Doğa Kendi Kendinin Tabibidir

Doğa, kendi içindeki döngü ile her tür sorunu aşmada bir refleksi vardır. Ve oluşan yara ve tahribatlarını, kendi içinde tedavi eder. Doğal olay ve olgulardan kaynaklı her tahribatı, kendi içinde kısa zamanda kendini onararak işin içinden çıkar. Ancak insan unsuru kaynaklı yaratılan tahribatların onarımı ve tedavisi oldukça güç olmaktadır. İnsan kaynaklı tahribatlar arttıkça, doğanın dengesi de bozulmakta, ve onarımı ve tedavisi de oldukça zorlaşmaktadır. İşte iklim krizi de bu müdahalelerin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bunu aşabilmekte, insanoğlunun yarattığı tahribatlardan geri durması ve doğanın kendini tedavi etmesine yardımcı unsur olmasına bağlıdır.

Bu konuda daha önce Hint yazar Vandana SHIVA’nın Yeryüzüyle Barışmak adlı eserinden çokça örnekler paylaşarak, nelere dikkat etmemizi işaret etmiştik. Şimdi de Fransız yazar MAURİCE MESSEGUE’nın Tabiat Haklıdır eserinden alıntılarla, o çalışmayı tamamlamaya çalışacağız. Maurice Messegue bu eserinde, insanoğlunun doğaya müdahalelerinin yarattığı tahribatlara işaret etmekte ve bu müdahalelerin yarattığı olumsuzluklara işaret etmektedir. Tabii gübre kullanımı, toprağın dinlendirmesinin ve farklı ekim biçimleriyle toprağın nasıl beslendiğine işaret etmektedir. Yazarımız şöyle yazmaktadır:

“Tabii gübre kullanma, toprağı dinlendirme ve değişik ekim yoluyla hayati tarım alanında çok iyi sonuçlar alınmış bulunuyor. Aynı tarlaya boyuna tahıl ekileceğine arada otlak olarak kullanılıyor. Hayvancılık ve tarımın bu yoldan bir arada yürütülmesi toprağı da hayvanları da kimyasal maddelerle zora koşmaktan çok daha hayırlı görünüyor.(a.g.e. s-39)”

Devamında, engebeli tarlaların düzleştirmesinde oluşan olumsuzlukları ise şöyle izah etmektedir; “Bir de şu var: Tarlaları ekip biçmeyi kolaylaştıracağız diye hendekleri, çukurları çitleri, tepecikleri ortadan kaldırmak tabiattaki dengeyi bozuyor. Hendeklerin, setlerin, çukurların var oluşanda bir hikmet vardır.

Yalnızca, ilkbaharda akdikenleri çiçek açmış görmekten, küçük kuşların yuvalanmalarını seyretmekten hoşlanan bir tabiat aşığı olarak değil toprağın savunucusu olarak da engebelerin kaldırılmasına karşıyım. Şiddetli rüzgarlar, sağanaklar toprağı sürükler götürür. Setler, tepecikler rüzgarın hızını keser, suların toprağı alıp götürmesini önler, hendekler de fazla suları, birikmeye bırakmadan dağıtırlar. Bu çeşit engebeleri ortadan kaldırmak büyük facialara yol açacaktır.” Dedikten sonra ise devamında farklı ekim biçimlerinin yabancı haşereleri nasıl etkisizleştirdiğini de şöyle izah etmektedir; “Büyük çiftliklerde uygulanan tek tarım usulü ise zararlı haşerenin toprağa yerleşip kalmasına neden oluyor. Geniş topraklarda milyarlarca üreyen haşere, bölünmüş ufak çiftliklerde düşman kamplara ayrılıyorlar. Değişik ekim ise onları tedirgin ediyor, bir yerden bir yere göç etmek zorunda kalıyorlar, her yıl kendilerine yeni topraklar arıyorlar. Toprak haşeresine karşı en iyi savaş bu biçimdeki gerilla savaşıdır. Hem çok basit hem de çok tabiidir. Düşmanı oraya sürerek moralini bozmaktan daha basit bir yol var mıdır? Bu usul savaşta geçerli olur da başka alanlarda niçin uygulanmazmış?” (a.g.e. s.39-40)

Ülkemizde son zamanlarda araziyi toplulaştırma yoluyla tarlalar büyütülmeye çalışılıyor. Ayrıca her yıl peş peşe aynı ürünü ekerek toprak verimsizleşmesinin yanında, yabancı haşere ve otların dahada artmasına zemin hazırlamaktadır. Onun için her yıl farklı ekin türü ekmenin, toprağın kendini korumasına ve zararlılarına karşı korunmasına yardımcı olunabiliniyor. Burada yazar yarım asır önce yaptığı bu gözlem ve tespitleri ile uygun ekim yöntemlerini topluma ve üreticilere açıklamıştır.

İlaçlama konusunda da önemli uyarıları olmaktadır. Şöyleki; “Haşere ilaçları geliştikçe, bunlara karşı dayanıklı bir böcek türü ortaya çıkmaktadır. Bu tabiat kanunudur. Virüslere bile dayanan canlılar vardır. Zayıf bir tür ortadan kalkarken daha güçlüsü onun yerini almaktadır. Daha kötüsü zararlı böcekler gittikçe güçlenirken yararlı olanlar silinip gitmektedir. Bu da büyük bir dengesizlik ortaya çıkarmaktadır. Yararlı böcekler, zararlıları yiyerek bir denge sağlardı. Ama şimdi, bu yayarlılar yok olunca zararlı böcekler meydanı boş bulmaktadır. Doğadaki denge bozulmuştur.” (a.g.e. s.18) Buradada haşerelere ve yabani otlara karşı ilaçlamanın ise zaman içinde bir öneminin kalmadığını ve daha güçlü haşereler ve otlar ortaya çıkarken, topraktaki yararlı bakteri ve canlılara da zarar verip onları yok etmektedir.

Yaşamımız için gerekli, olan ve olmazsa olmazımız olan Oksijenin kaynaklarına da işaret ederken, ormanların önemine işaret edip onları korumamızı salık vermektedir. Aynı zamanda sulak alanlarımızı ve denizlerimizide kirletmememizi önermektedir. “Bir ağacı kesmek beş dakikalık bir iştir. Ama bir ağaç yetiştireyim derseniz elli yılınız gider. Üstelik ağaçlar, eşsiz bir oksijen kaynağıdırlar. Şehirlerin dumanıyla boğulurken canımızı ancak ağaç sayesinde kurtarabiliriz. Bir kilometre kare deniz günde yarım ton oksijen üretir. Aynı büyüklükte çayır bir ton oksijen verir. Orman ise üç ton oksijen çıkarır.” (s.37)

On yıllarca önce orman ve ağacın önemi bu kadar net açıklanırken Aydın ve ilçelerde belediyeler su boylarında yüzlerce okaliptüs ağaçlarını keserek çevreye büyük zarar vermektedirler. Üstelik bu ağaçlar biz canlılara oksijen sağlamaları yanında yaprakları, çiçekleri ve dalları ilaç sektöründe de kullanılan önemli bir ağaç türüdür. Geçmişte hem bataklıkları kurutmak için ekilmişler, hem de şifa için kullanılmışlar. Üstelik arılarda okaliptüs ağacında polen ve bal elde edebilmektedirler. Artık ormanlardan ve ağaçların kıyımından vazgeçilmeli. Daha fazla ağaç dikilmesi sağlanmalıdır. Bu kadar hava kirliliğini ancak ormanlarımızın bolluğu ile önleyebiliriz. Meralarımızı koruyarak, denizlerimizi kirletmeyerek yaşam kaynağımız olan oksijen üreten kaynaklarıda korumuş oluruz.

MAURİCE devamla besi hayvanlarına vurulan antibiyotiklerin insan sağlığındaki etkilerini de şöyle anlatıyor; “Hayvanlara yerli yersiz verilen antibiyotikler de onların etini yiyen insanlar üzerinde ağır alerjilere neden oluyor. En kötüsü de doktor bir hastasına antibiyotik verdiği zaman, bünye bu ilaca doymuş olduğundan antibiyotik etkisiz kalıyor.

Bilimin hala güçsüz kaldığı kanser ise gittikçe uygun bir ortam bulunuyor. Kanser yapıcı maddeler insan hayatında gittikçe daha geniş bir yer işgal ediyor. Sigarayı, bacalardan yayılan dumanları, zehirli egzoz gazlarını hep biliyoruz… Ama asıl tehlike besinlerimizdeki kimyasal maddelerden geliyor. Üstelik bu maddelerin listesi her geçen gün bir parça daha uzuyor: Konservelerde ve şekerlemelerde kullanılan boyalar, konservelerdeki pas önleyiciler, sentetik kokular, olgunlaşmayı hızlandırıcılar (muzlara uygulanan), reçellere, meşrubata katılan diğer bir sürü asit ve sentetik maddeler.” (s.26-27) buna daha ne eklenebilirki…

Yazarımız, topraktaki solucan ve bakterilerin, toprağı nasıl işlediğini ve beslediğini de anlatmaktadır: “ …Bir solucan tek başına bir yıl içinde bir metrekarelik toprakta 420 kilogram organik maddeyi parçalar. İşte size mükemmel bir (degradabilite-dağılma) olayı. Bu işin şampiyonluğunu solucan yapıyor. Bu dağılan organik maddeler toprağı herhangi bir gübreden çok daha iyi besler.

Minik bakteriler tarafından didik edilen toprak kusursuz bir kaynak haline gelir. Bu değerli mikroplar ilaçlanıp öldürülecek olursa toprak kısırlaşır.” (s.40-41)

Toprakta yaşayan bakteriler toprağın zenginliğidir. Bitkiler ilaçlandığında veya aşırı gübre kullanıldığında bu faydalı bakteriler yok edilmektedir. Buda torağın fakirleşmesini sağlıyor. Solucanların toprağa sağladığı faydayı yazar yukarıdaki eserinde açıkça vurgulanmıştır.

Benzer bir durumda sığ sahillerimizde yaşayan ve sığ kumulları temizleyen Deniz Patlıcanları veya diğer adıyla Deniz Hıyarlarının bir tanesi bir yılda 150 ton kumu filtreleyerek temizlediğini biliyoruz. Ama Uzakdoğu ülkelerinde gıda olarak tüketildiğinden dolayı kıyılarımızda yoğun olarak avlanıp nesilleri yok olma tehlikesine girmektedir. Doğadaki benzer birçok bu küçük canlılar yaşam alanlarımızın olmazsa olmazları dır. Onları korumalı ve yaşam alanlarına zarar vermemeliyiz. Bizler gereksiz müdahalelerden kaçınırsak, doğa kendini daha kolay tedavi edebilir. Doğa kendinin en iyi tabibidir. Bunu aklımızdan çıkarmayalım. Gereksiz ve fazladan ilaçlamalarla, onların varlığına zarar vermeyelim. Toprağımızla ve çevremizle barışık bir şekilde yaşamayı ve onu korumayı yaşam biçimi haline getirmeliyiz ki, gelecege umutla bakabilelim…