İnsanın kusursuz riyakârlığı…

“Ne yaparsın Tanrım, ben ölürsem eğer
Ben senin testinim (ya kırılırsam)
İçtiğin içki benim (ya bozulursam?)
Senin giysinim ve uğraşınım,
Anlamını da yitirirsin benimle.”
RILKE

Yaşam, karıncayı dahi incitmeyen iyilerle, karıncayı inciten kötülerden oluşuyor zannediliyor.
Karıncayı incitmediğini söyleyenlere, “karıncaya sordun mu, incinmiş mi?” demek geliyor bazen içimden.
İnsan inciten, kimi zaman da incitmeyendir.
Tek parçadan oluşan bütün bir insan şekli olması mümkün değildir.
Hatta puzzle, hiçbir zaman tamamlanamadan, eksiklik duygusuyla göçeceğiz bu yaşamdan.

Kendimize yakıştırdıklarımızla, gerçekte olanlar üzerine düşünmek gerekir.
İyi, güzel, haysiyetli, temiz kalpli olmayı ne kadar kolay yakıştırıyoruz kendimize.
Söylediklerimizin değil, davranışlarımızın bütünüyüz.
Tutarlılık peşinde koşarken, aslında tüm tutarsızlıklarımızla gerçeğiz.
İnsandan bir kutsal yaratmaya çalışmak, çok güçlü çatışmaların sebebini oluşturur.

Bazen vicdanın yapma, zaafın yap der.
Zaaflarıyla gerçektir insan…
Günahsız olsaydık bir Tanrı olur muydu?
Yoksa mükemmelliğe soyunan insanın tüm çabası, Tanrı’nın yerine mi geçmeye çalışmaktır?

Bazen zihnim tamamen sussun istiyorum, bazen de sadece yazarak konuşuyorum, sorular soruyorum. İyi geliyor bu bana.
Belki de diyorum, sadece kendine iyi gelen şeylerin peşinden koşuyor olmak, -gerçekten iyi biri olma hâlidir.-

Raskolnikov, tefeci kadını “adalet” için öldürür, daha “adil” bir dünyayı hayâl etmektedir. Peki bu durumda Raskolnikov kötü müdür?
İyi ve kötü olma hâli zekâyı nasıl kullandığımızla ilişkilidir.
Bizler yetiştirilirken ya da çocuklarımızı yetiştirirken “toplum için faydalı şeyler yapmak” lâfını işitir, söyler durur, o küçücük beyinlere de bunu işlemeye başlarız.
Hiç kimse kendisine faydalı olmanın peşine düşmez.
Kendi duygularını dinlemenin öneminden, kendini keşfetmenin neşesinden, sihrinden, sancılı olabileceğinden, yüzleşmenin ne kadar gerekli olduğundan bahsetmez.
Var olan faydalı (!) maddeler yerine getirildiğinde, iyi çocuklar mı yetiştirmiş olacağız?

Ve tekrar soruyorum, ‘Raskolnikov’ kötü müdür?

Nasihat dinleyerek bir yaşantıyı kurmaya çalışmakla, kendi varoluşunu gerçekleştirmek için yaşamın içerisinden geçmek bambaşka şeylerdir.

İnsan bazen o kadar samimiyetsizdir ki, bir film izlerken; toplum içerisinde patolojik olarak tanımlayacağı, cesaret gösteren, bir sürü riski göze almış,
var olan sistemin dışına çıkmış karakterleri kahraman olarak görür, yüceltir, ancak benzeri bir karakter kazara yakınından geçerse “hayatını yoluna koy” diyerek nasihat eder, toplum içerisinde kabul görebilmesi için önerilerde bulunur.

İnsanın kusursuz bir riyakârlığı vardır…

Stalinist bir doktor tanımıştım. Büyük bir âşk ve hayranlık duyardı Stalin’e.
( Benim katliam gerçekleştiren hiç kimseye karşı bir hayranlığım olamaz o ayrı….Tüm -izm ve -ist’lerden de uzak biriyim! )

Hâlâ dünyanın çıkışını buralarda bulan bu doktor hanım, bir baktım Amerika’ya yerleşivermiş. Şu sürekli tekrarlanan, şişman, aptal, emperyalist devlet dedikleri Amerikalıların diyarına… ( Yok ben kendi adıma Amerikalıları da Amerika’yı da severim. )
Bu kadar riyakârdır insan evet.
Tıpkı ben ve sen işte…

Nedir ki bu iyi ve kötü?

İyilerle kötülerin savaşı filan değildir dünya, hayatımda duyduğum en yalan klişelerden biridir bu.

Kötü ve iyiyi de kendimizde barındırdığımızı kabul edip, gerçekliği üstlendiğimizde, daha yaşanılır, daha samimi bir dünyaya el uzatmış olacağız.

Dünyayı kötülüklerden tamamen temizleyemeyiz, ama gene de daha güzel bir dünya yaratmak mümkün.

Ne kadar kendi dünyamızı yaratabilirsek, dünya da o kadar rahatlar, keyfi yerine gelir.

İyi ve kötünün ötesinde bir yer var.
Peşinden koşacağımız yer orası olmalı…

Gökkuşağı renkleri orada…

Sadece iki rengin varlığına inanıp, katılıkla, yarattığımız kutsallarla, vazgeçmediğimiz putlarla dünyayı yaşanılmaz kılan sadece bizleriz…

****

Evde kaldığım bugünlerde, “yaşlılık” üzerine de düşündüm, düşünmeye çalıştım.

Bu yüzyılın insanı, yaşamı olduğu gibi kabullenmek yerine, sonsuzluğun icadı peşinde,
Her çağ kendini yaşar ama bu her şeyi benimsemeliyiz anlamına gelmez.

Ölümlü olmak, doğum kadar büyük bir hediye gibi gelir bana.
Her gün “azar azar” ölürüz.
İnsan ölüme çare arar durur mesela ne acayip…
Ölümün çaresi bellidir, ölmek kendi başına bir çaredir zaten. Asıl, yaşamaya çare bulmak gerekir.

Yaşlanıyor olmayı yaşamın dışına atma isteği sonsuzluk arzumuzdan kaynaklanır.
Bir gün yaşlanacak olmayı neden sürekli yok sayıyoruz?
Bu konuda da ele geçirilmedik mi yeterince?
Yaşlanmaya direnmek yerine, başımıza gelecek ( erken bir veda olmayacaksa yaşama ) olan bu doğal süreçten neden bu denli kaçıyoruz?

Yaşlanmanın getirdiği bilgeliği kucaklamak yerine, neden onu elimizin tersiyle itiyoruz?
Neden yaşlı bir kadının-adamın, torunuyla kuracağı ilişkiye sahip çıkmak yerine, “mümkünse torunum hiç olmasın ve zımba gibi” olayım derdindeyiz?

“Sağlıklı yaşlanabilme” nin gerektirdiklerini yapmak yerine, neden yaşlanmayı durdurma çabası içerisindeyiz?

Yaşam, içerisinden geçtiğimiz bir serüvense eğer, farklı zaman dilimlerinde, farklı deneyimlerle yol alacağımızı kabullenip, sona doğru yaklaşırken -tüm trajedisiyle- bunu üstlenmek yerine, sadece bulunduğumuz noktada kalmak istiyoruz.

Bulunduğumuz nokta ne ki?
Öyle bir nokta oldu mu hiç?

Sürekli genç kalma isteğini dile getirirken, aslında “yaşlı insanları” bu hayatın dışarısına itmiş olmuyor muyuz?
50’li yaşlarındaki biri, 80’lerindeki babasının yanında yaşlanmak üzerine dert yanarken, yaşlı adam ne düşünmekte ve hissetmektedir acaba?

Yaşlı insanların dans videoları neden bizi bu kadar şaşırtıyor?
Yaşlı biri, tıpkı gençliğindeki gibi, tüm coşkusuyla dans edebilir.
Yaşlı bir çiftin öpüşmesi neden bu kadar şaşırtıcı ve insana uzak?
Şaşırıyoruz, bizim de yaşlanacağımızı kendimize kondurmak istemiyoruz.
Tek bir sebeple yapıyoruz bunu, “yaşlanacağım” gerçeğinden uzak kalmayı istediğimiz için…

Yakışmıyoruz yaşlılığa çünkü…
Yakıştıramıyoruz kendimizi…
Bu sebeple de hep çok şaşırıyoruz.

Yaşlı birinin bastonuyla dansının bilgeliğine, neşesinin tadına varmak yerine, ne kadar da tatlı, şirin, tonton sözcükleriyle izliyoruz.
Bu sözcüklerin “muhtaçlık” ilişkisinde ortaya çıktığını bilecek kadar büyük bir yaştayım!

-Çocuklar, hayvanlar ve yaşlılar.-

Tonton teyze- amca bu coğrafyanın görmek istediği yaşlı portreleridir.
Yaşlılığın fiziksel olarak bir başkasına muhtaçlık kısmı gerçekten ürkütücü.
Ama gerçek…
Devam eden bir süreci sürekli yok saymaya çalışmak ne kadar dramatik.
Yaşlılığı ve yaşlıları istemiyor muyuz acaba?

İnsan, süzülerek bir yolculuğun içerisinden geçiyor, bu bana çok büyülü geliyor.

Clark Gable’ a ikizi denecek kadar benzeyen babamın, 95 yaşındaki yakışıklılığına, derinliklerine şahit olabilmek benim için mucizevi.
İnsanın kendi hayatına -yaşlılık süreciyle beraber- tanık olabilmesi de mucizevi, ancak neredeyse “mitolojik bir masal…”

Bu çağ bize şunları fısıldıyor:

Yaşlanmamalısın!
Yüzünü estetikle (neredeyse) mimiksiz hâle getirmelisin.
Tek bir gün dahi spor yapmazsan kendini suçlu hissetmelisin!
Akşam o keyifli sohbet, spor zamanından çalıyorsa, elbette sporu tercih etmelisin!
Organik ve doğal beslenmelisin!
500 gr. kilo aldıysan, yarın detokslu içeceklerle gününü geçirmelisin!
Saçlarına her gün bir takım yağlar sürmeli, kel kalmamalısın!
Yürüyen yumurta yemelisin!
36. kattaki penthouse dairene çiftlikten süt, peynir, yoğurt getirtmelisin

Tüm bunlar ancak yaşama keyif katıyorsa anlamlı, dayatma hâline dönüşen her şey insanı kendine bağımlı, köle hâline getirir.

Bunları yaparsan ömrünü uzatacağım diyen kim peki?
Kim diyor bunu?
Ömrümüz uzun olursa daha mı mutlu yaşayacağız?

Hayatın tadını nerelerde keşfetmeliyiz?
Zannederim, 36. katta süt bekleyerek değil.

Kendi adıma; yaşlılığın bana kapısını aralayacağı bir ömrüm varsa eğer, onu kucaklamaktan, barışık olmaktan başka bir seçenek göremiyorum…

Umarım beceririm.

Arzu BURSA