Gerçeğin Karşısına Gerçek Üretebilme

Yaşam bir şekilde akıyor. Farklı coğrafyaları değerlediğinizde, orada yaşayan toplumları var eden kültür bileşenlerinin tümünün bir harmanı olarak “yaşam hızı”nın çıktığını görürsünüz. Avrupa’nın 1000 yıllık yıkıcı tarihi üzerine inşa ettiği Westphalian kültür ve bir sorunun içini açarak tartışma davranışı, yaşamın değerlerini gözetirken, bağlamından koparmadan ve ciddi bir konferans kültürü ile ele alınmasına vesile oldu. Bu atılım, yaşadığımız modern dünya düzeninde toplumları oluşturan bireylerin sabahları birbirlerine naif bir selam vermesinden trafik disiplinine kadar gündelik bir hayatın imzasını oluşturacak kadar kodlarına işledi.

Bizim gibi doğulu toplumları referans aldığımızda ise hayatın hep bir “acil” üzerinden aktığını görürsünüz. Çalışılan kurumda patronun beklentilerinin aciliyeti, kurumun gerekli alt yapısını kuramamasından günlük palyatif çözümlere iman ettiğini ay gibi ortaya koyar. Yahut trafiğin sabah 06:00’da başlayarak herkesin arabasını bir diğerinin üzerine kırmak suretiyle devam ettiğini ve icracıya sorduğunuzda da bunu aslında istemediğini ancak mutlak bir yetişme hevesiyle bu durumun faili olduğunu söyleyeceğini tahmin etmek zor olmaz.

Öyle ki doğulu toplumların zihin dünyalarının altyapısını inşa süreçlerinde de gördüğümüz bu acilci tavır, gerçekle kurdukları mücadele ilişkisini de ortaya çıkarır.

Bir durum karşısında mutlak verilmesi gereken bir “evet-hayır” sıcaklığına muhtaç şekilde ilerleyen tartışma kültürü, insanı insan yapan düşünme fonksiyonlarından ve uzlaşmanın getireceği sıhhatten beri tutar.

Bu davranış biçimi, günlük siyasi polemiklerimizi dahi şekillendirir. “Polemik” kavramının uluslar nezdinde kullanılış tekrarı üzerine bir analiz yapılsa sonucun acilci toplumlar özelinde amansız bir olumsuz fark doğuracağının kuşku götürmez bir gerçek olacağı konusunu bir başka yazı başlığı olarak değerleyip bir kenara bırakırsak; gerçek bir sorunu ele alış ve ona cevap üretmedeki “gerçek olmayan” bir metodun ne denli daha “gerçek” olduğundan bahsetmeye çalışacağım.

Burada, yoz “gerçek”e karşı argüman üretmede iki alanı ifade etmeye çalışacağım.

Edebiyat/Sanat (bir değerliyorum) bir soruna çare olacak en gerçek olmayan ama zihin dünyalarını yıllanmış bir vaziyette inşa ettikten sonra yoz gerçeğin kendi kendisinin bitmesini sağlayacak bir o kadar da gerçek alan. Direkt cepheden aldığı sorunu göğsünde yumuşattıktan sonra o soruna taraf olma ihtimali olan tüm sosyolojiyi “insan” merkezli mobilize edebilecek ve böylelikle “insan”a yanlış düşündüğünü ilk verilen cevapla hissettiren “gerçek”ten; aylar ve belki de yıllar süren, insanın kendi zihin mühendisliğine kapı aralayan ve yine kendisine “böyle de bir ihtimal var galiba” dedirtecek, sıcak “gerçek”ten çok daha demli çok daha sahici bir gerçek.

Bu yüzdendir ki Yunus’un,
“Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni…”

dizeleri, muazzam bir tanrı inancının yüzyıllar içinde insanın benliğinde farklı şekillerde yeşermesini sağlamıştır. Dini berrak bir su olarak niteleyelim, en kıymetli tas ile taşınırken döküldüğünde, aman su eksilmesin denerek yerden alınan çamurlu suyla karıştırılıp “tek gerçek” olarak insanlara aktarılması karşısında, döneminde anlaşılma kaygısı gütmeden bu dizelerden daha iyi ifade edilebilecek berrak bir su var mıdır emin değilim.

Veya Orhan Pamuk’un kendi edebiyatını ifade ederken söylediği, “Önemsiz şeyleri çok önemliymiş gibi gösterip, çok önemli durumları da önemsiz gösterme gayesi” sözünün tınısının içini biraz açtığımızda, karşımıza hayatla ilgili koca bir tasavvurun çıktığına şahit oluruz.

Edebiyat/Sanat’tan sonra gerçekle mücadele edebilecek demini almış en gerçek alanın “Akademi” olduğunu düşünüyorum. Bir konunun köklerine inerek oradaki kodları arayan akademi, o güne merhem olma kaygısı gütmediğinden geleceği inşa etmede çok önemli rol oynar.

Öyle ki, zihinlerimizi örnekler üzerinden biraz daha zorlarsak, modern insanın verdiği tüm cevaplarda bir kaygı görürsünüz. Yukarıda bahsettiğimiz trafiğin acilciliğinden güncel politik tutumuna kadar kaygının periferisinde dönmesi sonucu aksiyonlara re-aksiyon verdiğine şahit oluruz. Hemen cevap verilmeli ve kaygı yerini tatmin duygusuna bırakmalıdır. Bu aynı zamanda bir zihin terapisi yerine geçerken aslında uyuşturucu bağımlılığından farksız şekilde zihnin fonksiyonlarını yavaşlatan ve dahi tatmin duygusunun bizatihi kendisinin, zihnin genleşmesinin önüne geçen bir istinat duvarına dönüşmesinden öte bir durum karşımıza çıkmaz.

İşte akademi de edebiyat/sanat gibi tatminin inşa ettiği bu istinat duvarını yıkarak, önce daralma emareleri gösteren zihne, konforu bozacak bir aralanma kaygısı yükleyip ardından yeni bir tatmin duygusunun ve daha insan merkezli bir bakış açısının önünü açar.

İnsanın en büyük aforizması halini almış olan “büyük” ve “gerçek” kavramlarının altyapısına inip, en küçük kod yapısını dahi moleküllerine parçalayıp tümevararak yeni bir “insan” zihnine dönüşümün lokomotifi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

O yüzden “gerçek”in ne denli yakıcı olduğunu bilsek dahi o gerçekle bir adanmışlık duygusuyla değil bir demlenmişlik olgusuyla, “bir”e verilen bir cevap üretmenin geçici tatminiyle değil, kuşkunun tetiklediği bir gerçekliği inşa edecek derinlikte bir yanıtı almak isteyene bırakmanın kıymetine hayranım.

Eser KEMAL