Din, Pozitivizm ve Marksizm

Dinin felsefi temelde teolojik eleştirisi Feurbach’a kadar egemen olan yaklaşımdır. Feurbach’ın siyasal eleştirisi ve ardından Marx ve Engels’in sınıfsal- siyasal din eleştirisi konuyu ele alışta farklı ve etkili bir başka kulvarın[A1]  inşasına yol açmıştır. Bu aynı süreçte dinin pozitivist eleştirisi hala gücünü korumakla birlikte tarihsel materyalist din eleştirisi de güçlü ve dine karşı alınacak tutumda bambaşka bir yaklaşım getiren bir seçenek olarak kendi varlığını hissettirmeye başlamıştır.

Bu ayrım Marksizm’in dinin felsefi ve teolojik açıdan eleştirisini gereksiz görmeleri değil ikincilleştirmelerine ilişkin bir ayrımdır. Zira Marksizm dinin niteliğini ve gücünü de belirleyenin teolojik ve felsefi içeriği değil nesnel ve sınıfsal koşullar olduğunu düşünmekte ve bu anlamda Aydınlanmacı din eleştirisiyle eksik ve ikincil olan üzerinde odaklandığı gerekçesi ile yollarını ayırmaktaydı. Marksistlerin din deyince öncelikle aklına gelen Hristiyanlık, Müslümanlık, Budizm vb. değil dinin öncelikle sosyal ve sınıfsal kaynakları ve işleviydi. Asıl eleştirinin odağı ve siyasal tutumu belirlerken de asıl parametre burası olmalıydı. Felsefi eleştiride buna eşlik etmeliydi ama bu cari dinlerle mücadele de asla asıl çözücü halka olamazdı. Zira dinler gücünü teolojik felsefi yapılarının gücü ya da güçsüzlüğünden almıyorlardı, sadece aydınlanmacılar değil farklı din hatta mezhep mensupları bir diğerinin teolojisindeki tutarsızlığı hatta saçmalıkları alaya alır biçimde zaten göstermekteydi ama bu durum dinin gücünde esaslı bir değişim yaratmamaktaydı. Zira dinin gücü onun felsefi teolojik gücünde ve tutarlılığında değil ilk olarak insani gelişimin bugünkü nesnel koşullarından ve ikincisi de arkasında güçlü sınıfsal ve kurumsal desteklere sahip olmasından kaynaklanıyordu.

İleride daha ayrıntılı biçimde ele almak üzere yeri gelmişken burada önemle belirtmek gerekiyor ki, Marksizm bu esaslı farklılığına karşın pozitivist etkilerden muaf kalamadı; hatta dün olduğu gibi bugün de pozitivizmin dine karşı akıl ve bilimi pazehir olarak gösteren yaklaşımı Marksist çevrelerde de hala ciddiye alınabilir bir sapma olarak varlığını sürdürmektedir. Bu aynı sapmanın bir türevi olarak da ateizmi kendi başına bir seçenek olarak sunma anlayışı da hala canlılığını korumaktadır. Oysa nasıl dinlere tarihsel, toplumsal ve sınıfsal perspektiften yaklaşmak esas ise ateizme de özellikle sınıfsal ölçütlerden azade biçimde bir seçenek olarak bakmak, olaya temel olarak dinsel inanç ve ateizm ikili karşıtlığı zemininde yaklaşmak da Marksizm’in temel zeminine aykırı bir tutumdur. Pozitivistler için din, irrasyonel inanç ve rasyonel us ikiliğinde, rasyonel akılı, bilimi engelleyen en temel güç olarak bir negatif anlam taşır. Karşılığı da bilimin ve rasyonel usun önündeki engelleri kaldırmak için din karşıtı tutum almak, en azından onu aklın ve bilimin önceliğini kabul edecek bir düzeye geriletmektir. Marksizm bu unsuru reddetmez ama şarta bağlı olarak ve ikincilleştirerek; asıl önemlisi dinin siyasal fonksiyonu sınıfsal rolüdür. Bu ikincisi çözümün en kritik halkasıdır; zira toplumda ezen ezilen ilişkisi sürdükçe sadece cari dinin geriletilmesiyle akıl özgürleşmez, bilim bir kurtuluş sağlamaz bilakis yeni bir esaretin ve insani yabancılaşmanın biçimi haline dönüşür; insani esarette araçsallaştıran soyut tanrının yerini bu kez bilim ve teknoloji tanrısı alır. Bilim ve akıl egemen sınıflarca araçsallaştırılan şartlı bir özgürlük kazanabilir ancak. Bu nedenle öncelik ezen ezilen ilişkisini sonlandırmaktır. Bu çerçevede de soyut bir din karşıtlığı yapmak olamaz bunun yöntemi. Dinin sınıfsal kullanımını teşhir eden, kitlelere bu niteliği gösteren, mücadelenin sivri okunu “ezenlerin siyasal dini”ne çeviren bir karşı duruş içinde olmaktır doğru yöntem.

Pozitivizmin Aklı ve Din…

Kant “Aklını kullanmaya cesaret et” derken, Hegel Aydınlanmanın ardından “inancın/teolojinin” toplumu bütünleştiren rolünün artık rasyonel akla geçeceği öngörüsünde bulunurken, elbette boşa konuşmuyor; önemli bir gerçeği ve dönüşümü işaret ediyorlardı. Ama atladıkları birbirleriyle sımsıkı bağlı üç önemli sorun vardı. Bir, herkes eşit derece de “Aklını kullanmaya cesaret edebilecek” koşullara sahip miydi? İki, bu kadar parçalı, bölünmüş, farklı çıkarları temsil edebilen bir dünya da herkes ve her coğrafya için ortak sonuçlara sahip homojen/pürü pak bir rasyonel akıl söz konusu olabilir miydi? Ve üç, tam da aynı nedenlerle rasyonel aklın ürünü bilgi tek tek insanlarda davranış ve tercihleri belirleyecek içsel/varoluşunu belirleyen ortak içerikte ve aynı düzeyde bir etmen haline gelebilir miydi? Yoksa bilginin insana dışsal, bir iktidar/tahakküm aracı olma rolü çok daha belirleyici mi olacaktı? Hayatın bu sorulara verdiği cevap, üstelik de büyük harflerle “HAYIR”dır.

Bilgi, herkes için rasyonel aklın eşit sonuçlar doğuran bir çıktısı olamadı. Tam aksine bazıları için tahakküm kurma, diğer bazıları içinse tahakküm altına girme aracına dönüştü. “Bilgi” tam da bu dışsallığı ve taraflılığı, ideolojik mahiyeti nedeniyle, tüm kesimler için davranış kalıplarını belirleyen en temel ve ortaklaştırıcı rasyonel bir içsel bilince/etiğe de dönüşemedi; tam tersine alt sınıflar başta tüm kesimler için yabancılaştırıcı, irrasyonelleştirici rol oynadı. Eskiden tek ve teolojik iman tarafından kullaştırılan insan, şimdi aynı zamanda bilgi ve teknoloji Tanrısı tarafından da “kullaştırılmaya” başlıyordu. Bu iki Tanrı bazen hegemonya için çarpışmaktaydılar ama temelde, kendi meşruiyetini artık rasyonel akıl Tanrı’sına atıfla sağlayabilen bir teolojik Tanrı sentezinde birleşip tekleşmekteydiler.

Althuser, Marx‘ın “Bir toplumdaki egemen düşünme biçimi, o toplumdaki egemenlerin düşünme biçimidir” tezini, “devletin ideolojik aygıtları kavramlaştırmasıyla” daha rafine ve kategorik hale getirirken, tam da aynı nedenle, rasyonel/seküler eğitimi ve kiliseyi aynı hegemonyanın birbirini destekleyen parçaları olarak nitelendirmekteydi. Aslında “eğitimsizler” kadar “eğitimliler” için de ideolojiden ve imandan bağımsızlaşmış bir rasyonel akıl yoktu kapitalizmde. Aralarındaki tek olası fark birisinin aslında “irrasyonelleşmiş” rasyonel akıl inancına, diğerinin ise daha “rasyonelleşmiş” teolojik inanca sahip olmalarıdır. Dolayısıyla “inanç” kural olarak artık eski “inanç” değildir. Referansı akıl ve bilgi olan, bilginin seküler çıkarlara göre kurgulanmasını tanımlayan bilinç ve ideoloji belirlenimli bir inançtır. Bu duruma, inancın rasyonelleştirilmesi ve/ya aklın metafizikleşmesi diyebiliriz. Aklın/bilginin/tekniğin sınıfsal dışsallaşması, rasyonel akıl ve tekniğin bazı toplumlarca “emperyalizm”, bazı sınıf ve kesimlerce “kar” diğerlerince de “sömürü, tahakküm, işsizlik, yoksullaşma” olarak algılanmasına yol açtı. Egemen bilgi karşıtı olan embriyon halindeki karşı “bilgininin/bilincin” ise daha bilinen bir dil olan egemen bilgi ve geçmiş metafizik inançlarla bulaşık ifadesine neden oldu.

Alt sınıfların tavır ve tercihlerinde (sınıf bilinci) görülen kendi bilgi ve çıkarlarına ters, çarpık ve hatta tepe üstü duruşlar da ancak bu mercekten bakıldığında doğru analiz edilebilir. Rasyonel aklın sınıf ve bireylere dışsal kalmasının kaçınılmaz sonuçlarından biri de, mevcut rasyonel bilginin bu kesimler tarafından ironik biçimde irrasyonel/metafizik bir güç olarak algılanmasıdır. Rasyonel akla yönelik bu yabancılaşma, söz konusu kesimlerin “kendi genel çıkarları doğrultusunda kendileri için” özneleşmelerini de zorlaştırmaktadır. Özneleşememek, bağımsız ve stratejik çıkarlarını temsil edememek, küçük, tekil ve güncel kırıntılar karşılığında, kendi varlığını güç, statüko ya da cemaat içinde idame ettirtmek eğilimini yaratır. İnanç ya da egemen bilgi dili ise bu tercihi meşrulaştıracak biçimde, “duruma” uyarlanır. Bu “çıkar”ın çarpık motivasyonudur.

Bilinç; kolektif, stratejik, tarihsel/sınıfsal çıkarın farkında olmak ve bilgiyi bu çıkar ekseninde yeniden üretmektir. Bireysel, güncel, resmi bilgiye tabi çıkar ise egemen ideolojiyi üretir. Ama bilinç ve sınıfsal/tarihsel çıkara dayalı bilinç ölü değildir, embriyon halinde varlığını sürdürür. İnsanlar verili statüko sürdüğü ve kendi varlıklarını iyi/kötü idame ettirebildikleri müddetçe, o an kendisi için en rasyonel olan seçenekleri hesaplama suretiyle, içinde varlık ve tümlük buldukları “güvenli kabuğu” terk etmezler. Bu güvenli kabuk hem verili sistem, hem verili iş, hem verili yaşam mekânı ve cemaattir. Bu nedenle kriz geri döndürülemez ölçüde derinlik kazanana kadar karar alma süreçleriyle ilgili tercih parametresi statükoyu koruma refleksi olarak varlığını korur. Metafizik savunma mekanizması yürürlükte kalır. Ne var ki tüm bu statükoların krize girdiği, kırılganlaştığı, statüko ile özdeşleştirilen kişi, kurum ve simgelerin paralize olduğu ve prestij önemlerini yitirdikleri durumda, merkez kaç etkisi devreye girer. Krizin boyutu ve dışsal seçeneklerin çekim gücü oranında ya “özgürleşen rasyonel akıl”la bütünleşip kendisi için özneleşilir ya da bir başka güvenli kabuğa transfer olup “inanç” bu yeni kabuğa göre yeniden uyarlanır. Şunu da belirtmek gerekir ki, rasyonel akılla bütünleşip kendisi için özneleşme durumu, rasyonel aklın dışsallığı sona ermeden, yani içsel bir varoluş koşuluna dönüşemeden, ne tam ne de süreğen olamaz. Bunun, yani aklın/bilginin metafizikleşmesinin nedeni ise, bilginin tüm herkes için eşit ve özgürleştirici bir rasyonel aklı temsil etmemesi, insanlığın genel ve evrensel organik varoluş etmenine dönüşememesi, geniş kitleler açısından büyük ölçüde bir iktidar ve tahakküm enstrümanı olarak kalmasıdır.

Bu nedenle bilginin/ rasyonel aklın, tüm insanlığa mal olması, herkesin kendisi için özneleşebilmesi, düz bir evrimsel gelişme biçiminde değil, statüko ve iktidar kırılmalarına bağlı eylemli, çelişkili, geri dönüşlü, sıçramalı ve birikimli bir süreç olarak ilerler. Bilgi, tüm insanlığın içselleştirdiği ortak, eşitleyici ve özgürleştirici bir nitelik kazanana kadar insan karşısındaki varlığını hep bir metafizik örüntü altında sürdürecek, insanın hükmettiği değil, insana hükmeden “Tanrısal bir dışsal güç” olmaya devam edecektir. Dolayısıyla iman eninde sonunda rasyonel bilgiye bir biçimde teslim olurken, rasyonel bilginin kendisi de eskinin imanından esintiler taşıyan ama yeni ve farklı bir iman türüne dönüşecektir.

Dinin İki Boyutu ve Marksizm

Dinin tek ve esas kaynağı toplumsal ezen-ezilen ilişkisi değildir. Dinin iki temel boyutu var: Birincisi, ölüm başta olmak üzere, insanoğlu açısından bilinemezlik ve çaresizlik kaynaklarıdır, yani dinsel terminoloji içinden konuşacak olursak gaybın varlığıdır, dinin en temel varlık nedeni… Doğa ve toplumsal olayların bilinememesi ve insanlığı çaresiz bırakması, insanları metafizik açıklamalarla teselli bulmaya itiyor. Dinin bu veçhesinin sınıfsallıkla bir ilgisi yok; buna doğal din diyebiliriz… İkincisi; egemen sınıfın ve devletin bir sömürü, tahakküm ve yönetim aracı olarak kullanılan din; buna da siyasal din diyebiliriz. Marksizm bize en temelde “nedenleri ortadan kaldırmadan sonuçları ortadan kaldıramazsınız” der… Dolayısıyla “siyasal din” sömürü ve tahakkümün ortadan kalkmasıyla, yani siyasal mücadele ile kaldırılır ortadan; “doğal din” ise, en temelde ölüm gerçeği olmak üzere insan evladının doğa olayları karşısındaki aczini ve çaresizliklerini ortadan kaldırmakla… Bunlar var oldukça din de var olacaktır ama siyaset karşısında özgürleşerek biçim ve içerik bakımından dönüşüme uğrayacaktır… İnsanın bedensel, düşünsel ve ruhsal varlığı üzerindeki etkili bir sınıfsal tahakküm aracı olan “siyasal din”den, “doğal din”e doğru…

“Siyasal din” ile “doğal din”in nedenleri farklı olduğu için her ikisine ilişkin yaklaşım da farklı olmak durumundadır.  İlki ağırlıkla siyasal-felsefi ve ikincisi de ağırlıkla bilimsel-felsefi alanla ilgilidir. Bu yüzden Marksizm aslında din ile ilişkisinde, karşıt alternatif olarak ateizmi siyasallaştırmaz. Sosyalizm “en tam ve tutarlı laiklik” getireceğini söyler. Gerek Marks gerekse Lenin, din ile ilgili özel ve soyut bir mücadele alanı açmazlar. Din ile ilgili söyledikleri, neredeyse tümüyle dinin siyasal kullanımı ile ilgilidir. Sömürücü sınıfların elinde araçsallaştırılan din gerçeğini eleştirirken, ezilenlerin mücadelesinde baskın dini temaların varlığını ise esasa ilişkin bir sorun olarak görmemişlerdir. Din ile ilgili sınırlı teolojik tartışmaları ise yine soyut bir din ve ateizm tartışmasından öte, verili ve sınıfsal teolojik algıyla ilgilidir. Lenin, bu alanda tutumunu belirlerken iki temel çizgi çekmiştir: Bir, “sosyalistlerin dine karşı tutumu asla soyut bir din karşıtlığı ve ateizm propagandası olamaz. Dinin sömürü için nasıl kullanıldığının teşhiridir esas olan” ve iki, “Sosyalistler din de reform işini üstlenemezler. Yeni ve güzel bir din yaratmayı yani Materyalizm ve Ampiryokritisizm’deki ifadeyle “Tanrı Yapıcılığı”nı kendilerine iş edinmezler. Hiç bir dini -siyaset ve propaganda da- diğerine tercih etmezler. Ama dinsel hareketler arasında bir tercih yaparlar ve bu tercih bu dinsel hareketin sınıfsal, programatik ve eylem çizgisi ile şekillenir yani ezenlerin mi yoksa ezilenlerin mi çıkarlarını seslendirdiğine ve bu seslendirişin tutarlılığına bakarak. Marksizm açısından din sorununa yaklaşımın esasını bu çerçeve oluşturduğu için, Engels, Alman eşitlikçi köylü hareketinin lideri Thomas Münzer’in din adamı olmasını ve harekette dini temaların egemen olmasını ciddi bir sorun olarak görmemiş, tam aksine Münzer’i göklere çıkarmıştır. Şeh Bedrettin’in bir din adamı olması ve hareketini ideolojik olarak bir İslam yorumuna dayandırması yine sosyalistlerin Şeyh Bedrettin hareketini ilerici, devrimci ve sosyalizan olarak nitelemelerine ve sahip çıkmalarına engel olmamıştır. Ya da daha yakın tarihli örnekler verecek olursak, Katolikliğin içinden alt sınıfların özlem ve eşitlik arayışlarını dillendiren ciddi bir dinsel yorum sapması olarak çıkan Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi ile ilgili özel bir mücadele gündemi olmamıştır sosyalistlerin. İran’daki dinsel sosyalizm anlayışının temsilcisi olan Fedeyan hareketine, dar bir aydınlanmacı mantıkla, dinsel temaları merkeze alarak karşıya alıcı bir tutumla yaklaşılmamış tam aksine, hareketin sınıfsal özü ve programatik yapısı esas alınarak, olumlu anlamda yaklaşmışlardır vb.

Sınıfsal, dinsel ve ulusal ayrım ve çıkarların pençesindeki din, söylemdeki yaygınlığına karşın, gerçekte hiç bir zaman özgür olamamıştır, olamaz da. Kendisi için bir teoloji, felsefe ve inanç sistemi olmak yerine kural olarak egemenlerin, istisnai olarak da ezilenlerin çıkarları doğrultusunda (bu kesimler için) araçsallaştırıImıştır. “Tanrıya itaat ettiğimizi sandığımız sırada aslında insanlara itaat ediyoruz” diyen Albert Caroco ya da “Gökyüzünden söz etmeleri yeryüzünü sömürmek içindir…” diyen Maximilien Robespierre tam da bu gerekliği anlatmaya çalışıyorlardı… Biraz garip gelecektir ama temel olarak yüzyıllardır insanlığı kurtarmak yerine ezmenin ve afyonlamanın aracı olan din, güç ve rolü ne olur sorusundan bağımsız olarak, ancak insanlık yukarıdaki baskı ve ayrımların kıskacından kurtulup özgürleştiğinde, teolojik ve felsefi planda özgürleşme olanağına kavuşmuş olacaktır.

 

Mahmut ÜSTÜN