Ermeni Bunalımı…

Her yılın 24 Nisan’ında Türkiye yeni bir siyasal psikotik epizod yaşıyor desek yeridir.

Şizofreni genellikle çift kişiliklilik olarak tanımlanıyor, ancak psikologlar bu hastalığın çift kişiliklilik, bölünmüş kişilik olarak tanımlanmasının doğru olmadığını da belirtiyorlar. Hastalık, relaps durumunda, yani nüksetme durumunda kişinin duygularını gösterme, gerçekliği algılama yetilerini çarpıtan bir beyin hastalığı olarak tanımlanıyor. Kişinin gerçeğe dayanmayan, gerçeğe dayalı bilgilerle izah edilse bile vazgeçmeyi kabul etmediği garip inançlar, düşünceler göstermesi, yani psikologların tabiriyle Delüzyonlar bu evrede iyice belirginleşiyormuş. Bazı hastalar bu psikotik epizodları hayatlarında bir kere yaşarlarken, bazıları sık sık bu epizodlara maruz kalabiliyorlarmış. Bu evrenin dışında kalan remisyon dönemlerinde ise hasta görece normal yaşamına devam edebiliyormuş.

Engin psikiyatri bilgimle! Türkiye toplumuna teşhis koymaya yeltenecek değilim; söylediklerim bir analoji, bir benzetmeden ibarettir. Siyasal şizofreni, 1915 Osmanlı’sında Ermenilerin yaşadıklarının Türkiye dışındaki algılanışıyla, aynı olayların Türkiye’deki algılanışı arasındaki farkı ve dış dünyamız ile kendi (toplumsal) zihnimizde kurduğumuz gerçeklik algılarındaki bu fark, bu çelişki her yüzümüze çarpıldığında  bunun bizi nasıl huzursuz, duygusal ve şizofrenik hale getirdiğini anlatabilmek için aklıma gelen bir analojiden başka bir şey değildir.

Şizofreni ve Türkiye arasında varsa “bilimsel” bir rabıtanın izahını, yapsa yapsa Vamık Volkan Hoca yapabilir herhalde. Ancak örneğin 2016 yılında Alman parlamentosunun Ermeni soykırımı ile ilgili olarak aldığı karardan sonra Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Almanya’nın Türk kökenli milletvekilleri için “Bu tür sütü bozuklar, kanı bozuklar Türkiye’yi temsil edemezler.” demekle kalmayıp, gözümüzün içine baka baka Türkiye tarihinde “insan yakma diye bir vakanın olmadığını” söylemesi, söyleyebilmesi bu açıdan önemli bir vakadır. Bu çerçevede, Bekir Bozdağ’ın bir “yalancı olduğunu iddia etmenin imkânsız olduğunu belirtmek gerekiyor. Beni, şizofreni gibi hiç de üzerinde çok fazla söz söyleyemeyeceğim bir konudan yardım alarak yazmaya zorlayan da budur. Örneğin Bekir Bozdağ’ın -ve onun gibi düşünen pek çok insanın-yalancı olduklarını düşünmüyorum. Tıpkı, bambaşka bir gerçeklik kurgusu, inancı içerisinde yaşayan şizofrenlerin de yalancı olmadıkları gibi. Ayrıca bu sorunun, bu tuhaflığın, sadece Bozdağ’ın sorunu olduğunu da düşünmüyorum; hepimizi kapsayan bir garabetle karşı karşıya olduğumuz aşikârdır.

Kendi dışımızdaki gerçekliği hiçbir zaman anlamaya çalışmadık. (Sosyal) Bilim, bir toplumun “anlama” çabasının tezahürü ise hiç değilse bu konuda yapılmış yüksek lisans ya da doktora çalışmalarına bakmak bile yeterlidir. “Ermeni soykırımı”nın varlığı ile ilgili tek bir tane lisansüstü çalışmanın olmaması size de ilginç gelmiyor mu? Şunca yıldır tek ama tek bir lisansüstü öğrencinin, araştırma görevlisinin, genç akademisyenin Ermeni soykırımının var olduğunu düşünerek bu konuda çalışmaya yeltenmiş dahi olmaması sizce normal bir durum mudur? Peki soykırım tezini kabul eden çalışmaların sayısına ve bunların basım tarihlerine ana hatlarıyla bir bakmak ister misiniz? Bence bakmayın da şaşkınlığınız artmasın.

Söylemek istediğim, “Ermeni soykırımı tek realitedir ve Türkiye resmî ideolojisi bu gerçeği yasaklamıştır.” önermesine indirgenerek algılanacak bir durum da değildir. Söylemeye çalıştığım tam olarak bu değil. Toplumun kendi gerçeklik algısı dışındaki tüm tartışmaları psiko-politik olarak reddetmesi, görmek istememesi ile ilgilidir. Mevzuyu bir şekilde şizofreniyle analoji kurarak izah etmeye çalışmamda bu nedenledir. Daha vahimi, kendi gerçeklik algımızın (aslında Ermeniler Türkleri öldürdü; bir mukatele –bir didişme, karşı karşıya gelme durumu- vardı biz onları, onlar bizi öldürdük; Ermeniler Ruslara yardım ediyorlardı; Ermeni soykırımı Hristiyan Batı’nın bir oyunudur… listeyi uzatabilirsiniz) da tutarsız olduğu ve Osmanlı-Ermeni ilişkilerine bir “anlama”, “analiz” çabasının ürünü olmayıp, soykırım iddialarına karşı alelacele üretilmiş “ayaküstü cevaplar”dan fazla bir anlam ifade etmemeleridir.

Ermenilerin Osmanlı’nın son döneminde yaşadıklarına, soykırımın olmadığına vb. dair çalışmaların tarihlerine baktığımızda da bunu görebilirsiniz. Bu konuda, resmi ideolojinin perspektifinden üretilmiş ve “bilimsel” olma iddiasındaki en kapsamlı çalışmamızın Dr. Albay Ahmet Tetik nezaretinde hazırlanan ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından, 2005 yılında yayınlana 8 ciltlik Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918 başlıklı çalışma olması da tuhaf değil midir? Daha da tuhafı, adına ne derseniz deyin, 1915’de Osmanlı’da Ermenilerin “bir şeyler” yaşadığı ile ilgili tartışmaların tarihi 1975 öncesine, ASALA’nın kurulduğu ve yurtdışındaki büyükelçiliklere yönelik silahlı saldırılardan öncesine gitmemektedir. Bu saldırıların Türkiye gündemine girişi ise neredeyse 12 Eylül Darbesi’yle yaşıttır. Özetleyeyim; Ermeni soykırımı/tehciri ile ilgili bir değerlendirmenin kamusal bir tartışmaya dâhil olmasının 80’li yıllarda, böyle bir soykırımın olmadığına dair akademik derinliğe sahip çalışmaların ise 90’lı yıllarda belirginleştiğini söyleyebiliriz; bu tarihlerin yaklaşık olduğunu, bundan öncesine dair bir örneğin asla ve kat’a bulunamayacağını söylemek istemediğimi tahmin edersiniz sanırım. Ermenilerin yaşadıklarına (adı ve içeriğinin ne olduğuna hiç bakılmaksızın) ilişkin ilk tartışmaların olaylardan yarım yüzyıl sonra, geniş kapsamlı akademik araştırmaların ise ondan da geç tarihlerde yapılmaya başlamasının altını bir kez daha çekmek gerekiyor.

Bu aşamada bir diğer hususa, son bir noktaya daha dikkat çekmemiz gerekiyor. İlk noktamız, Osmanlı-Ermeni ilişkilerine dair gerçeklik algımızın şizofreniye benzer doğasıyla ilgiliydi: Gerçek sadece ve sadece bizim söylediklerimiz, bizim tezlerimizdir. Bu gerçeklik algısının dışındaki herkes (yani neredeyse tüm dünya) müfteri, satılmış, sütü bozuk, tarihinde hiç ama hiç bir zaman böyle bir suça meyletmemiş necip milletimizi lekelemeye çalışan mihraklardır. İkinci nokta, şizofrenik renkler taşısa dahi böyle bir gerçeklik inşasının dahi olaylardan yaklaşık yarım yüzyıl sonra, hem de ASALA’nın Büyükelçilere yönelik saldırılarından sonra inşa edilmeye başlaması ve dünya parlamentolarında soykırım yasalarının kabulünden sonra hızlanmasıyla ilgiliydi. Son nokta ise Osmanlı-Ermeni ilişkileri ile kendi gerçeklik algımızı, yine bizzat ve sadece kendi kendimizi ikna etmek için ortaya atmış olmamızla ilgilidir. Kimseyi ikna etmek, doğrunun ne olduğunun peşinde koşmak ve bizden farklı düşünenleri ikna etmek gibi bir kalkış noktamız hiç olmadı: Resmî ideoloji sadece bizler için geçerli, sadece bizlere hitap eden bir “gerçeklik dünya”sı inşa etmeyi hedefledi. Muhatabı, alternatif düşünceler (soykırım iddiaları) olmadı. Soykırım iddialarına cevaplar şeklinde dile getirilenler kendi ürettiğimiz gerçeklik dünyasına, kendi kendimizi inandırmak için yürüttüğümüz propaganda faaliyetleri olma düzeyini pek de aşmadı. Dünya parlamentoları bu hayal/gerçekliğimizin karton kulelerini bir bir yıktıkça agresifleşmeye, duygusallaşmaya başlamamız da bu yüzden olsa gerek. Bu konuda hep, gece yarısı mezarlıkta dolaşırken “onlar aslına ölü canım!” realitesini içinden tekrarlayarak teselli bulmaya çalışan, mezarlıktan geçerken ıslık çalarak kendini teskine çabalayan insanlar gibi davrandık.

 

Mete Kaan KAYNAR