Caligula; Bir Oyunun Düşündürdükleri

“Kültür, her şeyi unuttuğumuzda geriye kalan şeydir.” –Edouard Herriot-

 

Bu kısa yazı Ankara Devinim Tiyatrosu’nun sahnelediği Caligula adlı oyununun düşündürdüklerine, anımsattıklarına dair birkaç satırdan oluşmaktadır; “eski” okumaların bir başlık tekrarıdır.

O halde başlangıç olarak tiyatro örneği üzerinden devam edelim! Tiyatro dirençtir; tiyatro umuttur. Tiyatro çöküşe ve yozlaşmaya karşı bir dirençtir; yeterli midir, o başka bir tartışmanın konusu.Tiyatro sanatı ile umudumuzu yeşertmeye çalışanlar sanat ile piyasa arasına net bir sınır koymakta hiçbir çekince görmeyen gençlerdir. Bürokratik tiyatro ya da avm tiyatrosu/sermaye salonları tiyatrosu ya da dizi film popülerliğini pazarlayan “tiyatrolar” arasında zorlu bir varolabilme savaşı veren genç yüreklerin emek verdiği “küçük” tiyatrolar ve sınırlarını etik bir tavır olarak tiyatro gerçekliğine dair ilkelerle belirleyenler bu bağlamda umudumuzun özneleridir. Ankara’da birçok “genç tiyatronun” tiyatroyu var etme çabası içinde olduğu notunu düşelim.

12 Eylül faşist darbesinin hemen ardından başlatılan ve yıllar geçtikçe planlı programlı olduğunu daha iyi duyumsadığımız kültürel yozlaştırma saldırısının simge isimlerinden birisinin de “tiyatrosundan” söz etmezsek olmaz, tabii isim vermeden. Öyle sanıyorum ki tiyatro konusunda kafası epeyce bir karışmış –ya da karıştırılmış- “tiyatroseverlerin” akın ettiği binlerce kişilik salonlarda neredeyse kapalı gişe oynanan ve bilet fiyatı 600-800 TL olan “tiyatrolar” da yapılabiliyor on milyonlarca insanın açlık ve yoksullukla boğuştuğu bir ülkede! Yunan trajedileri de binlerce kişiye oynanıyordu; eşit ve ücretsiz; binlerce kişiyle birlikte, katılımıyla. Üstelik çok iyi gözlemlediğimiz gibi amfiteatr’larda ses ve görme sorunu da olmuyordu. Öyle salonlarda oynanıyor ki bu yeni oyunlar yedinci sekizinci sıralardan daha arkalarda oturanlar oyunu minyatür algısı ile izlemekte; ancak bu “sorunun” da çaresi bulunmuş, yan duvarlara yerleştirilen dev ekranlarla onların bu eksikliği gideriliyor! Soru: sahnedeki soluğu duyguyu hissetmeyen,salona gidip ekrandan “görmeyi”, izlemeyi tiyatro sanan seyirci de en az bu tiyatronun asıl bileşenleri kadar kültürel yozlaşmanın-çöküşün öznesi değil midir?

*

Dekadans nedir? Bir kopyala yapıştır yapalım, aslında bu yaptığımız da yozlaşmaya ayrıntı bir örnek oluşturmuyor mu; Fransızca kökenli düşmek, batmak’dan gelen bir kelime, toplumlarda ve kültürlerdeki çökme, bozulma ve dejenerasyonu tanımlar. Çöküş az gelir, bir batmak hali mevcuttur!

Yaşanan dekadans halidir! Çöküşün kaçınılmazlığına dair büyük bir karamsarlığım olmakla beraber –ve umutla distopya beklentisi içindeyken; distopik halin yeniden doğuşun güçlü potansiyeline sahip olacağını düşünürüm diğer taraftan – bilim kültür dünyasındaki ışıltılar bu karamsarlığın yarattığı karanlığı aydınlatmaya and içmiş gibi görünürler. Tiyatro böyle bir ışıktır.

Toplumsal dekandansı  –dekadans ve yozlaşma malign bir kanser türüdür, organizmanın bütün hücrelerine dek metastaz yapan- bilim, kültür ve sosyal yaşantıdaki “örneklerle” algılamak mümkündür; yeter ki şu yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağanın haline düşülmesin, ne yazık ki “çoğunluk” bu halde, sıkça duyumsadığımız gibi. Öyle bir çöküştür ki bu, çöküp düşkünleşip gittiğinin farkında dahi olamazsın; tıpkı insanlık tarihinin en eski kültür sanat öğesi olan oyunun/tiyatronun biletinin 800 TL olması gibi ya da rating rekorları kırdırılan ucuzluğun, basitliğin fetişe edildiği yerli dizi müptelası olmak gibi…

*

Gelelim oyuna ya da Caligula’ya! Roma monarşisinin ya da tiranlığın en karakteristik örneğidir Caligula ve iktidarı. Monarşinin/sultanlığın sonlanması cumhuriyetin yeniden “tesis edilmesi” için öldürülmesine rağmen yerine geçenin de “imparatorluğu” devam ettirdiği için Roma halkında büyük bir hayal kırıklığına yol açmış olma olasılığı yüksek. Belki de son hayal kırıklığı, hâlâ bir hayal varmış demek ki; çöküşü/dekadansı önceleyen onu niteleyen, belirginleştiren. Caligula, imparatorluğu sürecinde yaptıkları ve yapmadıklarıyla birlikte  Roma’nın çöküşünü simgeleyen en önemli özneyi oluşturmaktadır.

Çocukluğunda asker gibi giyinip askerlerin yanında –ayak altında- dolaşmayı sevdiğinden olsa gerek ona “küçük çizme” anlamına gelen Caligula lakabı takılmış ve tarihe bu “isimle” geçmiştir. Askerliği çok sevmesine rağmen askerlerle ilişkisinin kişisel beklentilerini karşılamamasının onda kimi komplekslerin oluşmasına yol açtığı dillendirilir. Hedeflediği imparatorluk tacını elde edene kadar “büyüdüğü” siyasi ortam onun itaatkar bir köle gibi davranmasına neden olacaktır; bu davranış şekli kişiliğinde düalist bir yapının gelişmesine yol açar. Sonuç çoklu kişilik –disosiasyon-, histerik bir haldir. Onun tartışmalı epileptik/saralı halini de bu şekilde değerlendirmek mümkün. İmparator hastalığı olarak da tanımlanan –belki de bir vecd durumu!- sara nöbeti taklidi yaptığı ya da gerçekten saralı olduğu tartışılır. Diğer taraftan cinayet, kırım ve komplolar ortamındaki iktidar bekleyişinin eğitim hayatının aksamış olmasına neden olduğu –kendisinden önceki imparatorların epeyce gerisinde- ve lumpen tarzının/küfürbazlığının nedeninin de eğitimsizliğinden geldiğine dair bilgiler olduğunu da not etmeliyiz.  “Korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler” dediği söylenen Caligula iktidarını sürdürebilmek için başlıca siyasi tavır olarak diğerlerinin üstünde, çok ötesinde komploculuğu ve tirancılığı benimser. Tiranlığını niteleyen unsur “anayasal bir kurum olan” senatonun tanınmaması, işlevsiz kılınması, gerektiğinde en konulması, onun küçümsenmesi ve çoklukla da yok sayılmasıdır; öyle ki –en meşhur hikayelerinden biri- atı İncitatus’u senatör ilan edebilmiştir; bildiğimiz at!

Sarayında sürdürdüğü kanlı sefahat’ın halktaki karşılığını yoksullukta eşitlenme, açlıkla sınanma oluşturur. Caligula’nın bu duruma “kendisini tanrı ilan ederek” yanıt verecektir, çok tanrılı zamanlarda daha kolay olmakla bereber bu, gelecek olası tepkileri soğurmaya yarayan bir hamle olarak da değerlendirilebilir; garip olan bazıları tarafından da “öyle sanılmış” olmasıdır. Halkının bir kısmının gözünde tanrıdır O; kutsaldır, dokunulmazdır! Totaliter gücün doğası; kimse hayır diyemez ona, karşı çıkamaz, eleştiremez yargılayamaz. Doğru olan tek şey onun tekliğinden/tanrı olmasından gelen onun sözleri, düşünceleri, hal ve tavırlarıdır. Klasik ansiklopediler ve ikinci el biyografi yazımlarının hemen tamamında zorba, soğuk, bencil, hazcı/hedonist ve narsist olarak tanımlanır Caligula. Kendisini tanrı ilan etmesi, izleyicilerinin de onu öyle sanması ya da öyle sanılmasından bekledikleri çıkar –son derece anlaşılır basit bir çıkar ortaklığı- amaçlanan hedeflere ulaşma konusunda, yaşanan çağın değerleri dikkate alınarak, her türden bağnazlık/yobazlığın, her türden ahlaksızlık ve etik düşkünlüğün kol kola yürümesini mübah ya da kabul edilebilir kılmıştır.

Roma imparatorluğunun artık kaçınılmaz hale gelmiş, geri döndürülemez çöküşünün en önemli köşe başıdır Caligula dönemi ve toplumsal dekandans halinin neredeyse bütün emarelerini, göstergelerini içerir ve bu yapısı ile uzak ve yakın tarihin okunmasını kolaylaştırır.

*

Tiyatro ile başladık “bilim” dünyasına dair iki soru ile sonlandıralım. “Bilim dünyasından” dekadansı nasıl örnekleyebiliriz; izleri nelerdir? Yanıtı kolay birinci soru bu… Bilimin yerini hurafeler, bilim insanlarının yerini otçular, şarlatanlar, “hocalar”, tacizciler alır; bilim küçümsenir, indirgenir.  Şimdi yanıtı birazcık daha zor ikinci soru:  peki pandemi sürecinde bilimin/bilim insanının egemenlik oluşturmak adına ürettikleri “bilimsel hurafeler” dekadans halinin neresinde durmaktadır?


[Caligula’yı tanımak için Türkçe’den birkaç öneri: Camus: Caligula; R.Graves: Ben Cladius; A.M.İdil: Caligula, Y.Küçük: Caligula Saralı Cumhur; Netflix –dizi- Roman Empire; T. Brass: Caligula –film-ve bu filmle ilgili çok ilginç veriler sunan belgeseller… ve oyundan fotoğraf kullanmamıza onay verdikleri için Ankara Devinim Tiyatrosuna teşekkürler…]

 

 

 

 

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)