insanlık trajedisini derinleştirmiştir. Muhalefetin hiç mi suçu yok? Oylamaya katılmamakla bir yerde zımni evet demiştir. Vicdanlarda kanayan yarayı sarmak yerine yarayı büsbütün deşmiştir. Toplumsal yaşamı ayrıştıracak, uçlar arasındaki mesafe daha da açılacak, umutsuzluk ve karanlıklarla dolu bir tünelin içine sokulacaktır. Tutuklu sayılanların büyük kısmı gazeteci, siyaset, düşünce insanları ile aktivist dediğimiz toplumsal legal eylemlerde öncülük eden kişilerin yasadan yararlanmaması ve Koronavirüs denen illete yakalanıp da burjuvazinin en radikal tetikçisi AKP ve MHP’nin ilelebet kurtulmayı düşündüğü kesimdir.
Bu yasanın geçmişini hatırlıyoruz. MHP Genel Başkanı, Devlet Bahçeli 28 Ağustos 2018 tarihinde “infaz paketi” adı altında “eski dava arkadaşları olan mafya şeflerini ve uyuşturucu baronlarını cezaevinden kurtarmak amacıyla başlattığı girişim sonrasında AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan Üsküdar meydanında yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Canım kardeşim boşuna uğraşma biz cezaevine girenlerin kapısını rastgele açamayız. Devlete karşı işlenen suçları devlet affeder ama şahıslara karşı suçları devletin af yetkisi yoktur. 50 bin tane uyuşturucu suçlusunun olduğu bir dönemde af çıkaramayız. Bu böyle bilinsin. Şimdi birileri ne diyor af. Benim mağdurum ben affettim diyorsa o başka. Ama biz asla. O zaman adil hükümet olamazsınız. Biz uyuşturucuları affeden bir iktidar olarak mı bilinelim…” demişti. Bu söylemiyle adil bir siyasi otorite olmadığını çıkardığı yasayla ispat etmiştir.
Bugün gelinen noktaya baktığımızda verilen sözlerin tam tersinin yapıldığını görüyoruz. AKP ve MHP’nin halk arasında İnfaz Yasası olarak tanımlanan “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” TBMM’de kabul edildi ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Tarihte bir örneğine daha rastlanmamış kişiye göre af, ilk kez ülkemizde gündeme geldi ve yasalaştı. Yasanın etrafından dolanarak adaletsizliği daha da derinleştirecek ve vicdanları kanatacak bu uygulama bir insanlık utancıdır. Yasanın kabul edilmiş olmasıyla Anayasa’da yerini bulan “Kanun önünde eşitlik” ilkesi aleni çiğnenmiştir. Tek adam rejimine geçilmekle mevcut burjuva hukuku diye adlandırılan “Hukuk Devleti” ilkesi yok sayılmıştır. Bu da yetmiyormuş gibi “Ayırımcılık” ilkesi getirtilerek ayırımcılık yasağı [1] ihlal edilmiştir. Düşünce suçları ile siyasi suçlar ve tutuklu gazeteciler için tam ayırımcı ve ötekileştirici bir politika izlenmiştir. Gece yarısı operasyonuyla gazeteciler içerde kalsın diye MİT’e karşı suçları kapsan dışı bırakılmıştır. Yani diyor ki, “bana biat etmezsen, sittin sene içerde kalırsın!” “ Devleti dolandırsan, uyuşturucu imal etsen, insanları zehirlesen, insanlık suçu ve organize suçlar işlesen, kadın ve silah ticareti yapsan, istismarcı ve sapık olsan, kadına şiddet uygulasan, adam öldürsen, seni affederim, yeter ki muhalif olma!” Koronavirüs’ün tehdidi nedeniyle akıl, mantık ve hukuk dışı bu uygulama; tutuklu ve hükümlü yakınlarına, insanlığa, gelecek kuşaklara ve dünyaya nasıl izah edilebilir? Koronavirüs bir bahane… Bu yasa iki yıldan beri düşünülüyordu, ancak zaman ve mekân kavramları nedeniyle aceleye getirilmedi. Pandemi hastalığı siyasi iktidar ve küçük ortağı için bir fırsattı ve kullanıldı. Irkçılık ve milliyetçilik ile radikal İslamcılığın kısır döngüsü içinde adım adım faşizme doğru yol alan AKP ve MHP’nin bu kutuplaştırıcı ve insanlık ayıbı uygulamasını ilgili partilerin tabanına izah etmek bile güç olacaktır. Bu yasa, şiddet, hırsızlık, yankesicilik, uyuşturucu ticareti, mafya tetikçiliği, insanlara reva görülen polis işkencesi, dolandırıcılık, vergi kaçakçılığı, rüşvet, taciz, tecavüz, suiistimal, yaralama, zarar verme, kaçak yapılaşma af kapsamına alıyor; insan olmayı, dürüstlüğü, bilinçli insan ve bilinçli toplum olmayı kendisi için tehdit olacağı gerekçesiyle suç sayıyor. Yasanın “özel af” başlıklı hükmü dikkate alındığında “Af Kanunu” sayıldığı ve oylamada nitelikli çoğunluğun (3/5) gerekliliği ortadadır. Dolayısıyla bu yasa hukukçulara göre yok hükmündedir.
Uyuşturucu ticareti ile gençlerimizi zehirleyenler, cezalarını evlerinde çekebilecek, ama siyasi otoritenin istemediği, sevmediği bir haberi ya da yorumu gazetenize yazarsanız zorunlu ikametgâhınız Silivri zindanları olacaktır. Hırsızlara, katillere, dolandırıcı ve mafya çetelerine gösterdikleri hoşgörüyü, insan olmanın gereği haklarını kullanmak isteyenlere göstermemektedirler. Gazeteciler Sendikası’nın son raporunda hüküm giyen çok az sayıdaki gazetecinin yanında henüz yargılanmayan 86 gazeteci ve medya çalışanı cezaevlerinde bulunuyor. Faşizme doğru evrilmeye yüz tutan siyasi otoriteden demokratik uygulama beklemek saflıktır. Haklarında herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın, Anayasa’ya göre suçsuz sayılan gazeteciler, düşünce insanları, politikacılar, akademisyenler ve insan hakları savunucuları kilit altında tutulmaya devam ediyor. Türkiye, Avrupa ve ABD’nin kabul etmediği fiil ve eylemleri suç olarak kabul etme ayıbından bugünkü otoriter yapısıyla kurtulamayacak. Hukuksal güçsüzlük ve çaresizlik, barbarlığa dönüşmek üzeredir. Olup bitenler her ne kadar oligarşi düzeninin gereği olsa da kafatasçı ırkçılık, milletçilik ve radikal İslam’ın ideolojik versiyonudur. İçerde olmayan özgürlük, dışarda da yoktur. Siyasi otorite, elinde kaleminden başka hiçbir silahı bulunmayan muhalif gazeteciden korkuyor.
Afla ilgili uygulamaları geçmişte çok gördük. Gerek Rahşan affı olarak bilinen afla, gerek daha önce kabul edilen aflarda suçlu, salıverildikten kısa süre sonra yarım bıraktığı işi tamamlayarak tekrar cezaevine girmişti. Siyasi iktidarın bundan ders çıkarmadığı anlaşılıyor.
Afta ve indirimde adalet duygusunun zedelenmesiyle birlikte eşitlik ilkesi de çiğnenmiştir. Kim ne suç işlerse işlesin, af yasası herkese eşit eşit mesafede bulunmak zorundadır. Yeterince cezasını çekmeden salıverilen suçlulara yapılan bu ceza indirimi, adalet duygusunu zedelemiştir. Suç mağdurlarına devletin kefaleti olamayacağına göre, tekrar suç işlemenin önüne geçmesi de mümkün olmayacaktır. Suç işleyen kişinin adil yargılanması ve gerekli cezayı çekmesi, mağdur edilen ve zarar gören kişilerin adalet duygusunu tatmin etmenin ötesinde devletin de varlık nedenidir. Aksi halde suç ve af kavramları mağdurların uykularını kaçırmaya devam edecektir.
Avrupa İşkencelerin Önlenmesi Komitesi (CPT) ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği üye devletlere “cezaevlerindeki insan sayısının azaltılması” için çağrıda bulunmuştu. Bu çağrıda eşitlik ilkesine uyulmasını tavsiye etmişti. Hâlbuki siyasi iktidar, muhalif kimliklerinden, siyasi faaliyetleri ve düşüncelerinden dolayı çok sayıda insanımızı, uluslararası hukuk normlarına aykırı biçimde Terörle Mücadele Kanunu’nun, katı ve taraflı uygulamasının mağduru olarak cezaevlerinde bekletmeye devam ediyor.
Yeri gelmişken yargı sistemiyle ilgili bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Aftan önceki ve sonraki yargı ve ceza sorununda çürümeye yüz tutan yargısal uygulamalarda yargıya duyulan güvensizliğin esas nedeni yürütmenin, yargı üzerindeki baskısıdır. Yargı güce bağlı kararlar üretmek zorundadır. 109 ülke arasında yargıya ve hukuka olan güvende son sıradayız. Halkın hukuka olan güveni yüzde 60-70’lerde iken, bugün yüzde 20’lere düşmüştür. Bu açıklama Erdoğan’ın sağ kolu Metin Feyzioğlu’dan gelmiştir.
Muhalefetin mecliste “mangalda kül bırakmayan” söylemlerine gelince; hiç te özü ve sözü bir olmayan ikiyüzlü burjuva politikasını bir kez daha sergilemiştir. 51’e karşı 279 oyla çıkartılan af yasasında düzenin muhalefet partileri kendilerine düşen görevi yerine getirmede halk tabiriyle çuvalladılar. Partilerin liderleri ve başkan vekilleri neredeydiler? Millet İttifakı diye anılan muhalefet partileri ile HDP’nin muhalefette örgütlenemedikleri ortada. Bir de toplumsal muhalefeti oluşturacağız söylemlerinde bulunmaları henüz rüştünü ispatlayamamış bir çocuğun, başından büyük işlere kalkışması gibidir. “Nasıl olsa meclisten geçer” düşüncesiyle ve mecliste attıkları nutuklarla, “lafla peynir gemisini yürütecekleri”ni sandılar. Muhalefet partileri de burjuvazinin temsilcileridir. Başta CHP olmak üzere muhalefet partisi diye lanse edilen siyasi partilerden medet ummak beyhudedir. Demokrasi söylemlerinde bile samimi olmadıkları bu oylamada tanık olduk. Muhalefetin düşünce insanları, siyasetçiler ve gazetecilerden oluşan keyfi tutuklamalar ve hükümlüler hakkında konuşma hakkı yok artık.
Sonuç olarak diyebiliriz ki iktidarıyla, muhalefetiyle siyasal yapı, çürüyen kapitalizme ve uluslararası küresel sermayeye bağlılık yeminleri ile bir bütün olarak işçi sınıfına düşmandır. Sol görünüm çizmeye çalışan CHP de özünde sermayenin sağ ve milliyetçi partisidir. CHP ve diğer düzen partilerine bel bağlamak uluslararası sermaye ve onun tetikçiliğini yapan yerli burjuvaziye göz yummaktır. Güvenilen dağlara çoktan karlar yağmıştır. Mecliste gösterdikleri performansla ne denli samimi olduklarına (!) tanık olduk.
İnfaz yasası bile doğal felaketler, salgın hastalıklar gibi sınıfsal özellik arz ediyor. Burjuva yasalarında “cezalandırma, aslında toplumun nitelikleri ne olursa olsun hayati önem taşıyan yaşam koşullarının ayaklar altına alınmasına karşını kendisini korumasını sağlayan bir araçtır” der Karl Marks. Çünkü suçu “yaratan” kapitalist toplumun kendisi, hatasını kabul edeceği yerde suçluyu cezalandırarak gerçek sorunu görmezden geliyor. Gerçek sorun burjuvazinin işçi sınıfına karşı orantısız güç kullanması ve insafsız davranması sonucu onu toplumun dışına itmesidir.
Marks’ın dediği gibi: “Eğer geniş ölçüde karşılaşılan suçlar, sayıları ve nitelikleri yönünden, fiziksel olgularda rastlanan bir düzenlilik gösteriyorlarsa, o zaman yenilerinin gelebilmesi için yer açmak üzere bir sürü suçluyu asan celladı göklere çıkaracak yerde, bu suçları üreten sistemin değiştirilmesi üzerine derin derin düşünmek gerekmez mi?” [2]
[1] Yaşar Altürk, Eşitsiz ve ayırımcı bir yasa, parlamento vicdanının ölümüdür (Artı Gerçek, 12.04.2020)
[2] Karl Marx/Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine (Çev: Rona Serozan), May Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, 1977, s. 154.
- Irkçılık - 31 Aralık 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (3) - 26 Kasım 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (2) - 12 Kasım 2022