Güçlü Olmak ya da Olmamak

“Güç, insanın hayatta kalabilmesi için gereken en önemli silahtır ve saygınlığın ifadesidir” diyemeyeceğim, çünkü buna inanmıyorum.

Antik Yunan dönemlerinden başlayarak farklı ifadelerle tanımlanan; Schopenhauer, Nietzsche, Leibniz, Herder gibi düşünürlerin felsefelerinin özünü oluşturan, psikolojiden sosyolojiye her alanda mutlaka sözü edilen, politikanın temelinde yer alan “güç” kavramı bana göre anlam arayışı içindeki insan zihninin uydurduğu bir saçmalıktan başka bir şey değildir.

Kavramların ve tanımlamaların “olan”ı karmaşık hale getirdiğini, bu nedenle de insanların “basit” gerçekleri gözden kaçırdıklarını düşünmüşümdür hep; çünkü, zihin süper-egonun kontrolündedir ve süper-ego basit olanın değil, karmaşık olanın peşindedir daima. İşte, dünya sahnesinde oynanan en büyük oyunun, yani “güçlü olma” oyununun ardında da sadece egosal düşünce vardır.

“Macguffin” terimi ilk kez Alfred Hitchcock tarafından kullanılmıştır. Bu terim, hikayedeki karakterleri motive eden ve hikayenin gelişmesine yardımcı olan bir olay örgüsü unsurunu ifade eder. Örneğin; Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzük, Pulp Fiction’da içinde ne olduğu belli olmayan çanta, Cast Away’de Tom Hanks’in film boyunca açmadığı ve sonunda sahibine teslim ettiği Fedex paketi, Indiana Jones’daki kutsal kase, Psycho’da bahsi geçen 40.000 Dolar birer macguffin örneğidir.

Macguffin’i en iyi tarif eden kişi ise, yaratıcısı Alfred Hitchcock’tur ve Francois Truffaut’a verdiği bir ropörtajda, “Filmdeki karakterler için çok önemli olan ve başından sonuna kadar hikayenin içinde yer alan şey” diye açıklamıştır macguffin’i ve “Bir macguffin aslında hiçbir şey değildir; insanları heyecanlandırmak, kışkırtmak, tetiklemek, havaya sokmak için yaratılmış ve anlam yüklenmiş içi boş bir kavramdır sadece” diye de eklemiştir.

İşte, insanların sahip olmak için çabaladıkları “güç” kavramı da özünde bir macguffin’dir aslında. Etiketler, ünvanlar, ödüller, madalyalar, para, koltuk, taht gibi “şey”lerin hepsi kişisel hikayelerin içindeki macguffin’ledir.

Bize hep, “hayata karşı” güçlü olmamız gerektiği söylenir. Bu yüzden de duygularımızı bastırır, dışarıya verdiğimiz görüntü için çabalar dururuz. Maskelerimizle dolaşmaktan gerçek yüzümüzü unuturuz. Daha da güçlü olmak adına hep dışarıdan beslenme yolunu seçeriz. İçimizdeki, doğamızdaki gerçek gücün dışarıdan beslenmeye gereksinim duymadığını, tam tersine kendimizi kabul edip sevdikçe, özümüzdeki saflığı hissedip kendimize değer verdikçe çoğaldığını ve güçlü görünmek uğruna dizginlediğimiz duyguların bizi “insan” yaptığını anlayamayız.

Oysaki, herkesin güçlü zannettiği kişiler aslında zayıf olanlardır. Şiddetli fırtınalarda otlar ve dallar eğilip bükülürken, kocaman ağaçların onca azametlerine karşın kırılması gibi, hayatın onları dibe vurduğu anlarda yıkılıverirler. Dışarıdan beslendikleri kaynaklar kuruduğunda, güç aldıkları “şey”ler ellerinden kayıp gittiğinde kimliksiz ve amaçsız kalırlar. Kaybettiklerinin, o vakte kadar sadece egolarını doyuran bir ilüzyon olduğunu bilmezler.

Zayıf gibi gözüken bazıları ise, içsel kaynaklarından beslendikleri için koşullardan bağımsız bir biçimde yaşarlar. Onların dünyasında hayat sörf yapmak gibidir; dalgalarla birlikte hareket eder, düştüklerinde tekrar ayağa kalkıp yollarına giderler. Hayatın zorluklarına karşı güçlü olmayı seçmek yerine, hayatın zorluklarına rağmen içlerindeki masumiyeti korumayı yeğlerler.

Velhasıl, insanoğluna coşku veren, anın içindeki sevinci hissettiren, özündeki gerçekliğe dokunmasını sağlayan ve aslında hayatın ta kendisi olan şeylerin hiçbirinin kişinin toplumsal imajıyla ve geleneksel güç anlayışıyla ilgisi yoktur.

İllaki “güç” sözcüğü kullanılacaksa; gerçek güç, hayatın içindeki unsurların, yani macguffin’lerin değil, hayatın efendi olduğunu kabul edip yaşamak ve yeri geldiğinde onun önünde bir başak dalı gibi eğilecek iradeye sahip olmaktır.

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)