Genesis

Bir göl kenarındayım şimdi. Ortalıkta çıt çıkmıyor.

Sağ yanımda o duruyor, sol yanıma Narcissus… Eğilmiş, sudaki aksine bakıyordu. Kendini seyrediyordu ve bundan çok memnundu. Seslenmek istedim, vazgeçtim. Biliyordum çünkü, seslensem de cevap vermeyecek. Beni umursamayacak. Şu an kendine aşık olmakla meşgul. Onu rahat bıraktım.

Ağır ağır kapanmaya başladı göz kapaklarım. Göl kenarında gördüğüm en büyük ağaca yaslanıp, derin bir uykuya daldım. Bilmem kaçıncı boyutunda rüyamın, Babil’i gördüm. Yanmış yıkılmış, dumanları tüterken… Bir kuş havalandı alevlerin içinden, kanatlarını deli gibi çırparak… Yükseldi, yükseldi, yükseldi… Çıkmıştı birkaç kanat hamlesiyle atmosferin dışına. Süzülüp göklerden, gelip beni almasını istedim. Onun gözüyle görmeliydim aşağıda kalan dünyayı. İki elimi ağzıma götürerek seslendim son sesimle…Sonra bir de baktım ki, çok yükseklerdeyim. Havada asılı kalıp, olanları görebilmek istedim bu kez. Göz göze geldik bir an. Sonra ağladı kuş. Bir damla yaş damladı Babil’den yükselen alevlerin üstüne. Küle döndü alevler.

Gökyüzüne kapkara dumanlar yükseldi birden. Yanık kokusu genzimi yaktı.

—“Yıkıldı koca Babil yıkıldı!” diye bağırdı. Sesi oldukça gürdü. “Yıkıldı. Kendini yücelttiği, uçucu ve geçici yaşama değer verdiği ölçüde acı çekecek artık! “Ben Babil’im! Tahtımda bir kraliçeyim! Hiç yas görmeyeceğim!” diyordu. İşte bunun içindir; bir anda gördüğü bütün yıkımlar! Ölüm! Yas! Kıtlık! Vay başına koca Babil’in, vay başına en güçlü kentin!

Yangını bir anda gönderdik. Kentlerin kraliçesi bir anda yok oldu. Bir daha izi bile kalmayacak! Bizi ağlattın Babil. Melekler gözyaşı döktü. Marduk seni asla affetmeyecek!”

Sustu yine sonra kuş. Ortalıkta kol gezen ölümün sessizliğiydi. Onun yanında rahat mıydım?

Hatırlamaya çalıştım eski günlerini büyük Mezopotamya uygarlıklarının.

Nabukadnezar’ı anımsadım. Semiramis’i.

Semiramis, kral Nimrot’un güzel karısı olarak biliniyordu. Pagan Babil’in kutsal ruhuydu o. Sammur-Amat olarak anıldığı zamanların kadınıydı Babil’in. Deniz’in hediyesiydi o.

Syria, Sidon, Ammonites, Philistines’in baş tanrıçası. Uzun sarı saçları omuzlarından aşağıya dökülen bu doğulu ilahe, Mezopotamya kraliçesiydi ben Babil’e geldiğimde…

Ya o unutulmaz kanun koyucu Hammurabi? Dünyanın bugün içinde bulunduğu vahşeti, o günlerde rüyasında görse inanır mıydı acaba? Devrinin geçerli adalet anlayışına uygun, 282 maddelik ünlü kanunlarını, ikişer metre kalınlığındaki taş sütunlara çiviyle yazdırırken, yaşadığımız çağı hesaba katması mümkün müydü? Dine dayalı yobaz devlet anlayışının yerine akla, vicdana uygun yasaların koyucusu Hammurabi…

Koruyucu Tanrı Marduk adına yaptırılan devasa “Esigala” tapınağına dikilen silindirik taşların üzerine yazılmıştı bu kanunlar, hepsini okudum teker teker. Söylediği her bir söz Tanrı sözü sayılıyordu 13. Maddesi hiç yazılmamış olan, 282 maddelik bu yasaların.
İnançlar, batıl inançlar, kültler, esoterik öğretiler, büyü, simya ve pagan kültürünün harmanlandığı bu koca kentte; her şeye rağmen dürüstlüğün, anlayışın ne denli önemli bir erdem olduğunun bilincindeydi anlaşılan.

—“Anlayış, hatalar bahçesine ekilse bile yeşerebilir!” diyordu.

Adına methiyeler düzülen bu kadim şehre yıkımıyla birlikte geldim. Ona Şuanna dedim. Yaratıcının, bütün ırkları orada harmanladığını öğretmişlerdi bize din ve tarih derslerinde.

—“Tüm kozmik özellikleri merkezinde toplayan, gökle yer arasında uzanan bir bağdır” demişlerdi.

Kaç kere yıkımınla ağladım? Kaç kere sevindim, yeniden her inşa edildiğinde. Ben bile sayısını unuttum… Babil, Tanrıların kapısıydı madem, hangi şehir kıyaslanabilirdi ki onunla?

Sümer’lerin Eridu’su, Babil’e bırakmıştı yerini. Göklerde yaşayan büyük yaratıcı, orada karıştırmıştı halkların dillerini. İnsanlar yokluk nedir bilmeden yaşamaktaydılar.

Sonra bir baktım ki, kuş da çekip gitmişti…

Bir başıma kaldım, yanmış kül olmuş bir kentin enkazı üstünde yürüdüm. Birileri olmalıydı bana olup biten her şeyi anlatacak. Birine rastlamak umuduyla yıkıntılar arasında yürürken, o meşhur kuleyi gördüm dumanların arasından belli belirsiz. Yedi katlıydı ve insan gururunun utanç abidesi olarak ele alınıyordu artık. İlk kez kutsal kitaplarda bahsedildiğini hatırladım. Diyordu ki Tevrat;
—“Ve bütün dünyanın dili ve sözü birdi. Doğuya göçtükleri zaman Sümer diyarında bir ova buldular…”
—“Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım, kendimize burada bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule inşa edelim ve kendimize nam yapalım, tüm uluslar bizi kıskansın! dediler.”

İnsanların Tanrılarla birleşebilmek için gökyüzüne ulaşmak iddiasıyla bir çeşit merdiven, bir köprüye gerek olduğunu düşünmüş oldukları günlerin içine düşmüştüm. Belli ki derdim, yine belamı bulmaktı benim.

—“Bunda ne kötülük olabilir?” diye sordum kendi kendime… İnsanlar her yerde bir takım yapılar inşa ediyor ve o yapıların içinde bulacaklarını sanmıyorlar mıydı Tanrıyı? Sinagoglar, Kiliseler, Manastırlar, Camiler. Her insanın amacı ona yükselmek değil mi ki? Ya o ruhsuz gökdelenler?

Gözlerimi yakan duman ağır ağır yükselerek kaybolmaya başladı. Gittikçe hafifleyerek ince bir sis perdesine dönüştü. Baktım birdenbire yangın öncesi günler geri geldi.

Bir geçit töreninin içindeydim sanki. Tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu şimdi şehir. İnsanlar neşeli kahkahalar atıyorlardı, uzaktan görünen asma bahçelerin teraslarında.

–“Orada bir eğlence olmalı” diye düşündüm. Yakından bakmak arzusuna karşı koymam olanaksızdı. Bir düş olmalıydı gördüğüm. Bu düşten hiç uyanmamayı diledim. Masallarımın şehri… Oysa şimdi tüm masallarından sıyrılmış, kendi masalını anlatmaya hazırlanıyordu.
Çekmişti çoktan içine beni, anlatacağı bu hüzünlü öykünün. İyi bir izleyici olacağıma söz verdim.

Nabukadnezar’ı görebilmekti dileğim. Düşüncelerini, duygularını, tutkularını anlamak istiyordum. Bu kenti, bu bahçeleri inşa ederken neler düşündüğünü… Sormalıydım ona, öğrenmeliydim her şeyi. Tüm halkların öfke ve kıskançlığına hedef olmuştu yüzlerce, binlerce yıldır.

Bahçelerin yamacına yaklaştıkça yapının kat kat yükseldiğini gördüm. Dev bitkiler taşıyordu dört bir yanından. Bir an sanki büyülendiğimi düşündüm. Olanaksız gibi görünmekle beraber, karşımdaydı işte.

Dikdörtgen biçimindeydi bahçelerin oturtulduğu zemin. Her bir kenarı 400–500 metre uzunluğundaydı. Ziggurat dedikleri, üzerleri mozaik süslemelerle bezenmiş sütunlar, kemerler ve çeşmeler vardı. Alttan başlayan merdivenler, dönerek yükseliyor, en üst terasa kadar uzanıyordu.

Taş sütunlarla desteklenmiş bu büyük yapı, devrinin gökdeleni olmalıydı. Çoşkun akan Fırat nehrinin suyu eğimli kanallar aracılığıyla yukarı kadar çıkıp, sonra sakin sakin aşağı dökülürken tüm bitkileri de sulamış oluyordu. Yapılmış olan her şey, gerçek Krallık lüksünü de gözler önüne seriyordu şüphesiz.

Bu büyüleyici bahçenin merdivenlerini çıkmaya başladım yavaş yavaş. Etrafını devasa palmiye ağaçları süslemekteydi. Neden tüm ulusların kıskançlık ve hayranlığına maruz kaldığı apaçık ortadaydı işte.

Kassit’lerden Asur’lara, Med’lerden Arap’lara, Hitit’lere…

Her bir medeniyet elde etmeye çalışmış, başarısızlıklarını yangınlarla maskelemişlerdi nitekim. Ateş bir kez daha iğfal edilmiş oluyordu böylelikle.

Evet, düşündüğüm gibi olmuştu, Babil kendi öyküsünü anlatıyordu gerçekten bana. İçimi bir sevinç dalgası kapladı. Kalbim, göğsümden dışarı fırlıyacakmışcasına hızla atıyordu. Nefesimi tuttum.

En üst terasta Nabukadnezar ve Med Prensesi olan eşi, birbirlerine aşk dolu sözler fısıldamaktaydılar.

—“Bu bahçeler senin için yapıldı aşkım” diyordu Kral, gururla karısına. Gözlerini ufka dikmiş öylece uzaklara bakarken gülümsedi karısı. Aşık bir kadının gülümseyişi, nasıl da sıcaktı…

Kendi aşklarımı düşündüm birden. Sahi, en son ne zaman gülümsemiştim bir aşk duygusuyla?

Asırlar mı olmuştu? Yoo… Çok da olmamıştı aslında.

Seçebilmenin ve kalakalmanın o bitmek bilmeyen ince sızısıydı hissettiğim… Hızla yaşamak ve hızla tüketmekti benimki. “Hiçbir şey kalıcı değil ne yazık ki…” diye düşünüp hüzünlendim. “Sahip olduğumuz hiçbir şey yok aslında. Neye sahip olduğumuzu sanıyorsak?”

Kimler gelmiş, kimler göçüp gitmişti. Neler yapılmış, neler yok edilmişti… Kardeşleri kardeşlere düşüren, en acı ihanetleri birbirine yaşatan zalim hesaplaşmalar. Sahi ben nereden gelip, nereye gitmekteydim? Birden, çocukken bana Gılgamış destanını anlatan annem geldi aklıma… “Keşke yaşıyor olup elimden tutsa ve birlikte arşınlasak bu kenti” diye düşündüm. Yanılmadığımın farkındaydım. Babil masalını yaşamaktaydım. Sağıma soluma bakındıkça hayranlık, şaşkınlık ve bastırılması güç bir keder duymaktaydım. Filmin sonunu önceden bilen bir eski seyirci gibi, diğerlerine fark atarak bilmenin kederiydi bu hissettiğim. Düşünülmesi kaçınılmazdı. Hangi ellerden çıkmıştı, gözlerimi kamaştıran bu muhteşem eserler? Büyülenmiştim.

Yahudiye’liler Babil’e sığındıklarında Kudüs yeni yakılmıştı. Onları Babil’e sürüp getiren kişiydi o. Kudüs’ü iki kez yerle bir etmiş, halkını da Babil emrine amade, sürgün olarak yanına almıştı İkinci Nabukadnezar. Ölenler ölmüş, geri kalanlar ise bir kabullenmişlik içersinde yola koyulmuşlardı. İsrailoğullarını Kudüs’ten alıp Babil’le getiren Kral devrinde, en ihtişamlı dönemlerini geçirmekteydiler.

Ancak zaman değişiyordu hızla. Uzun süren saltanat, israf, eğlence, zevk ve sefahat günlerinin sonu gelmişti artık.
Babile sığınan Yahudiye’liler her gece birlikte oturup Fırat nehri kenarında, Sion için ağladılar. Gözyaşları ırmaklara karıştı. Yoksa Tanrıları seçilmiş halkına gazap mı duymaktaydı?

Tanrıları öfkeli miydi?

—“Neden?” diye düşündüm.Hep bir yerlerde karşıma çıkan olaylarda vardılar. Nerdeyse; var oluştan bu güne dek hep vardılar.
Birazdan Babil’in sonunu getirecek olan gece başlamak üzereydi. Yaklaşmakta olan bir şeyler vardı. Kızılca kıyametin kopacağını hissedebiliyordum. İçimi heyecanla karışık bir keder kapladı bu kez. Daha biraz önce duyduğum delice sevinç, yerini ne de çabuk hüzne bırakmıştı…

Geri sarılmış, yanlış montajlı bir filmin içersindeydim şimdi.

Kudüs yangını sonrasında Yeruşalem’den getirtilen savaş ganimetleri olan, altın kadehlerde içiyorlardı şaraplarını.
Son kral Belatshar göründü hayal meyal uzaktan. Sarayında büyük bir şölen vermekteydi. Zafer sarhoşluğu vak’asıydı yine tanık olacağım şüphesiz. İnsanlar şen şakrak kahkahalar atarak oradan oraya koşuşturuyorlardı görmeden beni.

Aniden nereden çıktığı belli olmayan bir insan eli parmaklarının belirdiğini gördüm. Saray duvarlarının sıvası üzerine yazı yazmaya başladı el hızlıca.

Hesap gününün geldiğini düşündü bazıları.

Yazıyı okuyamıyorlardı, şaşkınlık ve panik halinde, çaresizce birbirlerine baktılar. Kahkaha ve gülüşleri suratlarında donup kalmış, o neşenin yerini korku ve dehşet almıştı. İlk şaşkınlıktan sonra, içlerinden Daniel adlı kişi okudu duvardaki yazıyı.

— Mene= Tanrı Marduk senin krallığına son verdi.
— Tekel= Terazide tartıldın ve eksik bulundun.
— Peres= Krallığın ikiye bölündü ve Med’lerle Pers’lere verildi.

Sonra gerçekten de Pers kralı Cyrus, Fırat’ın nehir yatağını aşarak şehir surlarından içeri girdi bir sabah. Bu, Babil’in hiç hesaba katmadığı basit bir yoldu. O kadar basitti ki, önemsenmemiş, savunulması gerektiği bile düşünülmemişti surların. Düşmanını hakir gören, küçümseyen herkesin sonu gibi.

Oysaki bilirdik; en tehlikeli düşman, genellikle unutulan, hiç hesaba katılmayan, önemsiz bulunandır.
Milattan ön. 538 -12 Ekim günü güçlü Babil düştü.

Gözlerimin önünde yeniden yerle bir olmuştu, bu dünyanın ilk metropolisi… Belatşar kanunları hiçe sayıp, Babil’i acımasızlık, sömürü, ahlaksızlık ve vicdansızlığın kollarına teslim eden Kral olmuştu sonunda.

Felaketleri görmemek için gözlerimi kapatarak, hızla kaçmak istedim. Görmeden hiçbir şeyi, öylece koşmak istedim. Ardımda bıraktığım her şey yerle bir oldu.

Koştum, koştum, koştum. Yüksek bir tepeye varana dek koştum. Neden sonra dönüp ardıma baktığımda her şeyin üzerinin kum katmanları tarafından örtüldüğünü gördüm. Sevdiğimi kaybettim o yıkım alanında.

Anladığım; benden sonra tufan olmuştu.