Geçenlerde doğumgünümdü. İnsan, ister istemez hayatına bakıp bir muhasebe yapıyor. Ben de yaptım. Yaşadıklarım beni ne kadar da olgunlaştırmış, eskiden şöyleymişim de şimdi böyleymişim muhabbetine girmeyeceğim, öküz değiliz, illaki bir olgunluk gelecek. Onca yıldan sonra benim anladığım şey, kişinin iyi ya da kötü şeyler yaşarken hissettiği o yoğun duygularla özdeşleşmeyi bırakıp, bir anlığına da olsa, hayatına bir hikaye gibi bakabilmesi; yani, bir film gibi dışarıdan izleyip değerlendirmesi. Çünkü, hikayenin heyecanı, ilginçliği, acıları, sevinçleri, komikliği ancak o zaman anlaşılıyor.
Güzel ve sürükleyici bir hikayenin içinde daima dalgalanmalar oluyor. Tekdüze, düz bir çizgide akan, inişleri, çıkışları olmayan hikayeler sıkıcı geliyor. En çok sevdiğimiz romanlar, hiç unutmadığımız filmler hep hikayelerine kapıldıklarımız olmuyor mu? Ancak, konu hayatımıza geldiğinde en ufak bir değişimden ödümüz kopuyor. Alıştığımız güvenli alanı kaybetmek o kadar ürkütücü geliyor ki bağımlılıklarımıza tırnaklarımızı geçirip bırakmamak için direniyoruz. Oysaki, efendi olan hayat. İstesek de istemesek de bir akış var. O akışa karşı yüzmek hikayenin güzelliğini anlamamıza engel oluyor. Bir yakınma edebiyatı başlıyor; acılar, çileler, sıkıntılar dile getiriliyor, duygular hikayenin önüne geçiyor.
Tamam, okurken, izlerken güzel olan hikayeler yaşarken zor olabilir, ama nihayetinde bu alemden giderken arkada bırakacağımız tek şey de hikayelerimiz. Velhasıl ben, hayatım aksiyon filmi gibi geçtiğinden olsa gerek, çok dalgalı hayatlar yaşamış olan ve bu hayatların hissettirdiği yoğun duygulara rağmen hikayelerini seven insanları yakın buluyorum kendime. Onların olgunluğu ciddi ve sıkıcı bir olgunluk gibi değil de kendisiyle dalga geçebilme seviyesine ulaşmış bir bilgelik gibi geliyor bana. Başkalarının hikayelerini dillerine dolayıp dedikodu yapmak yerine en azından kendi hikayelerini anlatabiliyor onlar. Zaten olgunluk nedir diye sorsalar, sanırım geri kazanılmış masumiyettir derim. Çünkü, insanoğlu masum doğar; dokunulmamış, saf bir halde. Yaptırımlar arttıkça masumiyet yok olur, zekâ zayıflar, duygular sıradanlaşır. Ortaya, kendisine gösterilen modele uymaya çalışan bir insan çıkar. Yaratıcılıktan eser yoktur bu insanda; başkalarının sözleriyle konuşur, başkalarının eylemlerini taklit eder, başkalarının doğrularını izler. Dolayısıyla hayatın kendisine yaşattıklarına da genele uyan tepkileri verir. Dışarıdan bakamaz yaşadıklarına. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, acı-tatlı gibi ikilikler içinde değerlendirir her olayı ve durumu. Hikayesini hikaye olarak görmek bir yana, olanlara gösterdiği dirençle ne kabul vermesi gerekenlere kabul verebilir ne de değiştirme imkanı olanları değiştirebilir. İçindeki masum kimlik deforme olmuş, kirlenmiştir bir kere.
Evet, herkesin hayatı bir hikaye, ama onu hikaye olarak görmek ve hisseddebilmek bize kalmış. Ya duyguların kölesi olup “gerçek” diye adlandırdığımız senaryonun kölesi olacağız ya da duygularla özdeşleşmeyi bırakıp hikayenin tadını çıkaracağız. Nihayetinde, “Her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır”.
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024