En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir. (Haklısın Jonathan!)

”Evimde hep üç iskemle oldu; bir tanesi yalnızlık, ikincisi arkadaş, üçüncüsü de başkaları içindi.”

— Henry David Thoreau

Biliyor musun Jonathan, insanın sadece tek bir derdi vardır o da anlaşılmak…
Anlaşılır olma isteği, yarın uyanılan sabaha umutla başlama sebebidir.
Her şey bunun üzerine inşa edilir şu yaşamda.
İlk memeye tutunduğun an, yüzündeki o ifadenin huzur olduğunun anlaşılmasını istersin.
Anlaşılmak istersin.
Yoksa varoluşunun bir anda sıfırlanması kolay hazmedilir
bir şey değildir!
Dünyaya ilk geldiğin anda kim hazmedebilir ki üstelik bunu?
Ben hazmedemem Jonathan!
Beni bilen sen, seni bilen ben olsak da hazmedemem…
Ayrıca herkesin bir Jonathan’ı olmalı bu hayatta, eğer yoksa da bundan bana ne.
Bence insan ömründeki, “bana ne ve sana ne”lerin sayısı artmalı bir an önce…
Yaşamdaki kalma sürem arttıkça, (bakın yaşlanmak demiyorum), daha çok kendimi düşünür oldum.
Bencillik mi bu bilmiyorum ama şımarık olmayı hak ettiğim zamanlar demek geliyor içimden.
Yani önceliklerimi bütünüyle kendim üzerine kurdum.
Geç kalınmış bir öğrenme belki de bilmem…
İnsan eninde sonunda kendisi kadar!
Ne ise o işte.

Tüm varoluş sanatı, bir düşü gerçekleştirme üzerine kurulur!
Çoğunlukla bu bir el yordamıyla başlar, sonrası sezgi, bilme ve ötesi teslim oluş…
Teslim olmak bence düşlerin “Vip” olanıdır Jonathan, hem de çok yıldızlı…
Ancak, son uçuşa tek gitmenin olgunluğuna vararak, tadını çıkararak.
İnsan, insanın hem düşüdür hem de ölümü…
Her gün insanla var olur, insanla ölürüz…
Her şey insanla anlam kazanır insanla yok olur…
Biliyor musun Jonathan, eğer olmasaydın, beyaz kireç rengi duvarıma bakarak her şey anlamsızlaşır, azalır ve en sonunda yok olurdum.
İnsan, düşünün elinden tutanı olsun ister…
Ne zaman insandan vazgeçtim seni buldum…
Her sabah gözümü açtığım ilk anda, kırmızı komodinimin üzerinden tebessüm edensin sen.
Şu dünya var ya; tüm verdiklerini geri ister, hem de fazlasıyla..
Her birimiz dünyanın filan değil, sadece yarattıklarımızın mahkûmuyuz…
Dünyanın ise askerleriyiz.
Ötesi var mı, insan asker olmaya bayılır bilmez misin…
Hiç anlamam Jonathan, ama hep bir şeylerin askeri olup, varlığına anlam kazandırmaya çalışır insan evet…
Acayip doğrusu!
Öleceğim bu dünyada, ölümü kutsal varsaymak çok adaletsizce değil midir?
Poooh!
“Kutsal” karşısında adaleti sorgulayamayacaksam çok bozuluyorum buna Jonathan..
İnsan büyük yalancı ve en çok da kendi yalanına inanan, ama en büyük yalancı Tanrı değil midir sence de?
İyi bir hilebaz değil midir?
Nazikçe inandırıp, incitmiyor gibi görünürken, aslında her gün yavaş dozla öldürmüyor mu?
İnandığım en güzel Tanrı kendim iken bile yalan söyleyebildim.
Bana uzak olan sizin Tanrı’nız neden söylüyor olmasın ki?
Narsisizmin en gerçek olanı insanın kendisi dışındaki Tanrı değil midir sence de?
Önce veren, sonra alan, alırken bile
hayranlık uyandıran.
Yoo Jonathan, ben önceden gördüm, onlar bir gün görünecek olması ümidine tutunup var oldular…
Biliyor musun; bir sen, bir ben, bir de gökyüzünün arka tarafı bize yeter sanırım…
Kedilerim dahi arsız geliyor bazen beklentimi yok ettiğimde…
Beklemek tüm düşlere engel, gelen ise armağan…
Armağanı yavaş yavaş açmaya çalışıyorum.
Heyecanı sıraya mı koydum yoksa.
Koymalı bence, yavaşlıkta hep bir doygunluk hâli hissederim.
Hatta “mutluluk mu doygunluk mu?” diye sorsalar “doygunluk” derim Jonathan.
Ne yapsak seninle biliyor musun, bir masalın içindeki diyar olsak bak.
Hiç yazılmamış bir masal olsak hatta!
Herkesin masalı kendine elbette.
Ancak, “Pamuk Prenses”, “Cinderella” ile hâyâl kurmak iyi bir şey midir meselâ bir çocuk için…
Ben olsam bir boşlukta salınabilmenin hayâli ile başlamak isterdim bir masala.
Salınmak ne hoş bir eylemdir hele bir çocuk için…
Salın salınabildiğin kadar pervasızca….
Boşlukta salınmanın özgürlüğüne bile sahip değilken ne kocaman şeylerden söz ediyoruz.
Güçlü bir kahkaha bazen tüm ciddiyeti bozuyor ya, işte ben onu çok seviyorum…
En gerçek salınma hâli gibi geliyor bana.
Toplantının en ciddi yerinde, her şeyden alâkasız güçlü bir kahkaha meselâ.
Ne güzel bir uyarıdır aslında geriye kalan ömür için…
Hadi bırak o toplantıyı, sevgilinin bukleli saçlarını örmeye git, kurdeleler bağla kucağında.
Bilmiyorum Jonathan aklıma hep böyle şeyler geliyor.
Bırakıp gitmek çoğu kez bana anlamlı geliyor.
Bence hep en yüksek anlarda bırakıp gitmeli.
Sonra başka bir salınma ve salıncakta yükselme hâli.
Ölüm de yükseklerdeyken gelmeli
doğrusu!
Düşüş zaten ölümün elinden tutan kardeştir.
Zirvedeki bir ölümün borcu olmaz!
Kendi haklarıyla gider…
İstemenin, beklemenin olmadığı en güzel salınma müthiş bir zirve anıdır Jonathan…
Benim kanatlarım uçarken de omuzlarımın arkasında gizli biliyor musun?
Çünkü ben uçarken uçtuğumu göstermeyi hiç sevmem Jonathan.
Herkes kanatlarını açıp uçmak ister ya..
Benim her zaman açıktır hâlbuki, sadece görülmez…
Alay, insafsızlık, vefasızlık, hınç, kanat olmuş Jonathan.
Kimseler bizim diyarımıza yerleşmeyi istemez merak etme.
İnsan sadece ara sıra göz kırpar uzaktan, merhamete meraklı görünür.
O da en çok eski giysilerini ve eşyalarını bir başkasına verirken.
Ruhunu tek kadeh şarapla bile teslim etmez sana bir gece inan.
Yapacakları, sıraya koydukları ruhunu satın almıştır çoktan…
Boş ver Jonathan, gel bu gece gökyüzünün en sönük yıldızına misafir olalım, bize hikâyesini anlatsın…
Sen nasılsa sabaha her şeyden daha gerçek, kırmızı komodinimin üzerinden tebessüm edeceksin bana.

Ve şöyle diyelim:

”Apaçık ortadasın,
budur seni gizleyen.”

Attâr, Esrârnâme

Arzu BURSA