Sonunda bir bedel ödesem de aklımı çelen güzelliklerin peşinden gitmeyi severim ben. Masmavi gökyüzünde pırıl pırıl parlayan Mart güneşine kanıp kısa kollu bir bluzla sokağa atıvermek isterim kendimi ve koca bir kış boyunca özlemini çektiğim o tatlı esintileri yumuşak dokunuşlar gibi bir an önce tenimde hissetmek için sabırsızlanırım. Bahçe taşlarına yatmış keyifle gerinen kediler, tomurcuklanıp açan güller, uçan martılar, aralık pencerelerden içeriye giriveren karasinekler, sokağın köşesindeki tezgâhlarında enginar ve çağla satan satıcılar da havanın ısındığına ikna ederler beni. Aldanabileceğim ihtimalini aklıma bile getirmeden tiril tiril çıkarım dışarıya…
Bahar gelince daha uzun yürüyüşler yaptırmaya söz verdiğim Paçoz’un tasmasına asılıp onun beni çektiği yerlere doğru yürürüm. Kaldırım taşlarında küçük kızların çizdiği seksek çizgilerini görür, keşke şöyle kaymak gibi bir taşım olsa da oynayıversem diye iç geçiririm. Paçoz beni çekiştirir, düşüncelerimden sıyrılırım. Sonra, yavaş yavaş havanın hiç de öyle göründüğü gibi sıcak olmadığını fark etmeye başlarım, her esintide üşürüm, kollarımın ürperdiğini, diken diken olduğunu görürüm. “Niye bir ceket almadım ki yanıma…” diye hayıflansam da çocukken aynı nedenle annemden çok fırça yediğimden olsa gerek paylamam kendimi, susarım.
Sokak sokak dolaşıp, bir bal arısı gibi, geçtiğim yerlerden farklı güzellikler toplar, ruhuma depolarım. Çam ağaçlarının yeni filizlerine dalar gider, yeşilin o en taze renginde can bulurum. Bahçe kapılarına dolanan sarmaşık güllerinin tozpembelerine bulanır, çocukluğumun gözleriyle baktığımı hissederim onlara, toprağın en vefalı dost olduğunu söyleyen babamı özlerim. Tanıdık kokuların izini sürer, bir köşe başında aynen benim gibi havaya aldanıp erkenden çiçeklenmiş hanımelleriyle karşılaşırım, konuşurum sessizce, izin isteyip bir tanesini kopartır ve ucundan emerek içindeki bal özünü damağımda hissederim, yıllar önce yaptığım gibi…
Hangi evlerin eski, hangilerinin yeni olduklarını bahçelerindeki ağaçlardan anlarım; yıllanmış bahçelerde lodosları bekleyen gülibrişimlere rastlarım, küçük bir kızken onların mis kokulu, tüy tüy çiçeklerinden küpeler yaptığım günleri anımsarım, Mualla teyzenin bahçesindeki gülibrişimin gördüğüm en güzel gülibrişim ağacı, kocası Sabri beyin ise çocukluğum boyunca karşılaştığım en yakışıklı erkek olduğunu ve nasıl da Rock Hudson’a benzediğini düşünürüm. Lüks villaların geniş balkonlarındaki tik ağacından yapılmış gösterişli bahçe mobilyalarına bakar ve o balkonların, bahçelerin genelde neden boş olduğunu merak ederim; hiçbir zaman neşeli gülüşler gelmez oralardan kulağıma, hiçbir zaman mangalda pişen köftelerin kokusu duyulmaz nedense. Bir mobilya mağazasının show-room’u gibidir görünüşleri, insansız ve ruhsuz… Sonra, çocukluğuma dönerim yine, gözümün önüne iki ağaç arasına astıkları hamağım gelir, babamla dedemin denize çektikleri küçük, tahta masalarında, ayın ve lüks lambasının ışığında yaşadıkları rakı, meze ve bezik muhabbeti canlanır zihnimde. Anılar, kokuları ve hatta sesleri de getirir beraberinde; anason, salatalık ve deniz kokusu esintiler halinde ulaşır bana, bezik marközleri tıkırdar, ara ara tokuşturulan rakı kadehleri çınlar… Ve ben kuyuya sarkıtılmış buz gibi karpuzlar kesilene kadar huzur, güven ve tasasızlık içinde hamağımda sallanır dururum. Tam gözlerim kapanacakken, elinde dilimlenmiş karpuzlarla anneannem gelir yanıma; uzanır, başımı okşar.
Anneannemin her dokunuşunda, sabahları saçlarımı tarayan ellerinden yayılan her titreşimde, usulca yanağıma kondurduğu her öpücükte, kemikleri sayılan zayıf sırtımı her sıvazlayışında bu dokunuşların sevginin ta kendisi olduğunu içime dolan sıcaklıktan anlarım. O an sorsalar, sevgi dokunmaktır diye yanıtlarım.
Peki, ya aşk? O vakitler aşkı tatmamışımdır daha, ama nasıl bir şey olduğunu her nasılsa tahmin edebilirim. Ninemin anlattığı hikâyelerden, onun bu hikâyeleri anlatırkenki halinden, bakışlarından hissederim bunu. Aşkın gözlere yansıyan bir renk, dudaklardan dökülen bir ses ve yürekten gelen bir nefes olduğunu söyler, böylesine derinden sevmenin cesaret gerektirdiğini taa o zamanlardan sezerim. Ve “Aşk hiçbir zaman pişman olmamaktır” cümlesini Love Story filmi daha çevrilmemişken ninemden duyduğumu gayet iyi hatrlarım.
Paçoz beni çekiştirir, içinde kaybolduğum anılarımdan sıyrılırım. Hangi sokakta hangi anının canlandığını, hangisinin hangi çağrışımlarla ortaya çıkıverdiğini anlayamasam da bana üşüdüğümü unutturdukları kesindir. Eve yaklaşırken küçük kız çocuklarına rastlarım, Paçoz’u görünce kaçışırlar, korkmamalarını söylerim onlara. Anılar, içimdeki çocuğu kucakladığından olsa gerek ben de küçük bir kız gibi karışırım aralarına. Yadırgamadan, kendilerinden biriymişim gibi hemen benimserler beni, hissederim hallerinden. Lastik oynamayı bilip bilmediklerini sorarım, “O da neymiş?” dercesine bakarlar yüzüme. Tuhafiyeciden lastik alıp öğreteceğime söz veririm, ışıl ışıl parlar gözleri, sevinirler, sevinirim…
Sonunda bir bedel ödesem de, aklımı çelen güzelliklerin peşinden gitmeyi severim ben. Mart güneşine aldanırım, sokaklarda bir bal arısı gibi dolaşır, hayallere ve anılara dalarım. Esintilerle ürperir, üşürüm. Ama, paylamam kendimi. Hayallerin, anıların, anların, aşkın ve çocukların büyüsüne kapılırım. Sonuçta onlar ısıtırlar beni, buna tüm kalbimle inanırım…
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024